3. BÖLÜM

1.7K 320 62
                                    

İki saat süren zorlu bir sınavın ardından amfi şişmanca, iri yarı, yediklerini çiğneyip yutmadan tüküren bir devi andırıyor, öğrenciler bu devin ağzından gruplar halinde, memnuniyetsiz, düşünceli suratlarla çıkıyordu. Zor bir sınav olmuştu. Dışarı çıkan öğrenciler toplanmış, sınav hakkında konuşuyor, ahlar, vahlar havada uçuşuyordu. Hevi ise amfiden çıkar çıkmaz eve gitmek için merdivenlere doğru yöneldi. Onun için pek çok kişinin aksine 'normal' bir sınav olmuştu ve bu durumdan hoşnuttu. Şimdi, haftanın bu son gününde kendini biran önce eve atmak için sabırsızlanıyor, hızlı adımlarla zemin kattaki çıkış kapısına doğru yol alıyordu. Kendini hafiflemiş ve sebepsizce keyiflenmiş hissediyordu. 

Dışarı çıktığında kaskatı bir soğukla buluştu. Soğuk, bedeninin en ücra köşelerine nüfuz etmiş, saatlerdir uyuşmuş olan tüm hücrelerini yeniden uyandırmış gibiydi. Öyle hızlı ve öyle ani olmuştu ki bu uyanış, hiçbir saatin kadranı yetişememişti ona. Derin bir nefes alıp dışarıdaki havayı içine çekti. Fakültenin karşısında bulunan durağa doğru hızlı adımlarla yürüdü. Durağa geldiğinde keyfi yeniden kaçtı. Fakülteye dair sevmediği onlarca şey listeleyebilirdi, lakin en çok buradaki durakla başlayıp, bir başka durakta sonlanan yolculuk serüvenini sevmiyordu. Bazen dakikalarca otobüs bekler, geldiğinde ağzına kadar dolu bir araçla karşılaşır, ayakta, insanlarla üst üste yolculuk yapar, sebepsiz nedenlerle çıkan kavgalara şahit olur, nezaketsiz, art niyetli insanlarla uğraşmak zorunda kalırdı. Mesai bitimine bir saat kaldığını hatırlayınca içi bir nebze olsun umutla doldu. Oturamayacağını ama en azından tıklım tıklım bir otobüsle karşılaşmayacağını umuyordu. Umuduna ve uzun, siyah paltosuna sımsıkı sarılıp otobüsün gelmesini bekledi. Bu bekleyişler ona hep Einstein'ın izafiyet teorisini hatırlatırdı;

"elinizi bir dakikalığına sıcak bir fırının içine sokun, sanki bir saatmiş gibi gelir. Güzel bir kızla bir saat kadar zaman geçirin, bir dakikaymış gibi gelir. İzafiyet budur."

Öfkesi de bekleyişi gibi giderek artmaktaydı. En nihayetinde otobüs geldi. Neyse ki oturabileceği bir koltuk bulmuş, en azından öfkesi biraz olsun dinmişti. Isınabilmek için derin derin nefesler alıp, bedenini mümkün olduğunca kasmamaya çalışıyordu. Her nefeste içine terle, şeker aromalı parfüm karışımı nemli bir hava alıyor fakat yine de bir nebze olsun ısınabildiği için rahatlıyordu. Bir süre sonra tamamen ısınmış bir vaziyette, parmağının ucuyla pencerenin buğusunu silip, dışarıyı izlemeye başladı. Dışarısı kalabalık değildi, caddeler sadece araçlarla doluydu. Bu havada insanlar mecbur kalmadıkça evlerinden çıkmaz, mecbur olanlar ise şu saatte mesaide olurlardı. Geriye sadece deliler ya da evsizler kalırdı. 

 Bu iki vasfı da üzerinde gururla taşıyan birini biliyordu Hevi. Üstü başı yırtık, gereğinden fazla uzun, oldukça zayıf, ön dişleri kırık, dönemeçteki lambaların kıdemli evsizi 'Deli Rasim', kırmızı ışıkta bekleyen otobüsün kenarına yanaşmış, şoförden günlük yevmiyesini istiyordu. Hevi, üç senedir aynı güzergahta okula gidip geliyor, bu güzergahtaki çoğu şoför tarafından tanınıyor, en azından sima olarak biliniyordu. Bu şoförlerden öğrendiği kadarıyla Deli Rasim'in evsiz diğer pek çok insanın aksine, öyle acıklı bir hikayesi yoktu. O sadece çalışmayı sevmiyor, çalışmadan da bir şekilde yolunu bulmak istiyordu. Nitekim buluyordu da. Bu güzergahtan geçen her toplu taşıma aracı Deli Rasim'e günlük yevmiyesini veriyor o da bu yevmiyeyle geçimini sağlıyordu. Üstelik bu durumdan hiç de rahatsız olmuyordu. Şimdi de bu otobüsten yevmiyesini almış, bir sonraki için hevesle beklemekteydi. Otobüs ilerlemeye başlayınca Hevi Deli Rasim'e birdenbire öfke duymaya başladı. Yardıma muhtaç, yoksul, evsiz insanlar için içinde koca bir merhamet biriktirirken bu adam için iyi duygular beslemezdi fakat şimdiki gibi nefret ettiğini de hatırlamıyordu. Sanırım bu soğukta bile, pişkin pişkin 'dilencilik' yapması ve gerçekten yoksul olan insanların onurunu ayaklar altına alması Hevi'yi çileden çıkarmıştı. 

 Yaklaşık yarım saat sonra nihayet yolculuğunun son durağına varıp, otobüsten indi. Durak, evinin bulunduğu sokağın bitiminde, köşedeydi. Dümdüz, engebesiz, sakin bir sokaktı bu. Ankara'da bulunan diğer sokaklara göre daha çok ağaç bulundurduğundan, nispeten daha yeşil bir sokaktı. Hevi, sokağın karşı kaldırımlarına geçip biraz ilerledikten sonra duvarları fıstık yeşili olan bir apartmanın önünde durdu. Evine, kendini en çok ait hissettiği, en çok tanıdığı yere gelmişti. Yirmi iki daireli bu apartman sokaktaki en eski apartmanlardan biriydi. Hevi ve ailesi, yirmi sene önce köyden gelmişlerdi buraya ve hep burada kalmışlardı. Çoğunluğunu yaşlıların oluşturduğu apartman sakinleri de tıpkı onlar gibi çok uzun zamandır buradaydılar. Hevi, kendini bildi bileli hepsi vardı ve hepsini de çok severdi. Duvarlarının bile başka bir renge asla boyanmadığı bu apartmanda, sakinlerinin düzenli olarak değiştiği yalnızca dört daire vardı. Çoğunluğunu yeni evli çiftlerin oluşturduğu bu sakinler, burada birkaç yıl kalır, ellerinde birer ikişer çocukla ayrılırlardı. Kıdemlilerden en genç çift ise Hevi'nin anne ve babasıydı. Apartmandaki tüm yaşlılar en ufak ihtiyaçlarında apartmanın birinci katında oturan bu çiftin kapısını çalardı. 

HEVİ (TAMAMLANDI) #WATTYS2020Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin