bölüm iki: sarayın hazinesine doğru

148 18 60
                                    


Ay ve yıldızların gölgesinde oturup bekledim, gözlerim kapanmıyordu. Zorla kapatıp yatsam, bir oraya bir buraya dönüyor ve bazen düşüncelerden çıkıp başka düşüncelere uğruyor, en sonunda yine uyuyamıyordum. Terliyordum, fakat havanın buradaki tek suçlu olmadığını biliyordum aynı zamanda. Gece, en azından, bazen esiyordu buralar. Ağaç dalları sallanıyor, yapraklardan ve meyvelerinden ve çiçeklerinden güzel mi güzel kokular geliyordu. Böcek sesleri, benim gibi uykusuz birkaç kişinin kıpırdayışları ve Taeyeon unnie'nin iğnesiyle ipliğiyle uğraştığı şeylerin sesleri de beni yalnız bırakmıyordu.

Kraliçe aklımdan çıkmak bilmiyordu.

Doğduğum gün babam bir ağaç, annem ise bir elbise dikmiş. Babamın ağacı büyüyüp de çiçeklendiğinde ben hâlâ küçük bir çocuktum, meyvelerini toplar ve eteklerimin içinde saklardım. Sonra çıkardım bir tepeye ve güneşin altında oturur, ileride ve aşağıda görünen saraya bakarak yerdim hepsini. Çok sulu, çok tatlı olurlardı. Ellerim yapış yapış olurdu ve elbiselerim kirlenirdi. Öyle mutlu ederdi ki oradaki anlar beni. Bazen Taeyeon unnie ve Sooyeon unnie de takılırdı peşime, fakat pek de yorulurlardı ben koşarken. Birlikte tembellik yapmayı severlerdi. Lakin ne zaman o yeşil tepeye ulaşsak neredeyse benim kadar mutlu olurlardı, uzanırlar ve göğü izlerlerdi, bazen de ağaçların altında sohbet ederlerdi. Ben de ağaçlara tırmanırdım ve başlarına elime geçen her şeyi fırlatırdım. Bir sincaptım, bir yaramaz sincap ve gülümsemem eksilmezdi. Annem de babam da tarlada ürettiklerini pazarda satarlardı, ben de etrafta koşar veyahut tepeme çıkardım işte. Kraliçe o zamanlar genç bir prensesti, yeni evlenmişti ve saraya yerleşmişti. Hepimizin aklında o vardı, çünkü onu ancak uzaktan görebilsek de ne kadar güzel olduğuna dair bir sürü şey duyardık. Annem, saçlarımı okşar ve tüm prenseslerden daha güzel olduğumu söylerdi. Babam da alnımı öper ve zaten bir prenses oluğumdan bahsederdi. Bir gün evimizin önüne gelip ağacımızı aldılar. Üzerlerinde kılıçlar, yüzlerinde maskeler vardı. Sadece bizim ağacımızı değil, her şeyimizi ve herkesin her şeylerini almaya kalkıştılar. Sonra öğrendik bu işi kralın yaptığını, o zamanlar küçüktüm ve nedenini bilemedim. Havalar sanki hep karanlık, etraf hep korkunç ve kanlıydı. Çığlıklar, bağrışmalar o zamanların melodisiydi. Korkudan çıkamaz oldum tepeme de ağaçlarıma da. İnsanlar isyan etti, kral öldürüldü ve kraliçe sürgüne yollandı. Bu yüzden severdik yeni kralımızı da yeni kraliçemizi de. Fakat işler düzelmeden hemen önce, annem pazardaki eşyalar alınmasın diye uğraşırken öldürülmüştü. Zorla kurtarabildiği tek şey, avuçlarında sımsıkı tuttuğu ve yamaladığı o ilk elbisemdi bana diktiği. Lakin beyaz rengi kırmızıya bulanmıştı, bir daha sevemedim onu. Babam ise çok kötü yaralanmıştı, kanları aktı da aktı. İyileştiremedi kimseler onu. Bir ay sonra o da ölüverdi. Eli elimdeydi, ölmeden önce saçlarımı okşayıp alnımdan öptü ve "Prensesim," dedi. Gözlerini kapadı, bir daha evim olmayacak sandım. Kraliçe'nin özel askerleri uğradı, bir kese altın bıraktılar ellerime. Özür dilemek içindi, yeni kraliçeyi hep sevdim bu yüzden. Açlıktan ölmediğim için. Soğuktan ölmediğim için.

O zamanlarda da çok düşünürdüm kraliçemizi, bir abla gibi ve bir anne gibi severdim onu ve geceleri tahtalara bir surat çizer konuşurdum onunla. Bazen ondan daha güzel olduğumu söyleyip gülerdim.

Lakin, şimdi, kraliçe aklımdan gitmiyordu ve ben o küçük çocuk değildim. Yıllar geçmişti her şeyin üzerinden. Kraliçe uzun zaman çocuk yapamamıştı, ilk iki çocuğu ölmüştü ve daha geçen sene doğan prens benim gibi yalnızdı. Babası onu terk etmiş, annesi ise yalnız bırakmıştı onu.

Zavallı annesi.

Sesinin kulaklarımı terk etmediği, bedeninin gözlerimde sonsuz bir anı gibi yapıştığı, sıcak buharların ortasında dolanan kokunun ve kokusunun burnumu derin derin yaktığı o zavallı annesi...

the queen's heart //yoonyulWhere stories live. Discover now