"Az önce yaptıkların neydi? Aklım farklı yerlerde diyen bendim zaten."

"Evet aklım yapmam gereken işlerde. Evde bir sürü dosya beni bekliyor. Sen ne sandın?"

Ben sadece pencereden intihar etmek istiyorum. Hayatım boyunca bu kadar rezil olduğumu hatırlamıyorum. İçimden ettiğim tek dua, benim düşündüklerimin şu an Demir'in aklına gelmemesiydi. Lütfen Allah'ım düşünmesin.

"Sen başka bir şey düşündün. Eve gidip başka şeyler yapacağımızı ima ettiğimi sandın."

"Sus lütfen!"

Diyerek, bakışlarımı dışarıya yönelttim. Tırnaklarımı koltuğa geçirirken renkten renge giriyordum. Beyaz tenli olmanın en büyük dezavantajı da buydu.

"Peki Milena, eve gidince istediğin tarzdan takılabiliriz."

Ağlayacak duruma gelmiştim. Henüz ondan çok utanıyordum. Düğün gecemizin üzerinden yaklaşık iki ay geçmesine rağmen sadece üç defa birlikte olmuştuk.

"Demir."

Sesim acı çekiyormuşum gibi çıktı. Ama cidden acı çekiyordum. Utanç bütün vücudumu esir almıştı. Ellerimin buz gibi olduğunu hissediyordum.

Gülümsemekle yetinerek konuyu kapattı. Bir an önce eve gidip kendimi herhangi bir odaya kilitlemek istiyordum. Düştüğüm durum fazla utanç vericiydi. Yol boyunca bir daha konuşmadım. Eve geldiğimiz gibi kendimi banyoya attım. Buraya henüz yeni taşınmıştık. Ama eski evden daha çok seviyordum. Ankara'da ki evimizde pek iç açıcı anılarımız olmamıştı. Oysa bu evde şimdiden her şey mükemmel denecek kadar güzel ilerliyordu. Tek sıkıntım arkadaşlarımdan uzak olmaktı. Ama sık sık konuşuyorduk. Kısa bir süre içinde kocaman bir aile olmuştuk.

Demir'in buradan işleri yürütmesi zor oluyordu. Ama Ankara'da Batur, Hakan ve Emir onu aratmıyordu. Yine de içi rahat değildi. Birkaç ay sonra sınavlar başlayacak ve notu iyi olanlar birkaç üniversitenin öğrencileriyle değişim yapacaktı. Bu kategoride Ankara'da vardı. Bu bizim en büyük şansımızdı. Yoksa Demir'in dört yıl boyunca Trabzon'da kalacağını düşünmüyordum.

Banyodan çıktıktan sonra pijamalarımı giyinip aşağı indim. Demir salonda çalışıyordu. Aslında bizim için güzel bir masa hazırlayacağını düşünmüştüm. Nerde o günler...

"Demir aç mısın?"

Diye seslendiğimde başını sallamakla yitindi. Adımlarım mutfağa doğru yönelirken,

"Beş dakikaya tostlarımız hazır."

Dedim. Mutfakta olsam da Demir'in homurdanmasını duyuyordum. Tostları hızlı bir şekilde hazırlayıp taze sıkılmış portakal suyunu iki bardağa döktüm. Onları bir tepsiye yerleştirdikten sonra salona döndüm. Tepsiyi Demir'e doğru uzattığımda ters ters baktığı hâlde tostu ve portakal suyunu aldı. Bende tekli koltuğa oturup yemeğe gömüldüm.

"Ne zaman doğru dürüst bir yemek yiyeceğiz?"

Sorusuna burun kıvırarak portakal suyundan kocaman bir yudum aldım. Tosttan âlâ yemek mi olurdu?

"Beğenmiyorsan dışarıdan yemek sipariş edebilirsin."

Hem şikayet edip hem de tostu gayet güzel yiyordu. Aslında galiba onun ki sadece hayatta kalma mücadelesiydi. Yemek konusunda öyle bir yeteneğim yoktu. Bunu o da gayet iyi biliyordu. Yapabileceğim en fazla makarna vardı. Onu da öğrenci evinde hissetmemek için sık sık yapmıyordum.

"Bir an önce yemek yapmayı öğren."

Diyerek işiyle ilgilenmeye devam etti. Bu konuda haklıydı. Ömür boyu dışarıdan yemek yiyemezdik veya hayatımızı makarnayla sürdüremezdik. Hele de Demir'in bir gün daha tost yemeye tahammül edeceğini sanmıyordum.

Buzdan Mafya Where stories live. Discover now