BÖLÜM 30

2 0 0
                                    


30 : Bol keseden atan, çok ve boş konuşan, cahil insanları dinlemek nasıl bir şey? Sence sen; konuştuğu konuları gerçekten çok iyi bilen, asla boş konuşmayan, muhatabın dinlemekten zevk aldığı, daha çok bizzat yaşadığı tecrübeleri paylaşan biri misin?

Ertesi gün Kekova turuna katılmak için, saat 10 gibi limandaydılar. Önceden, Uğur'un gönderdiği Kaş kitabına, internetteki Kaş yorumlarına ve video paylaşımlarına pek vakit ayıramamanın acısını şimdi hissediyorlardı. Ama az da olsa, bilgilerinin olması kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlıyordu. Bundan dolayı bazen dejavü yaşıyorlardı. Kıyıda her teknenin önünde bilet satış yerleri vardı. Herkes hararetle kendi teknesine davet ediyordu. Ama onlar Uğur'la, çoktan bilet işini halletmişlerdi. Sahilde biletini aldıkları tekneyi arıyorlardı. Baş tarafta tekneyi buldular. Orada da güler yüzlü ve candan bir karşılama vardı. Kenardaki iplere tutunarak tekneye geçtiler. Teknede farklı renk ve milletten turistler vardı. Tekne iki katlıydı. 15 erkek 12 bayan 5 çocuk turist vardı. Özellikle çocuklar kıpır kıpırdı. Çocuklar orada da ortalığı bir birine katıyorlar, anneleri de yine onların arkasından koşturmakla meşguldü.

Alt katın tabanındaki, büyük televizyon ekranına benzeyen, kalın cam platform dikkatlerini çekti. Buradan teknenin altındaki balıklar, yosunlar rahatlıkla izlenebiliyordu. Belki yolculuk boyunca en çok ilgilenecekleri yer burası görünüyordu. Özellikle Sibel, denizin içindeki dünyayı çok merak ediyordu. Denizin sığ olduğu yerlerde görüntü mükemmeldi. Sanki televizyondan canlı yayında, denizin dibini izliyorlardı. Dış dünyadan farklı; alabildiğine sakin, sessiz, huzur dolu, gizemli, rengârenk, bir dünyaydı. Balıklardan ziyade diğer canlıların hareketleri insana sanki uzaydaymış izlenimi veriyordu. Bazen de korkudan ürperiyorlardı. Özellikle oldukça garip görünümlü yaratıklar onları hayret, korku, hayranlık duyguları arasında gelgitler yaşatıyordu. Burada dış dünyadan tamamen kopuk, çok farklı bir dünyada, garip duygular içinde dolaşıyorlardı. Ama yaşadığı dünyayı unutmuşlar, içlerine sakinlik ve huzur hakim olmuştu. Sibel, tekne ilerledikçe değişen yepyeni deniz içi manzaralarından gözünü alamıyordu. Kaptan onları "Dışarıda görmeniz gereken daha güzel manzaralar var. Onları kaçırmayın! Aşağıyı izlemeniz gerektiğinde tekneyi yavaşlatacağım. O zaman aşağıya iner bol bol izlersiniz." diye yukarıya çağırmıştı. Onların dışındaki herkes, üst katta hayranlıkla etrafı izliyordu.

Sibel'le Taner, istemeye istemeye aşağıdan yukarı çıktılar. Dışarısı da kaptanın dediği gibi gerçekten çok etkileyici idi. Kendilerini onlar da kaptırmıştı. Tekne iyice süratlenmiş, 2-3 yunus zıplaya zıplaya onları denizden takip ediyordu. İkisi de denizde ilk defa yunus balığı görmüşlerdi. Bu sırada, denizin etkileyici azot kokusu ciğerlerine kadar doluyordu. Denizde ise güneş ışıkları sanki raks ediyordu. Kaş, dağlar, adalar harika görünüyordu. Doğa ile burun buruna, diz dize, göz göze gelmek onları tüm düşüncelerinden koparıp almıştı. İçlerinde çok değişik bir mutluluk ve özgürlük duygusu belirmiş. Sanki görünmez bir el onları, İstanbul'un trafiğinden alıp doğa ile baş başa bırakıvermişti. Taner "Sibel, işte ben hep bunları yaşamak hayaliyle, buralara gelmeye can attım. Her şeyi bunun için göze aldım. Tatil diye, işte ben buna derim. Şu anda kendimi şu uçan martılar gibi, hafif ve özgür hissediyorum." dedi. Sibel de mest olmuş şekilde idi. Jest ve mimikleriyle, başını sallayarak söylediklerine aynen katılıyordu. O da çok mutluydu.

Kaş'ın hemen karşısındaki Meis adasına iyice yaklaşmışlardı. Taner, kaptanla yakından tanışmak için yanına gitti. "Merhaba, ben Taner!" deyip elini uzattı. Kaptan "Ben de Yunus! Şu denizlerdeki Yunus var ya işte o yunus." Yunus Kaptan, güler yüzlü, alçakgönüllü ve konuşmayı seven biriydi. Hemen Taner'in iş durumunu sorup muhabbeti derinleştirmişti. Şirket yöneticisi olduğunu söyleyince "Ooh işiniz epey zordur öyleyse." deyip Taner'in yarasına parmak basmıştı. Konu hemen insan yönetmedeki zorluklara gelivermişti, Yunus Kaptan "Bence asıl yönetim, insanın kendini yönetmesidir. Herkes bir yönüyle, yöneticidir. Allah herkese yönetmesi için bir insan vermiş. Sana Taner'i bana da Yunus'u vermiş. Kişi önce kendini çok iyi bilmeli. Kişi kendini yönetmeyi becerebilirse bence başkalarını da rahatlıkla yönetebilir." Taner baktı ki adam sadece kaptan değil derinlikli biri sorularla onu deşelemeye başlamıştı. "Kaptan sen kaç yaşındasın?" "Kaç gösteriyorum?" "36" "Dur o zaman yeni yaşımı bir güncelleyeyim." Kaptanın bir süre sessizce mırıldanarak kafasından hesaplar yaptığı belliydi. "Ben 30 yaşındaymışım" dedi. Taner şaşırmıştı. "Bu ne demek oluyor, tam anlayamadım?" "İnsanın yaşı nasıl hesaplanır bilir misin, sen? Hemen ben söyleyeyim. Üç yaşın ortalamasıdır, insanın gerçek yaşı." "Nasıl yani?" "Biri biyolojik yaş. Yani annenden doğduğun gün baz alınır. Biri psikolojik yaş. Sen kendini kaç yaşında hissediyorsan, o yaş. Bir de fizyolojik yaş. O da etrafındakilere göre sen kaç gösteriyorsun? İşte bu üç yaşın ortalaması senin gerçek yaşındır. Ben de üçünü toplayıp ortalamasını aldım. 30 çıktı." "O zaman ben yaşımı tekrar gözden geçirmem gerekiyor. Peki sence bir insanın kendini iyi yönetmesinin sırrı nedir?" "Bence insanın ne merkezli biri olduğudur. Neyi merkeze aldığı çok önemlidir. Düşüncelerinin ve davranışlarının merkezine kendi nefsini, yani zevklerini, keyiflerini değil de hakkı koymalı." "Ne demek o?" "Yapacağı tüm tercihlerde işin hakkı nedir, haksızlık var mı, birilerinin hakkına giriyor muyum sorusunu sormaktır. Kişilerin en doğru işi yapmamaları bile başkalarının hakkına girmektir. Ama hakkı, özellikle de kul hakkını her şeyin merkezine koyarsak, insanın kendini yönetmesinin daha kolay olacağına inanıyorum. Annem hep derdi "Oğlum kuvvet haktadır, hakta!" O hep beni "Bak hakkımı helal etmem!" diye korkuturdu." "Annen çok doğru söylüyor." "Birde şöyle bir düşünceye sahibim. Yaratan bize olağanüstü bir makine vermiş. İlk dokunmatik ekranlar çıkınca ne kadar hayret etmiştik, hatırlasanıza!" "Babam bana ilk dokunmatik ekran telefon alınca o gün sabaha kadar uyuyamamıştım." "Şimdilerde şoförsüz yönetilen arabalar konuşuluyor. Ama yaratıcı bize düşünmatik, istematik, iradematik muhteşem bir makine vermiş. İnsan düşünüyor organlar hemen yapıyor, insan istiyor vücut yapıyor, insan irade gösteriyor o hemen bedende gerçekleşiyor. Bu düşününce hayretten aklını kaçıracağı