BÖLÜM 37

1 0 0
                                    


37 : Öğrendiklerini paylaşmak mı öğreticidir, yoksa karşı tarafı sorularla deşeleyip daha çok dinlemek mi?

Ertesi sabah otelin havuzun başında kahvaltı oldukça neşeli başlamıştı. Kahvaltıda Uğur da vardı. Artık Kaş'tan ayrılmak vakti gelmişti. Uğur, Taner'le Sibel'in Kaş ile ilgili değerlendirmelerini özellikle turizm konusunda kendisine yeni ufuklar verecek fikirlerini merak ediyordu. Uğur'un Kaş'tan ayrılırken her turistten mutlaka bir geri bildirim alırdı. Bunu çok önemser asla ihmal etmezdi. Elinde kâğıt kalemi ile muhataplarını sorularla deşelerdi. Onlardan yeni fikirler, yeni eleştiriler, yeni projeler, yeni ufuklar dinlemeye bayılırdı. Konuşmaktan ziyade konuşturmayı severdi. İşletmeciliğinin en önemli sermayesinin, müşterilerinin kalplerinden, gönüllerinden, akıllarından geçenlerin olduğu inancına sımsıkı bağlıydı. Hatta işletmelerin böylesine acımasız rekabet şartlarında, ayakta kalmasının, büyümeyi sürdürebilmesinin, müşterinin kafasındakileri hayata geçirerek onlara sürpriz yapmaktan geçtiğini yaşayarak öğrenmişti. Bir defasında müşterilerden biri sohbet sırasında "Burayı çok sevdik. Ama dönünce işe dalınca buraları unutup gidiyoruz!" demişti. Bunun üzerine hem Kaş'ı hem oteli unutamayacakları bir hediye paketi artık onun otelinin bir klasiği haline gelmişti. Birde sosyal medyadan sadece sezonda değil tüm yıl boyunca, özellikle özel ve önemli günlerde, otel ve Kaş'la ilgili çok özel, eğlendirici, bilgilendirici, ilginç paylaşımlarda bulunmaya başlamış ve çok güzel dönüşler almıştı. O sezon müşteri sayısında ciddi artış yaşamıştı.

Taner özellikle sosyal medyanın etkin kullanımı ile iyi bir ajansla çalışmasını önerdi. Yabancı ve yerli film yapımcıları, televizyon programcıları, yazarlar ile ilgili iletişime geçilip Kaş'ın bu güzelliklerini paylaşabileceği organizasyonlar gerçekleştirmesini söyledi. Uğur, aynı zamanda turizmle ilgili bir derneğin yöneticiliğini de yapmaktaydı. Tüm söylenenleri, büyük bir titizlikle not alıyor. İlk anda saçma sapan bile gelse asla olumsuz bir yorum yapmıyor. Bilakis bol bol hak verip teşekkür ediyordu. Bu da konuşanın kendini iyi hissetmesini sağladığı gibi aklına gelen her şeyi iletmesini sağlıyordu. Hatta ülkesine döndükten günler sonra fikrini paylaşan turistler oluyordu. Sibel'se turizmcilerin kışın Kaş'ta pineklemek yerine yurt içindeki kış turizmi yapan yerlere, gücü yetenlerinse yurtdışına gitmeleri gerektiğini söyledi. "Turizmden sizden çok daha fazla gelir elde eden, çok daha orijinal işletmecilik örnekleri sunan ülkeler, şehirler var. Ufkunuz kadar büyüyebilirsiniz." diyerek özellikle turizmcileri bir üst lige taşımanın yolunun ancak daha iyi örnekleri görerek bizzat yaşayarak, modellemekle olacağına inandığını söyledi. Özellikle sektörel fuarların kaçırılmaması gereken önemli fırsatlar olduğunu ekledi. Bunu hiç olmazsa Kaş'tan birinin bile yapmasının çok şey kazandıracağını iddia etti. Sibel, özellikle Uğur'un kendi işlettiği otelden bahsetmemesini, rakibe bakış açısını hayranlıkla öğrendiğini söyledi. Özellikle otelin iletişiminde hikâye kullanmasını çok takdir etti. Uğur da "Bu fikri, daha önce tatile gelen İngiliz bir turistten öğrenmiştim. Daha henüz hikâyeyi, onların söylediği kadar etkinleştirmeyi beceremedim. Ama daha şimdiden çok iyi dönüşler alıyorum. İnsanları dinleyerek öğrendiklerimin çok büyük sermaye olduğuna inanıyorum." Taner, "Uğur bey, burada turizm çok ilginç. Sahi turizm Kaş'ta nasıl başladı ?" "Büyüklerimizden dinlemiştim. Bir zamanlar Kaş; pek bilinmeyen, turistler tarafından da henüz keşfedilmemiş, memurlar için de sürgün yeriymiş. Tabi o zaman halk da fakirmiş. Ama insanlar arası ilişkiler daha samimi. Tabi ki komşuluk misafirlikler daha canlıymış. Ufaktan ufaktan önce yabancı turistler Kaş'ı keşfedip gelmeye başlamışlar. Hele Ramazan ve Kurban bayramları yaz mevsimine denk gelince yerli turistlerle birlikte, Kaş'ın kalabalığı iyice artmaya başlamış. O zamanlar turizmi çok bilen birileri yokmuş. Zaten otel sayısı da iki, üçü geçmezmiş. Akşam olunca yabancı turistler kalacak yer bulamayınca belediyeye başvurmuşlar. Belediye de, bu kadar insana yer bulması imkânsız olunca, halktan yardım istemiş. Belediye, halka anons yapmış. "Değerli halkımız, oteller dolu olduğu için, yabancı turistler açıkta kalmıştır. Lütfen yabancı turistleri bize yakışır şekilde, evlerimizde misafir edelim." Bu anons halk üzerinde etkili olmuş. Evi müsait olanlar, turistleri evinde misafir etmeye başlamışlar. Öyle ki salonlarda, misafir odalarında, hatta balkonlarda, yer yataklarında turistleri yatırmışlar. Tabi ki dillerini bilmedikleri için yarım yamalak İngilizce ve el kol hareketleriyle anlaşmışlar. O zamanı yaşayanlar, "Biz onlarla, dillerini tam bilmediğimiz halde oturup tatlı tatlı sohbet ederdik!" diyenler var. Herhalde "Gönül dili." dedikleri, bu olsa gerek. Eskiler, kapıya her kim gelirse gelsin, mutlaka yemeğini yedirirler, evinde misafir eder, asla inançlarını sormazlarmış. Öyle insanlar varmış ki misafirsiz sofraya oturmazlarmış. Hatta bir gün eve misafir gelmeyince evin yaşlı dedesi kızmış " Oğlum hiç sokakta bir insan da mı bulamadın?" diye. Bazen kendi kendilerine "Ya Rabbi, ben ne günah işledim ki bu gün evime bir misafir göndermedin?" diye hayıflananlar bile varmış. O zamanlar misafir, tanrının misafiri, çok sevaplı, çok değerli ve baş tacı olarak görülürmüş. Misafiri memnun eden Allah'ı memnun ettiğine inanırmış. Buralarda hala tek tük de olsa "Tanrı misafiri " tabiri kullananlara rastlarsınız. Tabi ki böylesi bir ev sahipliğinden, yabancı turistler çok etkilenmişler. Artık bir defa Kaş'a gelen turist, her yıl gelir olmuş. Hatta bunlara zamanla Türk isimleri bile vermeye başlamışlar. Benim de bildiğim İtalyan bir profesör vardı, belki 10 yıl arka arkaya gelmiş birisi. Herkes ona öyle alışmış ki ismi biraz Ali'yi andırınca adamın adı "Ali" olarak kalmıştı. Ali Bey merhaba, Ali Bey hayırlı sabahlar.. Derken Kaşlılardan biri olmuş sanki. Turistler artık bu iyiliğin altında ezilince zorla da olsa mutlaka para bırakmışlar. Zamanla bu dolarlar, halkın önemli gelir kaynağı olmaya başlayınca artık sadece bayramlarda değil yaz tatili süresince evin 2-3 odasını hatta balkonlarını, terasını tamamen bu işe ayırmışlar. Gelirler arttıkça evlerine ek odalar yaparak işi büyütmüşler. Ve böylece ev pansiyonculuğu başlamış. İmkânı olan herkes bu işe yönelince bir süre sonra odaları doldurmak için çocukları otobüs terminaline gönderip turist kapma yarışına girmişler. Biz de bu işi yapanlara "Hanutçu" derler. O dönemleri ben de hatırlıyorum. Çünkü hanutçuluğu, epey bir süre ben de yaptım. Çünkü turizmciliğe ilk adım hanutçulukla başlar. Çoğu zaman gelen otobüs durur durmaz, 7-8 çocuk ön ve arka kapıdan otobüse dalardık. Yarım yamalak İngilizcemizle pansiyonumuzu tanıtır, yer isteyen turistin sırt çantasını kaptık mı arkamıza bile bakmadan koşar giderdik. Tabii garibim turist ne yapsın? O da mecburen valizinin arkasından koşarak gelirdi. Soluğu pansiyonumuzun önünde alırdık. Bazen birbirimize girer, turist için kavga ederdik. Bizi, kavga ederken turistlerin ayırdığı çok olmuştur." Taner'e çok ilginç gelmişti. Zamanla kendini geliştiren Kaşlılar, yer yer profesyonelliğe doğru adımlar atarken bazen de geçmişin misafirperverlik alışkanlıklarını sürdürüyordu. Kaş'taki yerli turizmcilerinin sıcaklığının, kaynağını anlamışlardı. Artık tatilin sonuna gelmişlerdi.

Kaş'tan ayrılık vakti gelmişti. Onlara küçük bir hediye paketi verdi. Sibel, "Ne gereği vardı? Zaten ev sahipliğinizle bizi fazlasıyla mahçup ettiniz. Sizleri mutlaka İstanbul'da misafir etmek isteriz. Uğur'la oldukça duygusal bir şekilde vedalaştılar. Kısa sürede, çok hızlı dost olmuşlardı. Araçlarına binip Fethiye'ye yola koyuldular. Yaklaşık 100 kilometrelik bir yoldu. Ama tabiatla içiçe ve biraz da kıvrımlı olunca fazla sürat yapamadan yaklaşık 1,5 saatte Fethiye'ye gelmişlerdi. Fethiye'ye girişte, ölüdeniz tabelasını görünce sola saptılar. Tepeden aşağıya doğru, yemyeşil ormanın içinden kıvrıla kıvrıla inmeye başladılar. Yolun kenarındaki park alanlarından birinde park edip yukarıdan kuşbakışı, Ölüdeniz'i seyrettiler. Kumsal bir koyun önüne kapatarak oluşan lagün, sanki bir kıyı gölü gibiydi. İnsan elinin kirletemediği tam bir tabiat harikasıydı burası. İç kısımda, su o kadar durgundu ki. Bir de kumsallarda bile, kocaman, devasa ağaçlar vardı. Özellikle kumsal nedeniyle denizin etrafındaki çam ağaçlarının dalları neredeyse denize değecek gibiydi. Ormanı, sanki Afrika'nın el değmemiş bölgeleri gibiydi. Ölüdeniz sit alanı olarak kabul edilmesi, tabiatı kurtarmış, betonun burayı kirletmesine engel olmuştu. Ölüdeniz'in içine uzanan kumsalın ucundan içeriye bakınca sessiz ve huzur veren, sakin ve insana cenneti hatırlatan gizem dolu bir yer havasındaydı. Kuşların cıvıldamaları, ağustos böceğinin sesi rahatlıkla duyulabiliyordu. Fakat zamanları dar olduğu için ayrılmak zorunda kaldılar.

18.00 deki uçağa yetişmek için acele etmelerigerekiyordu. Arabalarına bindiler. Ama akılları burada kalmıştı. Gerçi 1saatlik yolları vardı ama Taner "Yola çıkanın hali belli olmaz. Ne olur, neolmaz." deyip gaza bastı. Sibel, Taner'le bir problemini paylaşma konusundakararsızdı. Kendisinin eksikliğinin eşi dahi olsa başkaları tarafındanbilinmesini hayatta istemezdi. Çünkü insanlar sıkışınca bunu kullanıyorlardı.Kendini Taner'den üstün gördüğü için onun yanında eksik görünmek hiç deakıllıca gelmemişti. Ancak bu önemli problemi paylaşacak yakın bir dostu dayoktu. Bu durum, için için kendini strese sokuyordu. Düşünceler bir gelip birgidiyordu. Ne zamandan beri bunu kafasında aldı verdi. Ucundan azıcıkta olsaçaresizce paylaşmak zorunda hissetmişti. "Taner, seninle özel durumumupaylaşacağım. Şey ben şirkette çalışanlar tarafından yeterince sevildiğimizannetmiyorum." "Nereden çıkardın bunu?" "Bunu anlamamak için kör olmak lazım." "Belkide seninkisi kuruntudur." "Yok yok.Çalışanlar konuşamasalar bile, bazen gözlerinden, içlerini okuyabiliyorum. Dışiçin aynasıdır. Gözler yalan söylemez." "Peki,peki... Tamam, dediğin gibi olsun. Eeeee?" "Sence bu konuda neyapabilirim? Seni sevdiklerine de eminim. Hele o kahvaltıda çektiğin harekettensonra insanlar sana hayran, diyebilirim." "Bence biraz abartıyorsun gibime geliyor. Amasoruna cevap vereyim. Aslında bunun her yöneticinin en önemli problemi olduğunudüşünüyorum. Belki çok şey söylenebilir. Ama ilk aklıma geleni söyleyeyim. Sen5 sevgi dilini duymuş muydun?" "Evet, duydum.Sanırım bu konuda yazılmış bir kitap da var." "Evet. Ben o kitabı okudum. İnsanların gönlüne girmek, kalplerinde tahtkurmak için önemli şeyler söylüyor." "Mesela ne gibi?" "İşin Türkçesinabza göre şerbet vermenin yollarını bilmen gerekiyor. Herkesin sevgi kanalıfarklı. Anladıkları diller farklı. Birisine sevgini gösterdiğin hareketbaşkasını aynı oranda etkilemiyor. Biri onaylanmaktan, biri birlikte vakitgeçirmekten, biri hediye almaktan, biri dokunmaktan, biri hizmetedilmekten..." "Bunlar doğru ama bunu huyhaline nasıl getirebiliriz?" "BirFransız atasözü duymuştum: "Tekrar ilmin anasıdır!" Şayet insanları analiz edersevgi dilini çözersen, çalışanı gerçekten gönülden seversen her fırsattasevdiğini gösterirsen onlar da seni sevecektir. Prensipleri oturtmanın yolu onusıklıkla tekrar etmekten geçiyor." "İçimden gelmiyorsa?" "Önce içindengelmese de zamanla tekrar ede ede, bir süre sonra göreceksin içinden gelerekyapmaya başlayacaksın." "Benim önceinsanları sevmeyi öğrenmem lazım. Zor beğeniyorum. Herkesin hatalarını hemengörürken bu nasıl olacak?" "Hz. Ali'ye"Sana hırkamı versem ne yaparsın?" denince "Onunla başkalarının hatalarınıörterdim." demiş. İnsanların hatalarından çok, güçlü ve başarılı yönlerineodaklanmalısın. Hele onları yanlarına uygun bir işe vermeyi başarabilirsensenden iyi yönetici olmaz. Tüm bunları ara sıra ziyaret ettiğim işadamı ZaferBey'den dinlemiştim. Kendisi "Doğru işlerde, doğru insanlar olmadan bir şirket büyüyüpgelişemez. Yöneticilerin en büyük hatası da uyumsuz insanları işten çıkarmakiçin çok fazla beklemesidir. Ben bu şirkette önce hiçbir durumda işimizeyaramayacak elemanları beklemeden çıkardım. Sonra herkesle tek tek ve uzun uzungörüştük. Karşılıklı analizler yaptık. Herkesin en başarılı olacağı, yenikonumlarına görevlendirdim. Departmanla ilgili kararları çalışanlarınkendilerine bıraktım. Şirkette çok iyi bir kontrol mekanizmasının kurulmasıiçin masraftan kaçınmadım. O yıl altın yılımızı yaşamıştık." diyeanlatmıştı." Sibel, "Sence biz bunubaşarabilir miyiz?" "Zor gibi. Cidditecrübe ister. Belki zamanla." Yollardafazla oyalanmadan 45-50 dakikada Dalaman havalimanına gelmişlerdi.    

KÜLLERİNDEN...Bir Yönetim Romanı.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin