Bölüm 45

51.7K 3.9K 1.1K
                                    

14.07.2020 tarihinde bölüm düzenlendi.

Yağmurdan ıslanmış bedenin üzerine esen kış rüzgârı mı daha çok titretir insanı, uzun zamandır çaresizlik içinde beklediği kişinin aniden karşısına çıkması mı? Belli ki benim bedenimi titreten, soğuk havanın yüzüme çarpmasından sonra bir ateşin içinde kavruluyormuş gibi hissettiren o bakışlardı. O bakışların sahibi olan gözler her zaman bu kadar donuk muydu, her zaman uçsuz bucaksız bir kuyuyu andırıyor muydu?

Özlem. O iki derin kuyunun içinde hapsolma, orada kaybolma isteğim başka nasıl açıklanabilirdi ki...

Her ayrıntısıyla inceliyordum onu. Bunu istemsiz yapıyordum. Uyuşturucu bağımlısının bir sürelik mahrumiyet süreci sonrası bulduğu her bir toz tanesini boşa harcamama, içine çekme çabası gibiydi benimki de.

Toprak, arkasında uzanan onlarca mezar taşının, yaprakları dökülmüş kasvetli ağaçların ortasında ilerliyordu. Saçları yağmurdan ıslanmış, olduğundan daha koyu bir renk almıştı. Hemen aşağısında, çatılmış kaşlarının ortasında duran ince bir çukurluk alnına doğru ilerliyordu. Bu ayrıntı bende oraya dokunma isteği oluşturmuştu. Kısılmış mavi gözlerini bir an olsun bile üstümden çekmiyordu. Ne düşündüğünü anlayamıyordum, birbirine bastırdığı dudakları ince bir çizgiden ibaretti. Siyah, kalın bir deri ceketin içine siyah boğazlı kazak giymişti. Acaba üşüyor muydu? Çamura bulanmış siyah postallarının üstündeki siyah kot pantolonu da yağmurdan nasibini almıştı. Gözleri ise kıyafetleriyle zıt renk oluşturuyordu. O mavi, buz mavisi gözler insanın bakmaktan hiç bıkmayacağı kadar güzeldi.

Peki o, ne zamandır orada dikiliyordu?

Tekrardan mavi gözlerine baktım, sonra tekrardan onu inceledim. Her saniye bu döngü devam ediyordu. Şaşkınlığım yerini sükûnete bırakmıştı. Onu aradığım süre boyunca tek bir haber bile alamamıştım ondan, birçok kez de konuşmayı denemiştim ama nafile. Hiçbir zaman cevap yoktu. Başına bir şey geldiğinden de endişelenmeye başlamıştım bir süre sonra. Ama artık ne önemi vardı? Bütün heybetiyle üstüme yürürken sağlıklı olduğu, yaşadığı için mutlu olduğumu hissettim.

Ağzımı açıp ona "Hoş geldin," demek istedim. Bana attığı adımların arasında dudaklarımdan dökülecek bu sözcükler yerine sadece baktım. Dudaklarımdaki tek hareket yukarı kıvrılmak olmuştu. Beğeni ya da mutlulukla değil, yüzümdeki ifade az önce annesine itiraf ettiğimin tam tersiydi. Dudaklarım alayla kıvrılmıştı.

Az önce ağladığım için dolu olan gözlerimden bir damla yaşın daha akmaması için kendi içimde savaş veriyordum. Yüzümün nasıl hala soğuktan donmadığına hayret ettim. Ellerim hissizleşmişti, bacaklarım soğuktan sızlıyordu. O da benim gibi miydi?

Bunca zaman bir kez olsun benimle konuşmamıştı. Ona ağzımı açarsam, sessizlikle kucaklanmaktan endişeleniyordum. Sızlayan parmaklarımı avuç içime yuvarlayıp tırnaklarımı etime bastırdım. Sakin olmalıydım, içimde saklı olan güçlerin bir anda ona karşı açığa çıkmasından endişeleniyordum.

Aramızda en fazla otuz santim bırakarak karşımda durduğunda bir eli sıkıca bileğimi kavradı. Kaşlarım çatılsa da direnmeyişim onu şaşırtmıştı. "Ne işin var senin burada?" Bağırmaktan çok kükremiş gibiydi, sesi mezarlığın ortasında yankılanmıştı. Fakat ben o anda, bu halinden korkmak yerine dudaklarımı biraz daha yukarı kıvırdım.

"Üzgünüm," dedim alayla. "İçimde senin aksine hala insanlık var." Dudaklarımı oynatmak yerine zihnine konuşmuştum. Bu günün, onun için acı verici bir gün olduğunu biliyordum. Benim doğum günüm, annesinin ölüm yıl dönümüydü. Benim için de acı vericiydi, ömrüm boyunca hiçbir doğum günümü saf bir mutlulukla kutlayamayacak ve içimde hep bir acı barındıracaktım.

GÖLGEWhere stories live. Discover now