1. BÖLÜM

3.8K 423 175
                                    

Son cemrenin toprağa henüz düşmüş olduğu şu Mart günlerinde, baharın müjdecisinden bihabermiş, ona hiç aldırış etmiyor, getirdiklerini kabullenip, bağrına basmıyor, inkar ediyormuş gibi soğuk ve griydi Ankara... Ankara için alışılagelmişin dışında bir durum değildi bu. Ayaz bu şehirdendi ve soğuk da burayı çok severdi. Bıçak gibi keskin, iç ürperten, yalın soğuktan, yağışsız, donuk ve gri günleri olurdu. Fakat bugün her zamankinden çok daha soğuk, bu öğle saatinde her zamankinden çok daha gri, neredeyse karanlıktı. Daha çok küskün, daha çok donuktu... 

Bu gri şehrin küskün bulutlarına hapsolmuş, duvarları bu bulutlarla aynı renk, binadan çok gökyüzüne ait bir uzuvmuş gibi duran, yüksek, çok katlı mühendislik fakültesinin bodrum katındaki kütüphanesinde ise genç bir kadın oturmaktaydı. Oturduğu yer kütüphanenin en ücra köşesi, onunsa bu kaskatı binada en sevdiği yerdi. Üç sene boyunca koridorlarını arşınladığı, dersliklerinde oturduğu, masalarında ders çalıştığı bu taş binada en çok burayı seviyordu. Çünkü burası bina içindeki en sessiz, insanlarla temasın en az olduğu noktaydı. Kütüphanenin en eski kitapları buradaki raflarda sıralanmıştı. Eski kitaplara pek rağbet edilmezdi. Çoğu bakımsızlıktan, silinmiş harflerinden, üzerlerine karalanmış bir takım notlardan, sayfa eksikliklerinden; küçük bir kısmı ise 'anlaşılamamazlıktan' dolayı tercih edilmezdi. Öğrenciler bu raflardan yüz çevirmişlerdi. Her şeyi kocaman bir makine gibi yiyip bitiren fakat asla doymak bilmeyen zaman, bu kitapların da sonunu getirmiş, kalıntılarını soğuk bir binanın en ücra köşesine hapsetmişti. Karşılıklı sıralanmış dört adet raf, rafların merkezinde konumlandırılmış olan bir adet masa ve masaya ait sandalyelerden oluşan bu küçük hapishane zaman zaman ziyaretçi alırdı, fakat bu ziyaretçilerin pek çoğu gelip geçiciydi. Hapishanenin müdavimi olan üç ziyaretçi vardı; yaşlı kütüphaneci, genç kadın ve kediler...

Kütüphaneci, görevinden dolayı burayı sık sık ziyaret eder, rafları düzenler, kitapların kaydını tutar, sayımlar yapardı... İşte şimdi de, genç kadının oturduğu masanın tam karşısında, elinde bir kağıt ve kalemle birlikte kitapları inceleyerek bir takım notlar tutmaktaydı. O, tüm dikkatiyle görevini yerine getirmeye çalışırken genç kadın da içinde farkedilme korkusuyla pür dikkat bu yaşlı adamı inceliyordu. Ona her baktığında yedi yaşındayken oluşturduğu tezin (o zamanlar bunun bir tez olduğunu bilmiyordu, üniversitede öğrenmişti bu afilli kelimeyi) kanıtlarını görüyordu. Kütüphaneci hakkında hiçbir şey bilmeyip, ona sadece dışarıdan baktığınızda onun bir kütüphaneci olduğunu kolaylıkla anlayabilirdiniz. Bu yaşlı adam ancak bir kütüphanede bulunabilecek sessizlikte, ağır ve sıkıcı adımlarla yürür, tok, alçak bir sesle konuşurdu. Kambur sırtı, sarkık, kalın dudakları, dikdörtgen şeklindeki yüzü bu kütüphaneye o kadar benzer, buraya o kadar aitmiş gibi dururdu ki, onlarca insanın arasından ayırt edilip 'işte bu kesinlikle bir kütüphaneci' denilebilirdi. Genç kadın, buna benzer bir durumu ilk kez yedi yaşındayken, babasıyla birlikte gittiği pazar yerinde fark etmişti. 

Tüm satıcılar sattıkları ürünlere benziyorlardı. Örneğin domates satan amca, tıpkı bir domates gibi kırmızı ve tombuldu, suratında domates çekirdeklerini andıran küçük noktacıklar vardı. Patates satıcısının kafası tıpkı bir patates gibi biçimsiz ve eğriydi. Patates sarısı ten rengi de işin cabasıydı. Muz satan adamın burnu da bir muza ancak bu kadar benzeyebilirdi. Tıpkı bir muz gibi kavisli ve onun gibi sarkıktı. Fasulye satıcısı yeşil gözlüydü mesela... Bu ve benzeri durumları ilk fark ettiğinde şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş, kalabalığı incelemekten babasının adımlarına yetişememiş, ondan azar işitmişti. O günden sonra herkesi ve her şeyi daha çok incelemeye başladı. İlk zamanlar bu işi büyük bir ciddiyetle yapıyor, onu hayrete düşüren bir takım örneklere rastlıyordu fakat büyüdükçe saçmaladığını düşünmüş, bir süre sonra da bu saçmalığa bir son vermişti. Kütüphaneci ona bu saçmalığı yeniden hatırlatmıştı; insanlar uzun süre bulundukları mekanların, temas ettikleri cisimlerin suretine bürünüyorlardı. Şu noktada kendine sık sık sorduğu o soru geldi aklına; kendisi nerenin ve neyin suretindeydi, hangi renkte, hangi şekildeydi..?

Kediler bu sorunun cevabını biliyorlarmış gibi miyavladılar. Genç kadını bir bilinmemezliğe doğru yol almaktan kurtarmak istemişlerdi sanki. Az önce akıllarda beliren, cevabının koca bir muamma olduğu bu zor soru şimdi toz olmuş, havada asılı kalmıştı. Genç kadın ve kütüphaneci sesin geldiği yöne doğru dönmüşlerdi. Kütüphane bodrum katındaydı. Hemen bitişiğinde bulunan depo, kediler için özellikle de kış aylarında yuva haline gelirdi. Şimdi de bir anne kedi ve yavrusuna ev sahipliği yapıyordu. Kütüphanenin bu ücra köşesini, kedilerin depodaki köşesinden ince bir duvar ayırmakta, kedi mırıltıları buradan kolaylıkla duyulmaktaydı. Genç kadın buraya ilk geldiği zaman, mırıltıları duyduğunda ciddi anlamda korkmuş, koşa koşa kütüphaneciye haber vermişti. Kütüphaneci durumu açıklayınca rahat bir nefes almış, kediler adına sevinmişti. Üstelik kedi sesleri sayesinde herkes bu noktadan olabildiğince uzağa oturmaya çalışıyor, en sevdiği köşede genç kadına geniş bir alan tanınıyordu. Bu, daha fazla özgürlük anlamına gelirdi. Buraya fırsat bulduğu her vakitte gelir, duruma göre ya kitap okur, ya ders çalışır, ya da biraz şekerleme yapardı. Bugün de son ara sınavına çalışmak için sabahın erken saatlerinde gelmiş, yirmi dakika öncesine kadar ders çalışmış. Şimdi de öylece durup, zihnini boşaltarak on dakika sonra başlayacak olan sınavı için neredeyse tüm hazırlıklarını tamamlamıştı. Ya da öyle yaptığını sanıyordu. Çünkü midesi başka türlü düşünüyor, onunla konuşuyordu...

HEVİ (TAMAMLANDI) #WATTYS2020Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin