-DOKUZUNCU KİTAP-

412 7 1
                                    


Yüce Karanlık, Yüce Gün Doğuşu

I

MUTSUZLARA ACIMAK, FAKAT MUTLULARI HOŞ GÖRMEK

Korkunç bir şeydir mutlu olmak! Onunla nasıl da yetinilir! Nasıl da onun yeter olduğu sanılır! Yaşamın yalancı amacı olan mutluluğu elde edince, gerçek amaç olan ödev nasıl da unutuluverir!

Yalnız şunu da söylemek gerekir ki, Marius'u suçlamak haksızlık olur.

Marius, söylediğimiz gibi, evlenme öncesinde Mösyö Fauchelevent'a hiçbir şey sormamıştı; evlenmenin ardından da Jean Valjean'a sormaya çekinmişti. Kendini koyuverip ardından sürüklendiği o sözü verdiğine pişman olmuştu. Üzüntüye bu denli ödün vermekle yanılmış olduğunu kendi kendine sık sık yinelemişti. Jean Valjean'ı yavaş yavaş evinden uzaklaştırmakla, elinden geldiğince onu Cosette'in zihninden silmekle yetinmişti. Bir bakıma sürekli Cosette'le Jean Valjean'ın arasına girmişti; böylelikle Cosette'in Jean Valjean'ı göremeyeceği, onu asla düşünmeyeceği konusunda kuşkusu yoktu. Silinmekten de öte bir şeydi bu; yok olmalıydı.

Marius gerekliliğine ve doğru olduğuna inandığı şeyi yapıyordu. Jean Valjean'ı, sertlik göstermeden ama güçsüz de davranmadan uzaklaştırmak için şimdiye değin gördüğümüz, ileride daha da başkalarını göreceğimiz önemli nedenler olduğuna inanıyordu. Savunmasını üzerine aldığı bir duruşmada, tesadüf Laffitte'in eski bir görevlisini karşısına çıkardığından ötürü, istemeyerek de olsa kimi ilginç bilgiler elde etmişti; yalnız saklamaya söz verdiği o gize saygı duyarak, Jean Valjean'ın sakıncalı durumunu da korumaya çalışarak bu bilgileri derinleştirmek istememişti. Tam o sırada yerine getirilmesi gerektiğine inandığı önemli bir görevi olduğunu düşünüyordu: özenli bir biçimde araştırdığı birisine altı yüz bin frangın geri verilmesi işi. O ana gelinceye kadar o paraya el sürmekten kaçınıyordu.

Cosette'e gelince, bu sırların hiçbirini bilmiyordu; ama bundan ötürü onu suçlamak güçtü. Marius'tan kendine yönelen çok güçlü bir çekimsel akım vardı; içgüdüsüyle ve sanki iradesinin dışında, Marius'un belirli bir isteği olduğunu seziyor ve ona uyuyordu. Kocası ona hiçbir şey söylememişti; Cosette onun sessiz düşüncelerinin, bulanık ama kesin baskısını hissediyor, buna körü körüne boyun eğiyordu. Buradaki boyun eğme, Marius'un unuttuğunu kendisinin de anımsamamasıydı. Bunun için göstereceği bir çaba da yoktu. Nedenini kendi de bilmeden, ortalıkta onu suçlayacak bir şey olmaksızın, ruhu öylesine kocasının ruhu olmuştu ki, Marius'un zihninde gölgelenen herhangi bir şey, onun zihninde de kararıyordu.

Yalnız pek ileri gitmeyelim; Jean Valjean konusundaki bu unutma, bu silinme yüzeydeydi sadece. Cosette unutkan olmaktan çok dalgındı. Gerçekten uzun süre "baba" adını verdiği kişiyi çok seviyordu; ama kocasını daha çok seviyordu. Yüreğinin dengesini bir ölçüde bozan, bir yana eğen de bu olmuştu.

Arada bir Cosette'in Jean Valjean'dan söz açtığı, gelmeyişine şaştığı oluyordu. Böyle durumlarda Marius onu yatıştırıyordu: "Burada değil sanırım. Bir yolculuğa çıkacağını söylememiş miydi?" "Doğru," diye düşünüyordu Cosette. "Böyle ortadan kayboluvermek onun âdetidir. Yalnız bu kadar uzun sürmezdi."

İki, üç kez Nicolette'i Homme-Armé Sokağı'na yollayıp Mösyö Jean'ın dönüp dönmediğini sordurmuştu. Jean Valjean, "Dönmemiş," dedirtti. Cosette de ondan sonra pek üstelemedi, çünkü onun yeryüzünde bir tek gereksinimi vardı: Marius.

Şunu da söylemek gerekiyor: Marius'la Cosette de kentten uzaklaşmışlardı. Vernon'a gitmişlerdi. Marius, Cosette'i babasının mezarını ziyarete götürmüştü.

Marius Cosette'i azar azar Jean Valjean'ın elinden almıştı. Cosette de karşı koymamıştı. Kaldı ki, bazı durumlarda pek sert davranmaktan doğan çocukların değer bilmezliği denilen şey, öyle sanıldığı gibi suçlanacak bir şey değildir. Yaradılışın değer bilmezliğidir bu. Başka bir yerde de söz ettiğimiz gibi, yaradılış "kendi önüne bakar". Yaradılış canlı varlıkları ikiye ayırır: gelenler ve gidenler. Gidenler karanlığa doğru dönmüşlerdir, gelenler ışığa dönüktür. İşte, yaşlılar için kaçınılmaz ve gençler için irade dışı olan uzaklıklar bundan kaynaklanır. Başlangıçta fark edilmeyen bu uzaklık, her dal sürmesinde olduğu gibi, yavaş yavaş çoğalır. Dallar ağaçtan ayrılmamakla birlikte, ondan uzaklaşırlar. Onların suçu değildir bu. Gençlik sevincin bulunduğu yere, şenliklere, parlak ışıklara, tutkulara doğru gider. Yaşlılık ise sona doğru. Birbirlerini gözden yitirmeseler bile kucaklaşma yoktur artık. Gençler yaşamın soğukluğunu, yaşlılar da mezarın soğukluğunu duyarlar. Bu zavallı çocukları suçlamayalım!

SefillerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin