bölüm on bir: her şeye rağmen yine de sen

64 5 4
                                    


Babamın arkadaşı olduğunu söyleyen askerin adı Cho Jungseok idi. Taeyeon unnie beni, Sooyeon unnie ise onu bir kenara çekti ve saatlerce konuştuk. Taeyeon ile beklerken uyuklamıştık, Sooyeon kimseye öyle kolay kolay güvenmezdi de bu yüzden vaktimizi uyuklamaktan başka bir şeye harcayamadık. Beni Cho Jungseok'un yanına yaklaştırmak istemediğinden onunla konuştuğunda bizi kovuyordu -onu zorlu sorularla yorduğundan emindim. Belki halim yoktu belki de gücüm fakat bir nedenle her şeyi Sooyeon unnie'nin omuzlarına bırakmak beni kötü hissettirmiyordu. Evet, beklemek bunaltıcı ve zordu. Fakat hayatımı bir kez daha büyük bir riske atmak istemiyordum -buna iznim de yoktu. Bu iyi bir şeydi, yanımda Sooyeon gibi birinin olması.

"Yoona," bir eliyle uykulu gözlerini ovuştururken diğer elini dizime koydu Taeyeon unnie ve yavaşça okşadı. Uyumasını istemiştim, o da benim uyumamı istemişti. İkimiz de inat konusunda birbirimizle yarıştığımızdan ve Sooyeon unnie'nin bizimle ilgilenecek hali olmadığından sonuçsuz kalmıştı tabii. Yorgun gözlerini yumdu, derin bir nefes aldı. Gözlerini tekrardan açtığında hazırdı konuşmaya. "Sooyeon'u bu kadar tutan şey ne bilmiyorum, gerçekten. Ama... Yoona, bu adamın yalan söyleme ihtimali yok."

"Nasıl?"

"Biliyorsun ya biz beraber büyüdük. Ben de Sooyeon da... Hep kimsesizdik," saçlarıma uzattı iki elini ve okşadı bana gülümserken. Biliyordum bana anlatacaklarında acı sırlar olduğunu, benden bunca zaman sakladıkları bir şeyler olduğunu... Kim Taeyeon'un gözleri öyle aktı mı sözlerinden önce açıklardı her şeyi çünkü. Penceremden içeri soğuk ayın ışığı giriyordu, kalbim -bu sır her neyse- öğrenmeye hazırdı. Neden? Nasıl? Belki de çoktan yaralı olduğumdandı. "Küçük yaşta başladı bizim hırsızlığımız, senin gibi sonradan değil. Yoona'm, çok üzgünüm, hatırlamadığın, bilmediğin onca şey var ki."

"Söyle, unnie. Beni üzmemek için saklamışsınızdır, hmm? Değil mi?"

Derince, çok içten bir nefes aldı ve üzgün gözlerinden yaşlar akmaya devam etti. Burnunu çekti, saçlarımı okşadıktan sonra anlattı bana her şeyi. Dedi ki, "özür dilerim." Ellerimi tuttu sıcacık fakat titreyen avuçlarının arasında. Soğuk ayın ışığı yüzüne çarpıyordu, gözyaşlarının ıslak izleri yanağında inciler gibi parlıyordu. "Sooyeon adına da özür dilerim. Fakat bütün bunları saklamalıydık, annenle babana onlar ölmeden önce verdiğimiz bir sözdü bu. Sana hiçbir şey anlatmayacaktık. Güzelce büyütecektik seni. Sonra da yollarımıza gidecektik. Cebimize para sıkıştırmıştı. Fakat, Yoona, biz seni güzelce büyütemedik. Biz de senin kadar küçüktük, ne anlardık ki? O yaşımıza kadar sadece onu bunu çalmayı öğrenmiştik. Seni de kendimize benzettik. Yoona... Ama seni çok mu çok sevdik. Kaç kere denesek de gidemedik, seni bırakamadık. Sana bakmakla yükümlü iki hizmetçiydik belki de ama seni arkadaşımız bildik. Kardeşimiz gibi sevdik. Seni de kirlettik."

"Taengoo-yah..."

"Hayır, dinle. Bak, biz o zamanlar sizin bahçeye dalmıştık. İkimiz de çok acıkmıştık, parlak meyveler vardı ağaçların dallarında da duramadık. Birkaç meyve saklamıştık kıyafetlerimizde, baban da görmüştü bizi. Biz hayatımızın sonu geldi diye korkmuşken o bize demişti ki yiyin afiyetle. Sonra saçlarımızı yıkamamıza izin vermişti. Biz gölgelerin altında otururken saçlarımız kurusun diye, baban gidip senin giysilerinden getirmişti. Biliyorum, annenle baban nefret ederdi hırsızlardan. Seni de bir hırsız yaptığımızı bilse bizden ne çok nefret ederdi kim bilir? Ama elimizden dahası gelmedi ki... Nasıl yetiştirebilirdik ki seni? Annen gibi davranmalıydım sana, belki daha soğuk -fakat ben sadece bir yaş büyüğüm senden ve ben de küçüktüm. Hâlâ da küçüğüm, çok küçüğüm, senden de küçüğüm belki... Fakat, Yoona'm..." Ellerime bir öpücük kondurdu, sonra göğsüne yaklaştırdı onları -çok sıkı tutuyordu, sıcacıktı. "Sen bizim gibi değilsin. Sen... Sen gerçekten bir prensessin."

the queen's heart //yoonyulWhere stories live. Discover now