BAHİS...

96 20 0
                                    

KEYİFLİ OKUMALAR...

"Barıış, Baarıış..."

Ben boğazım patlayana kadar bağırıyordum, ama beni takan yoktu.
Bugün klüp olmadığı için akşama kadar evde kitap okuyup, televizyon izlemiştim.
Artık oturmaktan sıkılarak spora gitmeye karar vermiştim, yanıma kulaklıklarımı almak için her zaman koyduğum çekmecenin içine baktığımda yerinde yoktu.
Ve tabiki de her zaman olduğu gibi kulaklıklarımı biricik, gıcık kardeşim almıştı.
Merdivenlerden inerken Barış salonda oturmuş televizyona bakıyordu.
Sinirli bir şekilde;
"Barıış, beni duymuyor musun?" dedim.

Başını televizyon ekranından hiç ayırmadan konuştu.
"Seni duyuyorum abla ve seninle barışmayacağım."

Kurduğu alâkasız cümleyi anlamaya çalışırken kaşlarım çatılmıştı.

Son derece espiri yoksunu olan kardeşimse ağzını açabildiği kadar açmış bir halde hayvanca gülmeye başlamıştı.
Elime geçirdiğim yastığı hızla suratına fırlattım, yastıktan kurtulduğu zaman hâlâ çirkin espirisine devam ediyordu.

"Nasıl, güzel espiriydi değil mi?"

Yüzümü buruşturdum.
"Ne demezsin, o kadar dâhiyâne bir espiriki ancak aptal sahibini güldürüyor."

Sözlerim üzerine bana dilini çıkarttı.
"Sen ne anlarsın bee. Aptal mışım unutma kızım ben senin kardeşinim. Belki sana çekmişimdir."

"Zeki olsaydın, bana çekmiş olabilirdin ama sende ki durum mâlum biricik kardeşim."
Ağzımdan çıkan kahkahayla yüzünü şekilden şekile sokan Barış'a el salladım ve beyazın aralarında yeşil çizgilerin bulunduğu spor ayakkabılarımı giydim.
En son koşmaya çıktığım zaman yaşadığım tâlihsiz olayın ardından hiç spor yapmamıştım.
Neyse ki her zaman hareketli olan bir yapım vardı, yoksa şimdiye nefes nefese kalmış olabilirdim.
Hava her ne kadar sıcak olsada mayışıp evde kalmaktansa, ormanın tertemiz, şehrin tüm kalabalığından uzakta olan havasıyla cigerlerime bayram ettirmek daha mâkul bir şeçenekti.

Kol saatime baktığımda saat altıyı kırk beş geçiyordu.
Havanın kararmaya başlamasıyla daha fazla ileriye gitmemek için geldiğim patikadan geriye döndüm.
Koşmuyor, ağır adımlar ile yürüyordum.
Bir an da ormanın içlerinden gelen silah sesiyle irkildim. Bu ses bana kuduz köpek ile karşılaştığım günü hatırlamıştım.

Aykut.
Evet bu silah seslerinin sahibi Aykut olmalıydı.

"Yoksa siz miydiniz ormanda silah kullanan? "
diye sormuştum.

Yine umursamaz bir şekilde cevap vermişti.
"Evet silahı kullanan bendim."

Silah seslerini duymamla hâfızamda silik bir şekilde yer edinmiş olan bu konuşmayı hatırlamıştım.

Acaba silahın hedefinde kim vardı?
Bir insan, yok artık daha neler.
Belki de bir hayvan?
Yok canım, durup dururken niye bir canlıya zarar versin?

Aklıma gelen tüm bu seçenekleri tek tek elemiştim. Beni esir alan merak ayaklarımı, kulaklarımı doldurmaya devam eden silah seslerine doğru sürüklemeye başlamıştı.

Ormanın içerisine doğru ilerledikten sonra artık silah sesleri daha netti.
Ve bir silah sesi daha.
Birkaç adım sonra uzun bir duvar, üzerindeyse belli aralıklarla dizilmiş yeşil cam şişeleri vardı.
Birkaç tanesi parçalanmış, cam kırıkları etrafa dağılmıştı.
Yine kulakları sağır edici keskin ses ile duvara yaklaştım, silahı tam bir ustalık ile tutan Aykut'u gördüğümde içimden acaba polis yada güvenlik görevlisi mi diye düşünmeden edememiştim.
Sanki bu dünyadan soyutlanmış, kendisini tamamen yaptığı işe odaklamıştı.
Karşısındaki hedefi olan şişeye bakarken hafifce kıstıgı gözleri hedefindeki bir şişeye değil de azılı bir suçluya nişan alıyormuş gibi kararıyor, hedefine daha da yakın olmasını sağlayan dizleri ağır hareketler ile kıvrılıyordu.
Ve kendinden son derece emin, titremeyen parmağı, kuş tüyü kadar hafif ama bir insanın hayatına acımasızca son verecek kadar soğuk kanlı dokunuşu ile duvardaki bir şişeyi daha parçalara ayrılıyor, cam kırıkları etrafa dağılıyordu.

ESARETOnde as histórias ganham vida. Descobre agora