Üstümü değiştirmek için merdivenleri dikkatlice çıktım. Zihnim uyuştuğundan bir yerlere takılıp düşmek istemiyordum ve de beni bu durumdan kurtarabilecek kişi de az önce uyumuştu.

Odamın kapısını açıp içeri girdim ve dolaptan bir şort ve atlet çıkardım. Üstümdeki lekeleri şu anda çıkarmakla uğraşamazdım çünkü yavaş yavaş ben de bitkin düşmeye başlamıştım. Üstümü değiştirip elbiseyi kirlilerin yanına koyduktan sonra aşağı indim.

Salonun girişinden Shawn'a baktım ama miyop olduğumdan dolayı görüntüsü pek de net değildi. Yine de nefes alış verişini kısmen duyuyordum. Uykunun en tatlı esiriydi yani.

Çocuğu yiyecekmiş gibi dikizlemekten vazgeçip mutfağa yöneldim. Her ne kadar Türk kahvesinden nefret etsem de ona iyi geleceğini biliyordum. O yüzden cezveyi tezgahın üstüne koyup, Türkiye'den getirdiğim sayılı şeylerden olan Türk kahvesinin kapağını açtım.

Kokusuna bayılmama rağmen, görüntüsü ve tadı midemi bulandırıyordu. İki çay kaşığı kahveyi zorla alıp cezveye koyarken, kötü olmaya başlamıştım bile.

"Ben mi dedim sana o kadar iç diye! Üstüne bir de rakı içtin, karıştırdın iyice mideni. Hayır bir de nasıl ağırsın, omzum koptu. Üstüme kusmanı saymıyorum, onu bekliyordum zaten. Seni şimdi bu halinle eve götüremem, benden kıyafet versem de hiç olmaz. Mecburen senden anahtarı alıp senin dolabından bir şeyler getireceğim. Hayır, ben bakarım sana da boka döndün be Shawn içince!" Kendi kendime delilik sınırlarını zorladığımın farkındaydım ama söylenmeden edemiyordum.

"En azından körkütük sarhoş olmana gerek yoktu." Suyu da cezveye ekledikten sonra ocağı açtım ve üstüne yerleştirdim.

Kahveyi ara sıra kontrol etmekten başka bir şey yapmıyordum ama kustu kusacaktım.

Bunun sebebi daha çocukluğuma dayanıyordu. Küçükken her hastalandığımda hep beyaz ve içinde pıtırcıkları olan ilaçlar verirlerdi bana -ki bunların hepsi acı olurdu. Bu yüzden beyaz şuruplar ve pıtırcıklı şeylerle temas halinde olmak midemi bulandırıyordu. Neyse ki artık o şurupları nadiren gördüğümden o kadar dert etmiyordum.

Kahve olduktan sonra fincanın içine dikkatlice döktüm. Dolapları karıştıra karıştıra bir tepsi buldum ve hazırladığım suyla birlikte kahveyi üstüne yerleştirdim. İki elimle tepsiyi tuttuğumdan yan dönüp dirseğimle ışığı kapattım ve salona yöneldim.

Shawn hala bıraktığım gibi uyuyordu. Az önce ne kadar söylenmiş olsam da kıyamıyordum. Tepsiyi masanın üstüne bıraktım ve kenardan sehpa çekip koltuğun önüne koydum. Daha sonra masadan tepsiyi aldım ve sehpanın üzerine yerleştirdim.

İnsanları nasıl uyandıracağımı pek bilmezdim o yüzden yanağını okşayıp adını seslendim. "Shawn!"

Birkaç saniye bekledikten sonra tekrar "Shawn!" dedim.

Beş dakika geçmesine rağmen bana verdiği tek tepki homurdanmaktı. En sonunda "Shawn! İmdat! Beni kaçırıyorlar. Yardım et." diye bağırmak zorunda kaldım.

Aynı anda uzandığı yerden fırlayınca şok oldum. O kadar, kaç dakika boyunca seslenip durmuştum. Böyle hemen uyanacağını bilseydim, hiç uğraşmadan bunu yapardım.

"Queen, iyi misin? Neredeler? Sana bir şey yaptılar mı?" Dikkatini toparlamaya çalışıp mantıklı olmaya çalıştığı her halinden belli oluyordu. Onu böyle uyandırmak istemezdim ama mecbur hissetmiştim.

"Hey! Sakin ol. Ben iyiyim. Seni kaç dakikadır uyandırmaya çalışıyordum ama uyanmadın diye böyle yapmak zorunda kaldım. Özür dilerim." Hafiften mahcup hissediyordum.

Queen of Atlantis || Shawn MendesWhere stories live. Discover now