müthiş bir şey. Böyle muhteşem bir emanet şayet zevke, keyfe emanet edilirse ne olur?" "Hiç bu açıdan düşünmemiştim. Gerçekten insan, en büyük mucize. Peki bu kavgalar niye?" "Herkes karşısındakine saygı göstermek yerine "Benim dediğim olacak!" diye yaklaşıyor. Bizim evde eşimle kavgalarım sayılıdır. Kavga etsek bile küsmeyiz. Eşim bana, fikirlerime, tercihlerime karşı çok saygılıdır. Tam demokrasi. Hem yaratanın sinek kanadı kadar bile değer vermediği şu 3 kuruşluk dünya için kavga etmeye değer mi? Mesela iki çocuk bazen eften püften bir şey için kavga etse, bizim tepkimiz ne olur? Hemen "Oğlum siz deli misiniz, bunu için kavga mı edilir?" deriz. Ama koca koca adamlar bu kadar akıllarına rağmen çok basit şeyler için kavga ederler. Çocuklar da bizim için demez mi "Yahu bu büyükleri anlamak mümkün değil. Bizim kavgalarımızı küçümsüyorlar, sanki kendi kavgaları çok mantıklı?" Bence hepsinde şişmiş egoların, tatmini var." "Eş yönetmek de ayrı bir marifet değil mi?" "Zaten insanın öncelikle yönetmesi gereken kendisinden sonra bence de eşidir. Birinden duymuştum: "Eşini başarıyla yönetebilen, ona gerçek dost olabilen, onu mutlu eden biri, dünyanın en büyük şirketlerini bile kolaylıkla yönetir." Benim eşim yabancı. Üstelik eğitimli bir kadın. Beni çok iyi yönettiğine inanıyorum. Kendisi hep "Bir kadın eşinin yalnızlığını gidermek ve onu mutlu etmeye odaklanırsa, mutlu edemeyeceği erkek yoktur!" der. O hem bana harika bir dost ve beni fazlasıyla mutlu ediyor. Onu çok hem de çok seviyorum. Onsuz yapabileceğimi sanmıyorum. Ayrıca çocukları çok iyi idare eder. Onlara hep ilkeli, prensipli olmayı öğretiyor." "Mesela?" "Mesela diyor ki "Çocuklar hayatta zengin ve rahat yaşamak istiyorsanız elinize geçen paranın %10'unu mutlaka tasarruf edin. Kesinlikle ayağınızı yorganınıza göre uzatın. Elinizdekilerle yetinmesini bilin. Kimseden para istemeyin. Hatta insanlara borç verin. Çocuklar bizde kendi ekonomilerini çok iyi yönetirler. Çünkü eşim o konuda asla taviz vermez. Çocukların gözünün yaşına bakmaz. Onlar da bilir ki "Annemiz prensiplerinden asla taviz vermez!" Bir de çocuklara prensip edinmenin yollarını da öğretir." "Nasıl yani?" "Yaşanan tüm olayları çocuklarla birlikte irdelemeyi, olaylar arasında ilişki kurmayı ve oradan prensipler çıkarmaya bayılır. Bizim çocuklar da bunu zevk haline getirdiler. Her akşam bana yaşadıklarımı anlattırırlar, sonra da geçmiş yaşadıklarımla irtibat kurup bana önerilerde bulunurlar. Ben de onları zevkle izlerim. Pek karışmam. Ayarlarını bozmamaya çalışırım. Benim kanaatime göre eşimden harika bir yönetici olur, aslında." "Peki neden olmadı?" "O baştan "Ben kendimi eşime ve çocuklarıma adadım. Benden başka bir şey beklemeyin." demişti. Eşi ve 3 çocuğu onun için her şeyden değerlidir. Hep der "İnsan çok değerli bir varlık. O fazlasıyla değeri hak ediyor."

KÜLLERİNDEN...Bir Yönetim Romanı.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin