E

1.4K 75 53
                                    

Koltukta oturduğumda titreyen telefonuma çevirdim gözlerimi.
Mesaj ondandı, kalbimdeki bu sızı normal miydi?
Mesaja girdiğimde içimdeki kötü histen dolayı ellerim titriyordu, sanki.. boğuluyordum.

“Jimin, sevgilim.
Ne gariptir ki
Her düşüşümde, seni görürdüm.
Kaldırmak için hep beklersin, hiç mi tükenmez gücün senin?
Ama benim gücüm bitti sevgilim.
Eriyorum, sensizlikten yavaş yavaş eriyorum.”

Satırları tekrar tekrar okurken ellerim tuşlara yöneliyordu. Ama sanki zaman durmuştu.

“Jungkook, neler oluyor?”

“Soğuk yerler, sular taşıyor.
Kırmızı rengini severdik ya hani elimizde açan güller gibi. Bak suyu da renklendirdim, senin için.”

Son satırı okumamla boğazımdan bir hıçkırık kaçması bir oldu. Telefonu titrememden dolayı düşürmüş, dizimin bağları çözülmüştü. Dudaklarım titreyerek yere kaydığımda, gözyaşlarım da sanki sarf edemediğim kelimeleri söylercesine akmaya başlamıştı.
Ben onu canımdan öte sevmişken, saçına değen rüzgar onu incitir diye korkarken
O kendine zarar vermişti.

“TAEHYUNG, TAEHYUNG NERDESİN!”

Attığım çığlıklarla saçlarımı çekiştirip yerde debeleniyordum. Duymuyordu, lanet olsun duymuyordu. Onun yanına gitmeliydim yoksa kendini asla durdurmazdı, biliyordum.

Komididen arabanın anahtarını alıp paltomu hızla kaptım ve kapıdan uçarcasına çıktım. Arabaya binerken düşecekken son anda toparladım ve binip son sürat bir zamanlar yuvama, şimdi ölüm kokan o eve sürdüm.

Ona bir şey olma düşüncesiyle aklım gidiyordu ve daha da hızlanıyordum.
Yine mesaj geldi, yine telefonum titredi, yine benim ruhum eksildi.

Telefonu yan koltuktan kapıp hem yola hem telefona bakmaya çalışırken, attığı resimlerle kalakaldım.

Lavaboya damlamış oluk oluk kan resmi, kandan geçilmeyen uzun, kemikli elleri.. Diğer bir fotoğrafta ise küvette güller vardı, su ise kandan dolayı kaybetmişti tüm saflığını.
Ölüyordu
Benim yüzümden.

Eve vardığımda koşarak kapıyı yumruklamaya başladım. Kıracaktım yemin olsun eğer beş saniye daha bekleseydim. Bir daha geçirecekken yumruğum havada kalmış, gözlerim kızarmış ve dağılmış bir haldeydim.

Jungkook'un beyaz tişörtü günahlarının bedelini ödercesine kanlanmıştı. Bir zamanlar öpmek için delirdiğim dudağında sigara, beni iyileştiren ellerinden damlayan kan ve tuttuğu güller.

Rengi solmuştu, çok kan kaybetmiş olmalıydı, halsizlikle gülen dudakları aralandı.

"S-son kez duydun beni değil mi meleğim?"

Ben ise tam bir dehşetteydim, konuşamadım.
“NE YAPTIN SEN JUNGKOOK”

İçeri nasıl girdim bilmiyorum, nasıl yalpalayarak o yardım çantasını aldığımı da. Yürüdüğüm yollarda kan lekeleri vardı, gülerek banyo yaptığımız yerden şimdi acılar içinde su taşıyordu, ağlıyordu sanki ikimiz için.

Biz birbirimize aittken, böyle oyunlar oynamak ağır gelmişti. Göklerde süzülürken kanatlarımızı koparmışlardı.
Ve biz yere çakılmıştık.

İstese de gelemedi bana, kollarımda dinlenmek isterken.
Şimdi dinlenmek için, başka bir yere gidiyordu.

Tanrım, beni artık duyuyor musun bilmiyorum ama; lütfen alma onu benden, bir daha asla görmemeye razıyım lütfen nefesi kesilmesin.

Her kan lekesini gördüğümde daha çok iç çekiyordum ve nefeslerimin zehir olup bedenime yayıldığını da biliyordum. Affet Jungkook, sen bana baharı getirirken ben sana sonsuz kışı bıraktım, özür dilerim.

Call Me By Your Name -Jikook-Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin