Sefiller

By ClassicsTR

76.2K 1.3K 300

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR

202 7 0
By ClassicsTR


Marius birkaç gün içinde Courfeyrac'la dost oldu. Gençlik çabuk kaynaşma ve yaraların hızla kapanması mevsimidir. Marius, Courfeyrac'ın yanında serbestçe nefes alıyordu; yeni bir şeydi bu onun için. Courfeyrac hiç soru sormuyordu ona. Hatta bunu düşünmüyordu bile. O yaşta, yüzler her şeyi hemen söylerler. Konuşma gereksizdir. Mesela falanca genç adam için, yüz ifadesinin geveze olduğu söylenebilir. Bakışılır, tanışılır.

Buna rağmen, bir sabah Courfeyrac birdenbire ona bu soruyu sordu:

- Aklıma gelmişken sorayım, siyasi bir inancınız var mı?

Marius, sorudan âdeta hakarete uğramışçasına:

- Lafa bak! dedi.

- Nesiniz peki?

- Demokrat Bonapartist.

- Huzurlu fare kurşunisi nüansı, dedi Courfeyrac.

Ertesi gün Courfeyrac, Marius'u Musain Kahvesi'ne götürdü. Sonra bir gülümsemeyle kulağına fısıldadı:

- Devrime giriş kartınızı vermem gerek size.

Ve onu ABC Dostları'nın odasına götürdü. Alçak sesle ve Marius'un ne demeye geldiğini anlamadığı basit bir kelimeyle onu öbür arkadaşlarına takdim etti:

- Bir öğrenci.

Marius bir zeka kovanı içine düşmüştü. Ama suskun ve ağırbaşlı olmasına rağmen, oradakilerden ne daha az kanatlı ne de daha az silahlıydı.

O vakte kadar münzevi yaşayan ve gerek alışkanlıkları, gerekse zevkleri bakımından monologa ve kendi içinden konuşmaya yatkın olan Marius, çevresini saran bu bir sürü genç adamdan biraz ürktü. Bütün bu fevri çıkışlar onu hem konuşmaya teşvik ediyor hem de bundan alıkoyuyordu. Tam bir serbestlik ve faaliyet halinde bulunan bütün bu zihinlerin patırtıyla gidiş gelişleri, kafasındaki fikirleri girdaba kapılmış gibi savurup duruyordu. Bazen, karışıklık içinde, bunlar o kadar uzağa gidiyorlardı ki yeniden bulup toplamakta güçlük çekiyordu. Felsefeden, edebiyattan, sanattan, tarihten, dinden hiç beklenmedik bir şekilde söz edildiğini duyuyordu. Garip görüntüler çarpıyordu gözüne; bunları bir perspektif içine yerleştiremediği için, bir kaos içinde olup olmadığından emin değildi. Büyükbabasının görüşlerini bırakıp babasınınkileri benimsediğinde artık yerini kesin olarak belirlediğini sanmıştı; halbuki şimdi endişeyle ve kendi kendine itiraf etmekten çekinerek, böyle olmadığı kuşkusunu duyuyordu. Bütün her şeye karşı bakış açısı yeniden yer değiştirmeye başlamıştı. Bir çeşit sallantı beynindeki bütün ufukları harekete geçiriyordu. Acayip bir iç karışıklıktı bu: âdeta azap duyuyordu bundan.

Bu genç adamlar için hiçbir "kutsal şey" yokmuş gibi görünüyordu. Marius, her konuda, henüz çekingenlik içinde olan zihnini rahatsız eden garip sözler işitiyordu.

Klasik denilen eski repertuara ait bir trajedinin adını taşıyan bir tiyatro afişi ortaya çıkıyordu. "Kahrolsun burjuvaların aziz trajedisi!" diye haykırıyordu Bahorel ve Combeferre'in buna şöyle karşılık verdiğini duyuyordu:

- Yanılıyorsun Bahorel. Burjuvazi trajediyi seviyor. Bu noktada burjuvaziyi rahat bırakmak gerek. Perukalı trajedinin de yaşamaya hakkı var. Ben, Aiskhylos adına ona hayat hakkı tanımayanlardan değilim. Tabiatta yarım kalmış taslaklar, yaradılışta tamamlanmış parodiler vardır; gaga olmayan bir gaga, kanat olmayan kanatlar, yüzgeç olmayan yüzgeçler, ayak olmayan ayaklar, gülme isteği uyandıran bir bağırtı: İşte sana ördek. Ama mademki kuşların yanı sıra kümes hayvanları vardır, Antik trajedinin karşısında klasik trajedinin var olmaması için bir neden görmem.

Ya da tesadüfen Marius, Enjolras'la Courfeyrac'ın arasında Jean-Jacques Rousseau Sokağı'ndan geçecek oluyordu.

Courfeyrac onun kolunu tutuyordu.

- Dikkat et. Burası Plâtriere Sokağı'dır. Altmış yıl kadar önce burada oturan garip bir kan koca yüzünden bugün adına Jean-Jacques Rousseau Sokağı diyorlar. Bu garip karı koca Jean Jacques'la Therese'ti. Burada zaman zaman küçük varlıklar dünyaya gelirdi. Therese onları yavrular; Jean-Jacques da bulunmuş çocuk haline getirirdi.

Ve Courfeyrac'ı tersliyordu Enjolras.

- Jean-Jacques'a laf yok! O adama hayranım ben. Çocuklarını reddetti, tamam; ama halkı evlat edindi.

Bu gençlerin hiçbirinin ağzından "İmparator" sözü çıkmıyordu. Yalnız Jean Prouvaire'in ara sıra Napolyon dediği oluyordu. Bütün ötekiler Bonapart diyorlardı. Enjolras "Buonapart" diye telaffuz ediyordu.

Marius belli belirsiz şaşıyordu. Initium sapientioe.

IV

MUSAINE KAHVEHANESİNİN ARKA ODASI

Bu gençlerin, Marius'un da hazır bulunup bazen katıldığı konuşmalarından biri, onun zihninde hakiki bir sarsıntı yarattı.

Olay Musaine Kahvehanesinin arka odasında geçti. O akşam hemen bütün ABC Dostları toplanmışlardı. Yağ lambasını merasimle yakmışlardı. Heyecansız ama gürültüyle şundan bundan konuşuyorlardı. Enjolras'la Marius'un dışında herkes bir parça gelişigüzel bir nutuk çekiyordu. Arkadaş arası sohbetlerin bazen böyle patırtıları olur. Bir sohbet olduğu kadar bir oyun, bir dalaşmaydı da bu. Ortaya kelimeler atılıyor, kelimeler tutuluyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu.

Bu arka odaya hiçbir kadın alınmazdı. Yalnız kahvehanenin bulaşıkçısı Louison bunun dışındaydı. O ara sıra bulaşıkhaneden "laboratuvar"a girmek için oradan gelip geçerdi.

Adamakıllı sarhoş halde olan Grantaire ele geçirdiği köşeyi gürültüye boğmakta, avaz avaz mantıklı mantıksız fikir yürütmekteydi. Şöyle haykırıyordu:

- Susadım. Bakın ölümlüler, şöyle bir hayal kuruyorum: Heidelberg fıçısına inme inecek olsa ve ona yapıştıracakları on iki sülüğün biri de ben olsam. İçmek istiyorum. Hayatı unutmak istiyorum. Hayat bilmem kimin iğrenç bir icadıdır. Süresi hiçtir, değeri hiçtir. Herkes yaşayacağım diye boynunu kırar. Hayat bir dekordan ibarettir ve gerçek yanı da azdır. Mutluluk, yalnız bir yanı beyaz eski bir çerçevedir. Vaiz ne diyor: "Her şey boş." Ben de belki hiç yaşamamış olan bu adamcağız gibi düşünüyorum: Sıfır, anadan doğma dolaşmak istemediği için, boş gururla giyinmiştir. Ey boş gurur! Her şeyin tumturaklı sözlerle süslenip onarılması! Mutfak bir laboratuvardır, dansçı bir profesördür, ip cambazı bir beden eğitimcisidir, boksör bir yumruk ustasıdır, eczacı bir kimyagerdir, perukacı bir artisttir, harç kararı işçi mimardır, jokey bir sportmendir, tespihböceği bir pterobranchiadır. Boş gururun bir tersi bir de yüzü vardır; yüzü hayvandır, incik boncuklarıyla bir zencidir; tersi ahmaktır, eski püskü elbisesiyle bir filozoftur. Birine ağlarım, öbürüne gülerim. Namuslar ve haysiyetler, hatta namus ve haysiyet genellikle altın taklidi sahte şeylerdir. Krallar insan gururunu oyuncak yaparlar. Caligula bir atı konsül yapmış,

2. Charles bir sığır filetosuna şövalye payesi vermişti. Hadi bakalım şimdi Konsül Incitatus ile Baron Roastbeef arasında böbürlenin böbürlenebildiğiniz kadar. İnsanların öz değerlerine gelince, o da daha çok saygıya değer değildir. Komşunun komşusuna övgüsünü bir dinleyin hele. Beyaz beyaza karşı bir canavardır; zambak konuşabilseydi, güvercine öyle bir giydirirdi ki! Bir sofu kadını çekiştiren bir yobaz kadın bir engerekten, bir mavi bungarustan daha zehirlidir. Yazık ki cahilin biriyim, yoksa size daha bir sürü şey sayardım; ama hiçbir şey bildiğim yok. Mesela ben daima akıllı olmuşumdur; Gros'da öğrenciyken, tablocuklar boyayacak yerde, vaktimi elma aşırmakla geçirirdim. Kötü ressam, dişi kötü ressamın erkeğidir. Benim için bu kadar İşte; sizlere gelince, sizler de benden fazla etmezsiniz. Sizin mükemmellikleriniz, olağanüstülükleriniz bana vız gelir. Her meziyet sonunda bir kusura varır; tutumlu cimriyle el ele verir, cömert müsrifle komşudur, cesur kabadayıyla dirsek dirseğedir, çok dindar demek biraz ikiyüzlü demektir. Diogenes'in paltosunda ne kadar delik varsa, erdemlilikte de o kadar erdemsizlik vardır. Hangisine hayransınız: ölene mi, öldürene mi? Sezar'a mı, yoksa Brütüs'e mi? Genellikle öldürenden yana olunur. Yaşasın Brütüs! O öldürdü. İşte erdem budur. Erdem kabul ama delilik de kabul. Şu büyük adamlarda acayip lekeler var. Sezar'ı öldüren Brütüs bir küçük oğlan çocuğu heykeline âşıktı. Bu heykel Yunanlı heykeltıraş Strongylion'undu.

Neron'un seyahatlerinde yanına aldığı Güzel Bacak Euenamos adlı amazon figürünü de yine bu Yunanlı heykeltıraş yapmıştı. Bu Strongylion ancak iki heykel bıraktı ve bu iki heykel de Brütüs'le Neron'u hemfikir yaptı. Birine Brütüs âşık oldu, öbürüne Neron. Bütün tarih uzun tekerrürden ibarettir. Bir asır ötekinden aşırır. Marengo savaşı, Pydna muharebesinin kopyasıdır; Clovis'nin Tolbiac'ıyla Napolyon'un Austerlitz'i iki kan damlası gibi birbirlerine benzerler. Zafere pek önem vermem. Yenmek kadar sersemce bir şey olamaz; hakiki zafer ikna etmektir. Ne var ki, gelin de herhangi bir şeyin doğruluğunu ispatlayın! Başarmakla yetiniyorsunuz, ne adilik! Ve de fethetmekle, ne sefalet! Heyhat, her tarafta boş gurur ve alçaklık. Her şey başarıya boyun eğiyor, gramer bile. Si volet usus, der Horatius. Şu halde insan soyundan nefret ediyorum. Bütünden parçaya mı ineceğiz? Milletlere hayran olmamı mı istiyorsunuz? Hangi millete, söyler misiniz lütfen? Greklere mi? Atmalılar, geçmişin bu Parislileri, o zamanın Colignysi olan Phokion'u öldürüyor ve Tiranlara dalkavukluk ediyorlardı; hem öylesine ki, Anakephoros bir seferinde Pisistratus için, "Adamın sidiği arıları çekiyor," demişti. Elli yıl boyunca Yunanistan'ın en önemli kişisi gramerci Philetaires olmuştur. Bu da öyle ufak tefek, öyle sıska bir adamdı ki, rüzgâr tarafından sürüklenip götürülmemek için ayakkabılarının altına kurşun koydurmak zorunda kalırdı. Korinthos'un büyük meydanında Silanion'un yaptığı, Plinius'un da kataloğa geçirdiği bir heykel vardı. Bu heykel Episthates'i temsil ediyordu. Ne yapmıştı bu Episthates? Çelmeyi icat etmişti. İşte eski Yunanistan'ın da, onun şan ve şerefinin de özeti budur. Başka milletlere geçelim. İngiltere'ye mi hayran olacağım? Fransa'ya mı hayran olacağım? Fransa'ya ha? Niçin? Paris için mi? Atina hakkındaki fikrimi size söyledim. İngiltere'ye mi? Niçin? Londra için mi? Kartaca'dan nefret ederim. Hem sonra Londra, lüksün bu metropolü, sefaletin merkezidir. Yalnız Charing-Cross Mahallesi'nde yılda elli kişi açlıktan ölür. Böyledir İşte Albion. Ve nihayet şunu da ekleyelim ki, bir İngiliz kızının güllerden bir taç ve mavi gözlükle dans ettiğini gördüm ben. Öyleyse İngiltere'ye nanik. Peki John Bull'a hayran olmuyorum da, kardeşi Jonathan'a mı hayran olacağım? Bu köleli kardeşten pek hazzetmem ben. Time is money'i kaldırın, ne kalır İngiltere'den? Cotton is king'i kaldırın, ne kalır Amerika'dan? Almanya lenfa'dır; İtalya safradır. Rusya için mi vecde geleceğiz? Voltaire ona hayrandı. O Çin'e de hayrandı. Rusya'nın bazı güzellikleri olduğunu kabul ediyorum, aynı zamanda kuvvetli bir despotizmi var; ama ben despotlardan nefret ederim. Sağlıkları pek narindir. Bir Aleksey'in kafası kesilmiş, bir Piyotr hançerlenmiş, bir Pavel boğulmuş, başka bir Pavel çizme topuğuyla yamyassı edilmiş, nice Ivan'lar boğazlanmış, birçok Nikolay'lar ve Vasiliy'ler zehirlenmiş. Bütün bunlar gösteriyor ki Rus İmparatorlarının sarayında şartlar apaçık şekilde sağlığa zararlı. Bütün uygar milletler düşünürde hayranlık uyandırmak için ona şu detayı sunarlar: savaş. Oysa savaş, uygar savaş, Jaxa Dağı geçitlerinde trabucairelerin eşkıyalığından Komançi Kızılderililerinin Tehlikeli Geçit'teki ürün hırsızlıklarına varıncaya kadar bütün haydutluk şekillerini bir araya toplar ve sonuna kadar kullanır. Pöh! Avrupa yine de Asya'dan iyidir mi diyeceksiniz bana? Asya'nın maskaralık olduğunu kabul ediyorum; ama modalarınıza ve zarafetlerinize ihtişamın bütün komplike pisliklerini, kraliçe Isabelle'in kirli gömleğinden, veliahdın delik iskemlesine kadar her şeyi karıştıran siz Batılı milletlerin Büyük Lama'ya gülecek haliniz olduğunu sanmıyorum. Pek insaniyetli efendiler! Size "Ne yazık!" diyorum. En çok bira Brüksel'de, en çok ispirtolu içki Stockholm'de, en çok çikolata Madrid'de, en çok ardıç suyu Amsterdam'da, en çok şarap Londra'da, en çok kahve İstanbul'da, en çok absent Paris'te tüketilir. İşte bütün faydalı bilgiler. Üstünlük en sonunda yine Paris'tedir. Paris'te paçavracılar bile Sybarisliler gibi zevk ve sefa düşkünüdürler. Diyojen, Maubert Meydanı'nda paçavracı olmayı Pire'de filozof olmaya tercih ederdi. Şunu da öğrenin: Paçavracıların meyhanelerine bibine derler; en ünlüleri de la Casserole ile l Abat toir'dır. Öyleyse, ey kenar mahalle meyhaneleri, içki âlemleri, koltukçular, şarapçılar, küplüler, meyhaneciler, paçavracıların meyhaneleri, halifelerin kervansarayları, sizleri takdis ediyorum, ben bir zevk düşkünüyüm, adam başına kırk meteliğe çıkılan Richard'da yemek yerim; çıplak Kleopatra'yı sarmak için bana İran halıları gerek! Nerede Kleopatra? Ha! Sen misin Louison. Merhaba.

Grantaire, Musain'in arka odasındaki köşesinde zilzurna sarhoş, içini İşte böyle döküyor, oradan geçen bulaşıkçı kadına takılıyordu.

Bossuet elini uzatmış onu durdurmaya çalışıyordu ama boşuna. Grantaire gittikçe perdeyi yükseltmekteydi:

— İndir pençeni aşağı, Meaux kartalı. Artakserkses'in sunduğu incik boncukları reddeden Hippokrates tavrınla beni etkileyemezsin. Hem zaten üzgünüm ben. Ne söylememi istiyorsunuz siz? İnsan kötüdür, insan biçimsizdir; kelebek iyi başarılmış, ama insan başarılamamış. Tanrı bu hayvanı yaratmayı becerememiş. Bir kalabalıkta neyi seçsen bir çirkinlik örneği. Rastgele ilk seçtiğin bir sefildir. Hatun ve dûn birbiriyle kafiyelidir. Evet bende hüzün var, melankoliyle karışık, nostaljiyle beraber, üstelik de hipokondri; küsüyorum, öfkeleniyorum, esniyorum, sıkılıyorum, geberiyorum, patlıyorum! Tanrı'nın canı cehenneme!

- Kes artık majüskül R! dedi Bossuet.

O da çevresindekilerle hukuk konusunda bir tartışmaya girişmiş ve adliye argosundan ibaret bir cümleye yarı beline kadar gömülmüştü. Şöyle bitiyordu cümle:

"...Bana gelince, ben her ne kadar şöyle böyle bir hukukçu, çok çok amatör bir dava vekiliysem de, yine de şu fikri tutuyorum: Normandiya'nın örf ve âdetlerine göre, her yıl Saint-Michel Yortusu'nda; herkes tarafından, pek pek, gerek mülk sahiplerince, gerekse miras hissesi haciz altında olan borçlularca senyöre bir nakdi bedel ödenmesi gerekmekte ve bu bedelin kapsamı ipotek hakkı da taşıyan bütün uzun vadeli icarları, kiraları, serbest toprak mülkiyetini, malikâne mukavelelerini ve ipotek mukavelelerini..."

"Yankı perileri, sızlanan peri kızları," diye mırıldandı Grantaire, şarkı söyler gibi.

Grantaire'in yanı başında, hemen hemen sessiz duran bir masanın üzerinde bir kâğıt, bir mürekkep hokkası ve bir tüy kalem, iki küçük kadehin arasında, bir vodvilin kotarılmaya başlandığını bildiriyordu.

Bu çok önemli iş alçak sesle yapılıyor, çatışan iki kafa birbirine değiyordu.

- Adları buldum önce. Adlar bulundu mu konu da bulunur.

- Doğru. Söyle. Yazıyorum.

- Mösyö Dorimon.

- Gelir sahibi mi?

- Elbette.

- Kızı, Celestine.

- ...tine. Sonra?

- Albay Sainval.

- Sainval çok kullanılmış bir ad. Ben olsam Valsin derdim.

Vodvil yazarlığı adaylarının yanında, başka bir grup daha, uğultudan faydalanarak, alçak sesle bir düelloyu tartışıyorlardı. Otuz yaşındaki yaşlı biri, on sekiz yaşındaki bir gence öğüt vermekte, hasmının nasıl bir kişi olduğunu ona anlatmaktaydı.

- Aman ha! Sakınınız. Usta bir kılıççıdır. Gayet sade bir oyun tarzı vardır. Atak dövüşür, hiç boşa şaşırtma yapmaz, bileği güçlüdür, birden parlar, şimşek gibi çakar, savunması yerinde, karşılıkları hesaplıdır, abov! Üstelik de solaktır.

Grantaire'in karşı köşesinde Joly ile Bahorel domino oynuyor ve aşktan bahsediyorlardı.

- Mutlu adamsın sen, diyordu Joly. Her zaman gülen bir metresin var.

- Hata ediyor, diye cevap veriyordu Bahorel. Sahip olduğun metres gülmekle hata eder. Sana onu aldatmak cesaretini verir. Onu neşeli görmek vicdan azabını yok eder; oysa kederli görürsen, vicdanlı davranırsın.

- Nankör! Gülen kadın ne kadar iyidir! O zaman hiç kavga etmezsiniz!

- Yaptığımız anlaşmaya bağlı bir şey bu. Küçük kutsal ittifakımızı yaparken, her birimiz kendi sınırımızı çizdik, asla aşmıyoruz onu. Karayelden yana olan Vaud'ya, meltemden yana olan Gex'e. Barış buradan geliyor.

- Barış her şeyi hazmeden mutluluktur.

- Peki ya sen Jolllley, mamzelle bozuşukluğun ne âlemde... Kimi demek istediğimi anlıyorsun değil mi?

- Acımasız bir sabırla surat edip duruyor bana.

- Oysa zayıflığıyla yürek yumuşatacak bir âşıksın.

- Ne çare!

- Senin yerinde olsam onu ekerdim.

- Söylemesi kolay.

- Yapması da. Adı Musichetta'ydı, değil mi?

- Evet. Ah! Bahorelciğim, enfes bir kız, edebiyattan çok iyi anlıyor, elleri ayakları ufacık, iyi giyiniyor, beyaz, etine dolgun, iskambil falcısı gibi gözleri var. Deli ediyor beni.

- Öyleyse azizim onun hoşuna gitmen gerek, zarif olmalısın, diz kırışların etkili olmalı. Staub'dan güzel bir yünlü pantolon satın al. Dökük durur.

- Kaça? diye bağırdı Grantaire.

Üçüncü köşe şairane bir tartışmaya kaptırmıştı kendini. Putperestlik mitolojisi Hıristiyan mitolojisiyle kapışıyordu. Olimpos söz konusuydu ve Jean Prouvaire, romantizme sempatisi dolayısıyla ondan yana çıkıyordu.

Jean Prouvaire ancak sükûnet halindeyken çekingendi. Bir kere kışkırtıldı mı feveran ederdi. O zaman bir çeşit neşe, heyecanını büsbütün arttırır ve o bir yandan gülerken, bir yandan da lirik olurdu:

- İlahlara hakaret etmeyelim, diyordu. İlahlar belki de çekilip gitmemişlerdir. Jüpiter bana hiç de ölmüş gibi görünmüyor. İlahlar hayal ürünüdürler, diyorsunuz bana. İyi ama, tabiatta, bugünkü şekliyle tabiatta, bu hayallerin dağılmasından sonra bile, bütün büyük eski Pagan mitlerine yeniden rastlanmaktadır. Mesela Vignemale gibi, profilden kaleye benzeyen bir dağ, bence hâlâ Kibele'nin tacıdır. Pan'ın geceleri gelip parmaklarıyla deliklerini kapatıp açarak söğüt ağaçlarının oyuk gövdelerine nefesini üflemediğini kimse bana ispatlayamamıştır; ve ben daima lo'nun Pissevache Şelalesi'nin bir taraflarında olduğuna inanmışımdır.

Sonuncu klişede politikadan söz ediliyordu. Kral tarafından ihsan edilen Anayasa Şartı'na veriştiriliyordu. Combeferre, Şart'ı gevşek bir şekilde savunurken, Courfeyrac onu şiddetle yere çalmaktaydı. Masanın üstünde ünlü Touquet Şartı'nın talihsiz bir nüshası durmaktaydı. Courfeyrac onu yakalamış sallıyor, kanıtlarına bu kâğıt parçasının titreyişlerini de katıyordu.

- Birincisi, ben kral istemiyorum; en azından ekonomik bakımdan istemiyorum. Kral bir parazittir. Bedava kral olmaz. Şuna kulak verin: Krallar pahalıdır. 1. François öldüğü zaman Fransa'da genel borçların tutarı otuz bin liraydı. 14. Louis'nin ölümünde ise bu borç -bir mark yirmi sekiz hra hesabıyla- iki milyar beş yüz milyon olmuştu ki bu da, Desmarets'nin deyişiyle, 1760'ta dört milyar beş yüz milyon ediyordu; ve bugünkü değerle, 1760'ta on iki milyon eder. İkinci olarak, Combeferre kusura bakmasın, ihsan edilen bir Anayasa Şartı, kötü bir uygarlık aracıdır. Değişiklikten kurtulmak, geçişi yumuşatmak, sarsıntıyı hafifletmek, meşrutiyet uydurmaları kullanarak farkına vardırmadan milleti monarşiden demokrasiye geçirmek, bütün bunlar ne iğrenç usuller! Hayır! Hayır! Halkı asla göz boyayan ışıklarla aydınlatmayalım. Sizin meşrutiyet mahzeninizde prensipler kuruyup solar. Yozlaşma istemez, uzlaşma istemez, halka kral ihsanı istemez. Bütün bu ihsanların içinde bir 14. madde vardır. Veren elin yanında, geri alan bir pençe. Sizin Anayasa Şartı'nızı kesinlikle reddediyorum. Şart bir maskedir; altında yalan vardır. Bir Şart kabul eden bir millet, hakkından feragat ediyor demektir. Hak, tam olursa haktır. Hayır! Şart yok!

Mevsim kıştı, şöminede iki kütük çıtırdayarak yanıyordu. Kışkırtıcı bir yanı vardı bunun, nitekim Courfeyrac dayanamadı. Zavallı Touquet Şartı'nı avucunda buruşturup ateşe fırlattı. Kâğıt alev aldı. Combeferre 18. Louis'nin şaheserinin yanışını filozofça seyretti ve:

- Şartın aleve dönüşü, demekle yetindi.

Acı alaylar, nükteler, kaba kelime oyunları, Fransızların adına entrain, İngilizlerin humour dedikleri şey, zevkin iyisi, kötüsü, muhakemelerin doğrusu, yanlışı; karşılıklı konuşmanın bütün havai fişekleri, aynı zamanda yükselip odanın dört bir köşesinde birbirleriyle kesişerek kafaların üstünde âdeta bir sevinç bombardımanı meydana getiriyorlardı.

V

UFKUN GENİŞLEMESİ

Genç zihinler arasındaki çarpışmaların hayranlık uyandıran yanı şudur ki, ne kıvılcımın ne de şimşeğin ne zaman çakacağı önceden kestirilemez. Az sonra ne fışkıracak ortaya? Bilinemez. Bir merhamet anında birden bir kahkaha kopar. Şaklabanlık edilirken, ciddiyet içeri dalıverir. Fevri çıkışlar, ortaya atılacak rastgele bir kelimeye bağlıdır. Herkes kendi şevkine, heyecanına tabidir. Serbestçe bir nükte, meydanı hiç beklenmedik şeylere açmaya yeter. Perspektifin birden değişiverdiği ani dönemeçli sohbetlerdir bunlar. Bu konuşmaların makinisti tesadüftür.

Bir kelime şakırtısından acayip bir tarzda çıkan ciddi bir düşünce, Grantaire, Bahorel, Prouvaire, Bossuet, Combeferre ve Courfeyrac'ın, içinde ufak yollu kılıç tokuşturdukları lakırdı çenginin arasından birdenbire fırladı.

Diyalog sırasında bir cümle birden nasıl çıkagelir? Nasıl olur da duyanların dikkatini birdenbire üzerine çeker? Söylediğimiz gibi, kimse bilemez bunu. Hengâmenin ortasında, Bossuet, Combeferre'e hitaben söylediği sözlerden birini birdenbire şu tarihle bitirdi:

- 18 Haziran 1815: Waterloo.

Masalardan birinde, dirseğini su dolu bir bardağın yanına dayamış oturan Marius, Waterloo adını duyunca yumruğunu çenesinin altından çekip orada bulunanlara dik dik bakmaya başladı.

- Tüh Allah, diye haykırdı Courfeyrac (o devirde "hay Allah!" kullanılmaz olmuştu). Şu 18 sayısı da bir garip, çarpıcı geliyor bana. Bonapart'ın uğursuz sayısıdır bu; önüne Louis'yi arkasına da Brumaire'i koyun, adamın bütün kaderi ortaya çıkar; burada son, başlangıcın hemen arkasından gelir.

O vakte kadar ağzını açmayan Enjolras, sessizliğini bozarak Courfeyrac'a şöyle dedi:

- Yani suçtan hemen sonra ceza demek istiyorsun.

Bu suç kelimesi, Waterloo'nun damdan düşercesine hatırlatılmasından zaten iyice heyecana kapılmış olan Marius'un tahammül sınırını aşıyordu.

Ayağa kalktı, duvarda asılı duran Fransa haritasına doğru ağır ağır yürüdü. Haritanın ayrı bir bölümünde bir ada görünüyordu; parmağını bu bölümün üzerine koyarak:

- Korsika, dedi. Fransa'yı çok büyük yapan küçük bir ada.

Ortalıkta dondurucu bir hava esti. Herkes sustu. Bir şeylerin başlamak üzere olduğu hissediliyordu.

Bossuet'ye cevap yetiştirme çabası içinde olan Bahorel, gövdesine pek önemli saydığı bir poz verme hazırlığındaydı. Vazgeçip dinlemeye başladı.

Mavi gözleri kimseye takılmadan boşluğu seyreder gibi duran Enjolras, Marius'a bakmaksızın karşılık verdi:

- Fransa büyük olmak için hiçbir Korsika'ya muhtaç değildir. Fransa, Fransa olduğu için büyüktür. Quia nominor leo.

Marius içinde hiçbir geri çekilme isteği duymadı. Enjolras'a doğru döndü ve kalbinin ürpertilerinden titreşen bir sesle gürledi:

- Haşa! Fransa'yı küçültmek aklımdan bile geçmez! Fakat Napolyon'u onunla kaynaştırmak, hiç de Fransa'yı küçültmek değildir. Nedenmiş yani! Konuşalım üstünde bunun. Ben aranıza yeni geldim sizin, ama itiraf edeyim ki, beni şaşırtıyorsunuz. Neredeyiz? Kimiz? Siz kimsiniz? Ben kimim? İmparator hakkındaki düşüncelerimizi açıklayalım. Kralcılar gibi U'nun üzerine basarak Buonapart dediğinizi duyuyorum. Size söyleyeyim, benim büyükbabam daha âlâsını yapıyor; Buonaparte diyor. Sizlerin genç insanlar olduğunuzu sanıyordum. Heyecanınızı nerede harcıyorsunuz? Ne yapıyorsunuz onu? İmparatora hayranlık duymuyorsanız kime duyuyorsunuz? Ve daha ne istiyorsunuz? Bu büyük adamı istemiyorsanız, hangi büyük adamları istiyorsunuz? Her şey vardı onda. O tamdı. Beyninde insan melekelerinin kübü de vardı. Justinyanus gibi yasalar yapıyor, Sezar gibi söyleyip yazdırıyordu; sohbetinde Pascal'ın şimşeğiyle Tacitius'un yıldırımı birbirine karışıyordu; tarihi hem yapıyor hem de yazıyordu; savaş bildirileri birer îlyada destanıdır; Newton'un rakamlarını Muhammed'in istiareleriyle birleştiriyordu; doğuda arkasında ehramlar gibi büyük sözler bırakıyor, Tilsitt'te İmparatorlara haşmet dersi veriyor, bilimler akademisinde Laplace'ı cevaplandırıyor devlet konseyinde Merlin'e kafa tutuyor, birinin geometrisine, öbürünün davasına ruh katıyordu; savcılarla beraber kanunşinas, astronomlarla birlikte heyetşinastı; iki mumdan birini söndüren Cromwell gibi, Temple'a gidip perde ipinin ucundaki tokmak üzerinde pazarlık ediyordu. Her şeyi görüyordu, her şeyi biliyordu ama bu onu, yavrusunun beşiği başında sade bir insanın gülüşüyle gülmekten alıkoymuyordu. Ve birdenbire Avrupa, yüreği ağzına gelerek kulak kabartırdı, ordular yürüyüşe geçer, cephane arabaları yollara koyulur, nehirlerin üzerinde sandallardan köprüler uzanır, kasırga içinde süvari bulutları dört nala koşardı; çığlıklar, borazanlar, her tarafta sarsıntıya kapılan tahtlar... Harita üzerinde krallıkların sınırları ileri geri gidip gelirdi, kınından sıyrılan insanüstü bir kılıcın sesi duyulurdu. Ufukta boylu boyunca dikildiği görülürdü onun; elinde alev alev bir ışık, gözlerinde muhteşem bir parıltı; gök gürültüleri içinde açılırdı iki kanadı, büyük ordu ile eski muhafız gücü; ulu savaş meleğiydi o.

Herkes susuyordu. Enjolras başını eğiyordu. Sükût daima biraz kabul etmek ya da cevaptan bir çeşit aciz kalmak anlamına gelir. Marius âdeta nefes almaksızın, artan bir heyecanla sözüne devam etti:

- Adil olalım dostlarım! Böyle bir İmparatorun İmparatorluğu olmak bir millet için ne muhteşem bir kaderdir! Hele bir de bu millet Fransa olur, kendi dehasını o adamın dehasına eklerse! Boy göstermek ve hükmetmek, yürümek ve muzaffer olmak, bütün başkentleri birbiri ardınca konak yerine çevirmek, humbaracıları arasından seçtiklerini kral yapmak, hanedanların çöküşünü ilan etmek, hücum adımlarıyla Avrupa'nın çehresini değiştirmek; tehdit ettiğiniz zaman, elinizi Tanrı'nın kılıcının kabzasına koyduğunuzu hissettirmek; tek bir insanın ardında hem Hannibal'i hem Sezar'ı hem Şarlman'ı izlemek; bütün şafaklarımıza, kazanılmış bir savaşın parlak müjdesini katan bir insanın milleti olmak; sabahları sizi uyandıran bir çalar saat yerine Invalides'in toplarına sahip olmak; ışıklı boşluklara alevi ebediyen sönmeyecek mucizevi kelimeler fırlatmak: Marengo, Arcole, Austerlitz, lèna, Wagram! Her an yüzyılların tepesinde çiçek gibi zafer yıldızları açtırmak, Roma İmparatorluğuma nazire bir Fransız İmparatorluğu yaratmak, büyük millet olmak ve büyük orduyu dünyaya getirmek, bir dağın her bir yanına kartallar salması gibi, dünyanın dört bir yanına lejyonlarını uçurmak, yenmek, hükmetmek, yıldırım gibi çarpmak, zaferleri sayesinde Avrupa'da âdeta bir altın millet haline gelmek, tarih içinde devlerin bando mızıkasını çalmak, dünyayı iki kere fethetmek. Bir fetihle, bir de şaşaa ile gözleri kamaştırmak, yüce bir şeydir; bundan daha büyük ne olabilir?

Combeferre:

- Özgür olmak, dedi.

Bu sefer Marius başını eğdi. Bu sade ve soğuk kelime keskin bir çelik gibi, taşkın destani sözlerini delip geçmişti ve bu destani taşkınlığın içinde eriyip kaybolduğunu hissediyordu. Gözlerini kaldırdığı zaman, Combeferre'in artık orada olmadığını gördü. Herhalde tanrılaştırmaya karşı verdiği cevaptan memnun, çekilip gitmişti ve diğer hepsi de, Enjolras hariç, onu takip etmişlerdi. Oda boşalmıştı. Marius'la yalnız kalan Enjolras ona ciddi ciddi bakıyordu. Bu arada fikirlerini biraz toparlayan Marius, kendisini yenilmiş saymıyordu. İçinde hâlâ bir galeyan kalıntısı vardı ve hiç şüphesiz Enjolras'a karşı bir muhakeme silsilesi halinde dile gelecekti ki, birdenbire birisinin merdivenden inerken şarkı söylediği duyuldu. Combeferre'di bu, söylediği şarkı da şuydu:


Şayet Sezar verseydi bana

Savaşlarını, zaferlerini.

Bırakmak şartıyla bir yana

Anamın kalbimdeki yerini,

Ona derdim ki ulu Sezar

Gözümde ne savaş ne zafer var,

İstemem, hepsini al geri

Anamın kalbimde dolmaz yeri, oy!

Anamın kalbimde dolmaz yeri!


Combeferre'in söyleyişindeki duygulu ve vahşi eda bu kıtaya garip bir büyüklük veriyordu. Marius gözü tavanda, düşünceli düşünceli, âdeta mekânik bir şekilde tekrarladı: "Anam?.."

Tam o an omzunda Enjolras'ın elini hissetti. Enjolras ona:

- Vatandaş, dedi, anam, cumhuriyettir.

VI

RES ANGUSTA

O akşamki toplantı Marius'un ruhunda derin bir sarsıntı ve kederli bir karanlık bıraktı. Toprağın demirle bağrını açıp içine buğday tohumunu bıraktıkları zaman duyduğu hissi duydu. Toprak o an ancak yaranın acısını duyar; tohumun kıpırdanışı ve meyvenin sevinci daha sonra gelecektir.

Marius üzgündü. Tam kendisine bir inanç bulmuşken, şimdi onu atması mı gerekecekti? Kendi kendine "Hayır," dedi. Kendisinden şüphe etmek istemediğini bildirdi, fakat elinde olmadan şüphe etmeye başladı. Biri henüz çıkılmamış, öbürü henüz girilmemiş iki din arasında bulunmak, dayanılır bir şey değildir; ve de alacakaranlıklardan ancak yarasa ruhlar hoşlanır. Marius açık yürekli bir gözbebeğiydi ve ona hakiki ışık gerekti. Şüphenin yarı aydınlığı onu rahatsız ediyordu. Bulunduğu yerde kalmayı, onunla yetinmeyi ne kadar arzu ederse etsin, karşı konulmaz bir güç, onu devam etmeye, ilerlemeye, incelemeye, düşünmeye, daha ötelere gitmeye zorluyordu. Bu onu nereye götürecekti? Onu babasına yaklaştıran bunca adım attıktan sonra, şimdi ondan uzaklaştıracak adımlar atmaktan korkuyordu. Aklına gelen bütün bu düşünceler onun huzursuzluğunu büsbütün arttırıyordu. Etrafını çepeçevre dik yamaçlar sarıyordu. Ne büyükbabasıyla ne de dostlarıyla aynı fikirdeydi. Birine göre cüretkâr, ötekilere göre geri kafalıydı. Kendisini çifte yalnızlık içinde görüyordu; hem ihtiyarlıktan hem de gençlikten yana. Musain Kahvehanesine gitmez oldu.

Vicdanını saran bu karışıklık içinde, hayatın bazı ciddi taraflarını artık hiç düşünmüyordu. Ne var ki, hayatın gerçekleri kendilerini unutturmazlar. Birden çıkagelip ona şiddetle dirsek atmaya başladılar.

Bir sabah, otel sahibi Marius'un odasına girip ona:

- Mösyö Courfeyrac size kefil oldu, dedi.

- Evet.

- Ama bana para lazım.

- Courfeyrac'a tarafımdan rica edin, gelip benimle görüşsün, dedi Marius.

Courfeyrac gelince otel sahibi yanlarından ayrıldı. Marius, o vakte kadar ona söylemeyi düşünmediği şeyi, yani dünyada hemen hemen yalnız olduğunu, anası babası bulunmadığını anlattı.

- Ne olacak şimdi? dedi Courfeyrac.

- Hiç bilmiyorum, diye cevap verdi Marius.

- Ne yapacaksınız?

- Hiç bilmiyorum.

- Paranız var mı?

- On beş frank.

- Size ödünç vereyim ister misiniz?

- Katiyen.

- Elbiseleriniz var mı?

- İşte.

- Süs eşyanız?

- Bir saat.

- Gümüş mü?

- Altın, İşte bu.

- Redingotunuzla bir pantolonunuzu alacak bir elbiseci biliyorum.

-İyi.

- Sadece bir pantolon, bir yelek, bir şapka, bir de ceketiniz kalacak.

- Bir de potinlerim.

- Ne yani! Yalınayak mı yürüyeceksiniz? Ne lüks.

- Bu kadarı yeter.

- Saatinizi satın alacak bir saatçi tanıyorum.

- Güzel.

- Hayır güzel değil. Ne yapacaksınız sonra?

- Gereken her şeyi. Daha doğrusu dürüstçe yapabileceğim her şeyi.

- İngilizce bilir misiniz?

- Hayır.

- Almanca?

- Hayır.

- Çok yazık.

- Niçin?

- Şunun için ki, dostlarımdan bir kitapçı, ansiklopedi gibi bir şey hazırlıyor; buna Almancadan, İngilizceden makaleler çevirebilirdiniz.

- İngilizce, Almanca öğrenirim.

- Peki o arada?

- O arada elbiselerimle saatimi yerim.

Elbiseciyi çağırttılar. Eskileri yirmi franka satın aldı.

Saatçiye gittiler. O da kırk beş franka saati aldı. Otele dönüşte Marius, Courfeyrac'a:

- Fena değil, diyordu, önceki on beş frankımla beraber seksen frank ediyor.

- Peki ya otelin hesabı? diye Courfeyrac bir hatırlatma yaptı.

- Ha, sahi, unutuyordum, dedi Marius.

Otelci hemen ödenmesi gereken masraf pusulasını getirdi. Yetmiş frank tutuyordu.

- On frank kalıyor bana, dedi Marius.

Courfeyrac:

- Vay canına, dedi, demek İngilizce öğrenirken beş frank yiyeceksiniz. Beş frank da Almanca öğrenirken. Bir dili çarçabuk yutuvermek olacak bu ya da yüz meteliklik bir parayı pek ağır yemek.

Bu arada sıkıntılı zamanlar için aslında oldukça iyi bir insan olan Gillenormand Teyze, sonunda Marius'un kaldığı yeri keşfetmişti.

Bir sabah okuldan döndüğünde, Marius, teyzesinden bir mektupla mühürlü bir kutu içinde altmış pistol, yani altı yüz altın frank buldu.

Teyzesine geçim imkânlarına sahip olduğunu ve artık bütün ihtiyaçlarını karşılayabildiğim bildiren saygılı bir mektup yazarak otuz Louis altınını ona geri gönderdi.

Teyze, paranın böyle geri çevrilmesini, öfkesini büsbütün azdırır korkusuyla büyükbabaya hiç bildirmedi. Zaten o da "Bir daha bana bu kan içici herifin lafını etmeyeceksin!" dememiş miydi?

Marius borçlanmak istemediği için, Porte-Saint-Jacques Oteli'nden çıktı.

Continue Reading

You'll Also Like

70.4K 5.5K 55
On yaşında öksüz kalan Jane Eyre, kendisini hiçbir zaman sevmeyen, ancak kocasının vasiyeti üzerine bakımını üstlenen yengesiyle zor bir yaşam sürmek...
47K 868 17
Marvel evrenini ve kahramanlarını tanısanız iyi olmaz mıydı?
35K 398 9
Mükemmel "AŞK-I MEMNU" Romanının kısa derlemesi... iyi okumalar
36.6K 1.4K 10
Victor Hugo, 1829 yılında yayımlanan Bir İdam Mahkûmunun Son Günü'nü yazdığında 26 yaşındaydı. Genç yazar, ölüme mahkûm edilen bir insanın son gününü...