bölüm yedi: kraliçenin ellerinde bir gece

102 9 67
                                    


Sarayın uzaklarında, yaşadığım sokaklarda bahar açmaya başlamıştı. Çocuklar koşuşturuyor, pazarda insanlar bağrışıyordu. Biraz daha düzelen durumlar hemen belli etmişti etkisini her yerde. Belli ki unutmuştu herkes krallarının yokluğunu. Hayatları devam ediyordu sonuçta. Pirincini yiyor muydu? Yiyordu. Yetiyordu herkese. Güneş parlak, rüzgâr serindi. Baharın güzelliği insanların yüzüne vuruyordu. Fakat, bu sokaklara uğrayan asıl bahar tam karşımdaydı. Taeyeon ve Sooyeon.

Bir şeyleri anlamlandırma çabasında geçen hayatım başından sona üstü karalanmış anlamlarla doluydu. Bulduğum cevaplar ya terk edilmiş ya da başkaları tarafından parçalanmıştı. Her adımımda kayıplarla karşılaşan ben, en çok da bu iki kadını kaybetmeye korkuyorum. Kraliçe'mden bile daha çok, onların yokluğu beni ürkütüyor. Hiç benim olmayan bir şeyin kaybından değil de her şeyimin kaybında bile kaybetmediğim bu iki kadının kayıplara karışmasından korkuyorum.

Taeyeon'un elleri nasırlaşmış, sert. Hep bir şeyler tamir etmekten yorgun, yeni bir şeyler üretmekten yorgun olmasa da. Küçük bir dal parçasını inceltiyor bıçağıyla, çok dikkatli. Çünkü en ufak bir yanlışında parmaklarından olabilir, bütün bunları yapabiliyor olmasının en büyük nedeni olan parmaklarından. Bir silah mı yapıyor yoksa başka bir uğraşı mı var bilmiyorum fakat Sooyeon'un gözleri onu heyecanla takip ediyor, pür dikkat. Bir şeyler öğrenmek istediğinden değil, bunu biliyorum. Hep sevmiştir Taeyeon'un ellerini izlemeyi, diktiği kıyafetleri incelemeyi ve ürettiği eşyaları temizlemeyi. Şimdi de bir farkı yok fakat biliyorum ki o iki taşın üzerinde dip dibe oturmadan hemen önce, "ya Taeyeon-ah, nasıl kullanıyorsun şu şeyleri," diye ruhsuz bir şekilde somurtmuştur Sooyeon unnie.

Şimdi, beni çok mu çok özlediklerini derinden bilsem de yanlarına gitme cesareti doğmuyor kalbime. Onları birbirleriyle bırakmayı seviyorum, ne zaman anlayacaklarını beklemek beni yoruyor olsa da. Çünkü bir şeyleri anlamlandırma çabasında geçen hayatım hep bu kadının dudaklarından dökülenler ve gözlerinden parlayanlarla doluydu, ben hep onlardan öğrenmiş ve asla terk edilmeyen ya da parçalanmayan cevaplarımın hepsini onlardan dinlemiştim. Şimdi, bir kez daha anlamlandırmaya çalıştığım bu hayatım yine onların hareketlerinde arıyor anlamını.

Saraydan buraya yürüdüğüm her yol, insanlarla dolu olan her yer... Kraliçe'min sözleri ve hayatında ben bu kelimenin anlamını yitirdim. İnsan, şimdi, anlamı terk edilmiş ve parçalanmış bir şekilde bekliyor orada. Kraliçe'min insanlığını yok eden neydi? Ve beni onun insan olmayışında bu kadar şaşırtan şey neydi? Hatırlıyorum, baharın kollarında birbirlerini izleyen şu iki kadına söylediklerimi çok net hatırlıyorum. Kraliçe'm çok farklı, bizden değil. Fakat çok daha farklı, aynı zamanda bizden biri gibi sanki. Ah, onun kalbini yok eden bu görev, bu ilahi sıfattı her şeyin suçlusu.

Taeyeon unnie, kestiği dal parçasının üzerindeki tozlara sertçe üfleyince o sırada, tozlar onu çok yakından izleyen Sooyeon unnie'nin suratına çarpıyor. "Ya, Taengoo!"

"Ah, ay! Özür dilerim, Sooyeon-ah! Alışkanlık işte," yerinden fırlayıp kapının önündeki tası alıp su dolduruyor hızlıca. Yüzü kızarmış, endişeli Taeyeon unnie'm belli ki kalbinin kontrolünü kaybetmek üzere. Bir bez parçası kapıp koştuğunda Sooyeon unnie hâlâ gözlerini ovuşturuyor ve sızlanıyordu. "Sooyeon-ah, dur bi' bakayım."

"Senden nefret ediyorum," diyor Sooyeon unnie. Anlamı olmayan cümleler kuruyor her zamanki gibi, o üçümüz arasında en büyük kaçak.

"O kadar... O kadar yakında durmasaydın sen de."

"Ya şimdi benim suçum oldu," Taeyeon unnie tam onun yüzüne uzanmıştı ki elindeki bez parçasıyla Sooyeon unnie bir sinirle kapıp kendi siliyor gözlerini. Taeyeon unnie şaşkın, utanmış, korkmuş... Onu böyle izlemek yüzüme kocaman bir gülümseme katsa da neler hissettiğini tahmin edebildiğimden üzülmüyor da değilim.

the queen's heart //yoonyulWhere stories live. Discover now