on dördüncü

68 9 2
                                    

Festivale son 13 gün

günlerden perşembe, hava yaz ayına yakışır bir şekilde güneşli ve oldukça kavurucu. kafanızda şapka olmadan dışarıya adımınızı atmanız neredeyse imkansız. ben ve biricik arkadaşlarım herkes gibi toplandık şehir merkezindeki meydanda. etrafta yaşı, ırkı, cinsiyeti, inanışı, kim olduğu fark etmeksizin onlarca hatta belki de yüzlerce insan var. hepsinin yüzünde aynı ifade, hepsinin zihninde aynı düşünce, hepsinin gayesi bir. bu ardı arkası kesilmez cinayetler ne zaman tükenecek? insanlıktan nasibini almamış onca insan ne zaman hak ettiğini bulacak? adalet ne zaman işleyecek? 

elimdeki fon kartona baktım gülümseyerek. kırmızı renkteydi benimkisi. kan kırmızısı renginde. geçen hafta üç gün içinde, seul'de öldürülen beş tane kadının kanı renginde. sekiz saat önce, dün, evvelsi gün, haftalar önce, üç ay önce, yıllar önce dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir şekilde öldürülen onlarca kadının kanı renginde. 

iki gün önce bütün haber kanallarını, sosyal medyayı sallayan o haberle birlikte soluğu sokakta alıyoruz. kadınlar gününe denk gelmesiyle toplandık koca bir kalabalık burada. 

ben, dokuz arkadaşım ve buradaki insanların hepsi burada, onların sesi olmak için vardık. hepimizin omuzları kalkık, başı dikti. 

yalnız bizim başımız ne kadar dikse, biz yaptığımız şeyden ne kadar gurur duyuyorsak kaldırımların kenarında, balkonlarında, insanların açtığı yayınlardan bizi seyreden insanlarda o derece utanıyordu bizden. utanılması gereken şeyi biz yapmamıştık oysa. 

etraftaki bağırış sesleri yükseliyor, ben ve arkadaşlarımda bağırıyoruz. polislerde bağırıyor bize tabii. eğer şimdi bırakırsak sorun çıkmadan halledeceklerini söylüyorlar. yapmayacağız ama, çıktığımız bu yoldan hiç birimiz dönmeyeceğiz. yoksa nasıl rahat uyurum ben? 

adımlarımızı atmaya başlıyoruz oldukça yavaş bir şekilde, gidecek yer yok çünkü. adımlarımızı bile zor sığdırıyoruz. iğne atsanız yere düşmez tabiri caizse. sonrasında sloganların yazılı olduğu kalın kağıtlar tek ele alınıyor ve herkes bir oluyor. sadece düşüncesiyle, zihniyle değil. gerçek anlamda bir oluyor. el ele tutuşuyorlar ve bu sefer büyükçe atıyorlar adımlarını, içlerinde korku olsa bile bastırıyorlar. onların çektiği korkunun yanında bizimkisi bir hiç.

polis de pes etmeyeceğimizi anlamış olmalı ki ellerinde koca bariyerleriyle yaklaşıyorlar bize. ortam kızışıyor, polisin bağırışlarıyla bizim adalet haykırışlarımız birbirine giriyor. ortalık tam bir hengameye dönüşüyor. ne yaptığımı, ne söylediğimi bile bilmiyorum. sadece bağırıyorum. o an bağıramayan bütün kadınlar için. teyzem için, annem için, halam için... dünyadaki bütün kadınlar için. 

bitirmemize az kaldı diyorum kendi kendime. eğer şu barikatları geçersek sonrası çorap söküğü. ortalama bir insan hızında yürüsek yine bize yetişemeden yaparız. 

ancak beklediğim gibi olmuyor pek. polisin bu kadar ileri gideceğini bilmiyordum çünkü. katıldığım ilk yürüyüş olduğundan mıdır nedir zalimliklerinin bu denli olduğunu tahmin dahi edemiyorum. 

yüzümüze doğru sıkılan biber gazıyla irkilip kendime geliyorum hemencecik. ne olduğunu kestiremiyorum başta, sadece gözlerimdeki o acıyı hissediyorum. yanımdakileri kontrol etmeye çalışıyorum. etraf sis bulutuna döndü adeta, eğer kaybedersem onları bulamam bir daha. 

biri kolumdan tutuyor o sırada. yanan gözlerimin derdine düştüğümden olmalı ki umursamıyorum kim tarafından çekildiğimi. elimdeki kağıdı da bırakmıyorum yalnız bir an olsun. saniyeliğine gözlerimi açabilecek gücü hissediyorum kendimde. beş kişi sayabiliyorum o anki durumda. geri kalanlar nerde? iyiler mi? 

yüzüme çarpılan su ile biraz daha yanıyor gözlerim. "sakin kalmaya çalış, geçecek çok yakında." diyor kim olduğunu bilmediğim bir ses. belki de bizimkilerden biri yalnız fark edemiyorum o aralıkta. 

"arkadaşlarım... arkadaşlarımı gördünüz mü?" 

yüzüme dolu bir avuç suyu daha çarpıyor. birindeki acının yavaş yavaş giderildiğini hissediyorum. "buradayım ben hyunsuk." diyor yoshi. "jeongwoo, asahi ve doyoung'da burada."

"diğerleri? onlar nerde?"

tanrı aşkına ne zaman geçecek bu gözüm!?

"bilmiyorum ama bulacağız. bir yere gitmemişlerdir zaten."

"sizin bir yerinizde bir şey var mı peki?"

"bende yok çok fazla ama diğerlerinde var. hengamede düşmüş jeongwoo ya da başına güneş geçti bilmiyorum. baygın yatıyor. bir şeyi yok ama, kontrol etti birisi."

gözlerimi açabiliyorum sonunda. başımda dikilen mullet saçlı çocuğa bakıyorum ilk, bana yardım eden kim görmek istiyorum ama tanıdığım birisi değil tabii beklediğim gibi. "iyiysen eğer gidiyorum, yardım çok kişiye lazım." 

kafamı sallıyorum sadece. yardım çok kişiye lazım. 

neden ki? savaşta mıydık? neden savaşıyorduk peki? ölen canları savunduğumuz için miydi bu savaş? öyleyse savaşırım ben sonuna kadar. ölmüşüm, kalmışım hiç olmaz umurumda. 

yarım saat-kırk beş dakika kadar sonra jeongwoo'nun kendisine gelmesiyle toplanıp diğerlerini aramaya karar veriyoruz. savaş çoktan bitti bu arada.düşmanlar aldı götürdü masum askerleri. gözlerinden yaşlar aka aka, ellerindeki kağıtları yırtmaya çalışarak, masum askerlerin onlara ettiği bir sürü haklı küfürle birlikte. 

biz nasıl sağ çıktık bu hengâmeden bilmiyorum. "diğerleri" diyor yoshi. "onları da götürmüş olmasın polis?" 

"yok canım," diyorum bende. "olur mu hiç öyle şey? bizimkiler bulmuştur saklanacak bir delik." sonrasında pişman oluyorum dediklerimden, saklanmamıştık çünkü biz. gizlenmezdik. onlar gizlenirdi, elleri kana bulanmış o insanlar gizlenirdi. yüzlerinde birer maskeyle sokaklarda dolaşırlardı utanmadan birde. nefret ettim yine iliklerime kadar onlardan. 

telefonum titriyor sonra. hepimizin titriyor aslında. gelen mesaja basıyorum, junghwan'dan gelmiş. 

nerdesiniz 

jihoon, harutoyu götürdü polisler 
ben junkyu ve jaehyuk kaldık
sizi de mi götürdüler yoksa 

ben donup kaldığımdan yoshi yazıyor hemen gruba. beraber geniş parkta buluşmak üzere kapatıyoruz telefonlarımızı. önce buluşacağız sonra da düşmanlar tarafından götürülen masum askerileri kurtaracağız. 

gözlerimden yaşlar akıyor ama mağlubiyetin yaşı değil bu. arkadaşlarıma gelen zararın yaşı da değil. gözümdeki acının yaşı hele hiç değil. sağlanmayan adaletin mi ki? ya da öldürülen onca kadının? başında ağlayan çocuklarının feryatlarının? onlara bunu yapanların özgürlüğünün mü yoksa? 

bir dünya kurulsun içindeki kadınların özgürce yaşadığı, evlerine dönerken endişelenmediği, çantalarını yoklamadığı. 
bir dünya kurulsun, çocukların annelerinin başında ağlamadığı, feryatlarının gökyüzüne karışmadığı. 
bir dünya kurulsun, elimizdeki sloganlarla bir sonraki kişinin kim olduğunu bilmeden yürüyüş yapmadığımız. 
bir dünya kurulsun kadınların mutlu olduğu. 

-bölüm sonu-

kadınlar gününüz kutlu olsun!!
bu güne özel bir bölüm yazmayı düşünüyordum zaten son bir kaç gündür. düşüncemi de gerçekleştirme istedim. 

bütün kadınların özgürce yaşadığı bir düzene sahip olmamız dileğiyle. 






senden başkası kimmiş neymiş bilmiyorum, hoonsukWhere stories live. Discover now