D Ü Ş Ü N S E L İ | R I D D L E ' I N G E Ç M İ Ş İ

Start from the beginning
                                    

"Tatlım, artık gidebilirsin. Unutma, doğruca Profesör Dumbledore'nin odasına!"

Kafamı salladım, doğruldum ve Dumbledore'nin odasına yol aldım.

Büyük bir girişi vardı, ve yukarı doğru dönemeçli bir yol vardı. Fakat çıkmak için bir merdiven veya geçit yoktu. O sırada aklıma Dumbledore'nin söylediği şey geldi ve "Limon Şerbeti" diye bağırdım. Ortaya uzunca bir merdiven çıktı ve hızla merdivenleri çıktım.

Beni neyin beklediğini bilmiyordum ama çok güzel şeylerin beklemediğine de emindim.

Titreyen elimle kapıyı birkaç kez çaldım fakat ses gelmedi. Ben de kapıyı ittirdim ve inanılmaz derecede büyük ama aynı zamanda neredeyse adım atacak bir yer olmayan odayla karşılaştım.

Duvarlar tabloyla doluydu ve geri kalan yerlerse kitaplıktı. Ben de tek gördüğüm boşluğa doğru yürüdüm ve burada Dumbledore'yi beklemeye başladım.

Hem bu saatte gelmemi söyleyip hem bekletmek Dumbledore için oldukça garipti. O sırada masaya ayağımı çarptım ve felaket derece acıyan ayağımla kıvranmaya başlasam da daha önemli bir sorun vardı; masanın üstündeki kasede duran değişik siyah şeyler şu an yerdeydi ve garip bir şekilde zıplayarak uzaklaşıyordu.

Çok garip bir manzaraydı. Dumbledore'nin odasına izinsiz girmiş bir öğrenci zıplayan şekerleri yakalamaya çalışıyor.

Şu anki halimi biri görse eminim ki kahkahalarla gülerdi. Ve şekerlerin peşinden bu saçmalıkları düşünerek koşuyorken kafamı da bir yere çarptım ve yere düştüm.

Fakat o sırada kafamın acısıyla değil, önümde duran devasa şeyle ilgileniyordum. Önümde uzunca bir şey vardı ve içinde de etrafına masmavi ışıklar yayan bir su.

Daha demin bunun burada olduğunu hiç zannetmiyordum çünkü bu mavi ışık daha demin burada olsaydı bütün odayı aydınlatacağına emindim.

Suya doğru eğildim ve kendi yansımamı gördüm. Şu an içimde suya başımı daldırmak gibi inanılmaz bir istek vardı. Kendimi engellemeye çalışsam da sanki biri beni başımdan suya doğru itiyormuş gibi eğildim ve başımı suya daldırdım.

Ve karanlıkla düşmeye başladım. Birkaç saniye sonra ayaklarım katı zemine değdi, gözlerimi açtım ve Dumbledore ile beraber hareketli, eski moda bir Londra caddesinde olduğumu gördüm.

"Efendim, neredeyiz?"

Ama Dumbledore sanki beni duymuyormuş gibi etrafına bakınıyordu.

"Efendim.. Neredeyiz, nasıl geldik?"

Artık beni duymazlıktan gelmediğini, gerçekten duymadığını fark ettim ve ürperdim.

Bu daha genç bir Albus Dumbledore idi. Uzun saçı ve sakalı kestane rengiydi. Caddenin karşısına geçerken onu takip ettim. Kaldırımda yürümeye başladık. Üzerine giymiş olduğu göz alıcı bir kesime sahip mor kadife takım elbiseden dolayı meraklı bakışlara hedef oluyordu.

"Güzel takım elbise efendim" dedim ama Dumbledore tabii ki bana yanıt vermiyordu. Çift kanatlı demir bir bahçe kapısından geçip yüksek parmaklıklarla çevrili hayli iç karartıcı kare biçiminde bir binanın önündeki boş bahçeye geldik. Dumbledore ön kapıya giden birkaç basamağı çıktı ve kapıya birkaç kez vurdu. Az sonra önlüklü, eski püskü kıyafetli bir kız kapıyı açtı.

"İyi günler, Mrs Cole ile bir randevum vardı, sanırım kendisi buranın müdiresi, değil mi?"

"Ah" dedi kız hayret içerisinde, Dumbledore'nin acayip görüntüsünü süzerek "Şey.. bir dakika.. MRS COLE!" diye bağırdı omzunun üzerinden.

V A R İ SWhere stories live. Discover now