Felicity
Parlatılmış bardaklardan birini daha rafa koydum. Oflayarak etrafıma bakındım. Üç ahbap çavuşlar tezgahın önünde oturuyordu. Richard'la ilgili birkaç sorudan sonra politika ve Prens William'la Kate'in bebeğinin doğumu gibi daha önemli konulara daldılar. Annem, ben çalışırken hep yaptığı gibi, arka odada faturaların arasında kayboldu. Kendime çokça sormuşumdur, üç alkoliği ağırlamak için beni haftada en az üç kez yardıma çağırıp kendisini altı saat arka odaya kapatacak kadar evrak işi çıkıyor muydu acaba gerçekten diye.
"Şimdiden tam bir profesyonel gibi çalışıyorsun" dedi Stanley dostça gülümseyerek.
Bu cümleyi her duyduğumda bir pound alsaydım Londra'nın en çok kazanan meyhanecisi olurdum. Ne yazık ki en az kazananıydım. Annem bir şey veremezdi. Kendisine yardımcı olması için bir temizlikçi kadın tutmuştu ve onun dışında ücretli bir eleman tutacak kadar para kazanmıyordu. Geçen haftaya ait güzel anılarım çoktan silinip gitmişti. Bugün saatlerdir, Ed sonunda tezgaha vurup "yeter" diyene kadar, benimle şakalaşmalarına katlanmak zorunda kalmıştım.
Kocaman gözenekli, kırmızı suratlarına baktıkça başkalarını buraya gelmekten onlar mı alıkoyuyor acaba diye geçiriyordum içimden. Benim arkadaşlarım olsun, yabancılar olsun, tanıdık tanımadık yolunu şaşırıp da buraya gelen herkesi selamlıyorlardı. Stanley ve Mike kanlarındaki alkolün verdiği rahatlıkla herkese laf yetiştiriyordu. Gelen müşterilerin rahatsız olduğunu ve bu yüzden bir daha gelmediklerini çok söylemiştim anneme ama o, müdavimleri kaybetmeyi göze alamayacağını söylüyordu. Düzenli gelir kaynağı olmalarının yanı sıra yıllardır annemin, Bayan Collins dışındaki tek dostuydular.
"Okul nasıl gidiyor?" diye sordu Mike. Haftada üç kez sorduğu soruydu bu.
"Her şey yolunda" dedim her zamanki gibi.
"Lee ne yapıyor?"
Benim için o kadar beklenmedik bir soruydu ki bu az daha elimdeki bardak düşüyordu.
"Okulun yeni popüler çocuğuymuş. Ed duymuş." Şaşkınlıkla Mike'a baktım.
Ed'in omzuna vurdu, o da her zaman olduğu gibi hiç tepki vermedi.
"Ed başka ne duymuş?" diye sordum biraz meraklanarak.
"Sana talip olacakmış."
Bu sefer bardak gerçekten elimden kaydı ve yere düşüp paramparça oldu. Fırçayı kapıp süpürmeye başladım."Doğru mu yani?"
"Hayır" dedim sertçe. "Derslerde yanımda oturuyor, hepsi bu. Sen nereden biliyorsun?" diye sordum Ed'e. Ed önündeki biraya devam etti. Her zaman olduğu gibi onun yerine Stanley yanıtladı.
"Bayan McKenna'dan duymuş. Oğlu Corey sizin okula gidiyor ya." Kahretsin. Corey'nin çekeceği var benden, "Bayan McKenna'yı nereden tanıyorsun Ed?" diye sordum ve uygun bir tehdit düşündüm.
"Ed'in kız kardeşi" diye açıkladı Mike. Cam kırıklarını öylece bırakıp şaşkınlıkla Ed'e baktım. Corey hiç söz etmemişti bundan. Yani dayısının burada, barda saatlerce vakit geçirdiğini biliyordu. Şaşırmadım.
Ama belli ki bu Ed için hassas bir konuydu çünkü Mike hemen lafı değiştirdi. O sırada annem bürodan çıktı. Nihayet. Artık gidebilirdim. Gülümseyerek tezgâha doğru gelirken plastik çiçeklerden birkaçını masalara yerleştirdi.
"Hey, Felicity, bence annene yardım etmekle çok iyi yapıyorsun. Büyüdün artık. Ona destek olmanın zamanı geldi. Ne de olsa bir gün barı sen devralacaksın. Şimdiden işi iyice öğrenmen güzel bir şey."
Bari devralmak mı? Ölürüm de almam. Annemin Mike'a, kızının sınavlarını verip okulunu bitirmekle daha iyi bir şey yapacağını, sonrasında üniversiteye gideceğini, pedagog olmak istediğini ve bunun için notlarının çok iyi, şansının çok yüksek olduğunu söylemesini bekledim. Ama annem sustu. Mike'a sinsice bir bakış atıp hafifçe gülümsedi. Elimdeki bira bardağını sertçe tezgâhın üzerine bıraktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PAN'IN GİZLİ VASİYETİ (1. Kitap)
Teen Fiction"Gerçekten City mi adın?" "Tabii ki değil. Arkadaşlarım bana Felicity der. Felicity Morgan," O kadar sarsılmıştı ki sanki ona Galler Prensesi olduğumu söylemiştim. Felicity Morgan'ın elflerin hayalindeki kurtarıcıyla hiç alakası yoktu. Henüz on se...