Bölüm 9: "İzmarit Etkisi"

428 21 0
                                    


Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.



1974 Temmuz

Topraktaki kan çukurları bilek seviyesini geçti deniyordu ama kimse, çukurun yanı başındaki bel hizasına gelmiş ceset yığınlarından söz etmiyordu.

Kan, bir bedenden dışarıya nasıl akardı? Ne sebep olurdu da sıçrardı?

Askerler hareket halindeki herkesi teker teker vururken bir adam gelip, yerde yatan kadını yakasından tuttuğu gibi kaldırıp fırlattı. Kadın acı çığlıklar eşliğinde yerde sürünerek kaçmaya çalıştı. Gözü etraftaydı, dilinde ise bir adamın ismi dolanıp duruyordu.

Kadın aslında eşine, evladının babasına sesleniyordu; onun hala yaşayıp yaşamadığını görmek için, ruhunu ferahlatmak için, gelip yardım etmesini istemek için ve de evladını alıp buradan kaçmasını söylemek için arıyordu onu.

Kadın hareket edemeyeceğini biliyordu, kollarını her hareket ettirmeye çalıştığında kırık kaburgaları ciğerlerine basınç uyguluyor ve nefesi saniyeler geçtikçe kesiliyordu.

Kollarında ciğerleri patlayana dek ağlayan minik oğlu, ayaklarının ardında ise akan kanının oluşturduğu uzun bir yol vardı.

Adam bağırıp onu iteledi, kan ağlayan kadını diğer hayatta kalmış insanların yanına sürükledi. Eli, kolu ya da bacakları kopmuş insanlar için hayatta demek aslında doğru bir tabir bile değildi ama ufacık bir nefes alış verişleri askerleri çileden çıkarıyordu.

Kadınlar ve erkekler sıra sıra dizildi, hepsinin gözünde korku ve dehşet apaçık okunuyor; kimisinin dudaklarından dualar açık seçik duyuluyordu.

O dehşetin içinde güzel olan tek şey de dillerden duaların düşmeyişiydi işte; son kelamları Allah'ın adıyla olan şehitlerin kötü bilinen en iyi sonları yazılıyordu o sıra.

Askerler onların bu dünyadaki son birkaç yılını çalıyordu ama öte dünya için de onları güzel ve sonsuz bir diyara uğurluyorlardı.

Kadın kucağındaki bebeğine dönüp bakma fırsatı bile bulamadı, sadece onun ağlamasını dinliyor ve hala hayatta olduğundan emin olmaya çalışıyordu. Rab'binden yardım diliyor, bir mucize olsa da evladım yaşasa diyordu.

Hiçbir ana kendini düşünmüyordu ki o sıra...

Sıra sıra dizili insanlar birbirinin üstüne çıkıp kaçmaya çalıştı ama askerler, bir sürüyü hizaya sokmaya çalışan çoban köpeği gibi etrafta dolanıp durdu.

Kulaklar o noktada sağır olmuştu; ondan sonra ne çığlıklar ne patlamalar ne de çığırtılar duyuldu. Kurşunlar sadece leşler üstünde uçuşan sinekler gibi hızla geçen sessiz kan emiciler oldu.

Sonra adam silahını çıkardı, elini havaya kaldırdı. Kaldırdığı eli askerler için ateş emrini verdiği sırada karşılarında sıra sıra dizilmiş masumlar vardı. O anda Müslümanlar kurşun yağmuruna tutuldu. Tüm diz çökmüş bedenler ağır ağır sekip yere yığıldı, aniden dört beş farklı noktadan kan fışkırdı. Solukların kesilmesi saniyeleri aldı ama caniler durmayıp ateşe devam etti.

Cesetler düştüğü yerde kurşun darbeleri ile sekiyor, ölü bedenleri bile rahat bırakılmıyordu.

Adam ateş edenler arasındaydı, özellikle de sürükleyip fırlattığı kadının öldüğünden emin olmak için yanına kadar gelip silahı başına yaslamıştı. Kadın, kurşun alnına saplanmadan hemen önce omzunda bir el hissetmişti; başını çevirip bakacak vakti olsaydı eğer eşinin onu bulmuş olduğunu anlayıp sevinebilirdi... Ya da omuz omuza ölümle buluştukları için, evladı bir başına kalacağı için daha da hüzünlenebilirdi acılı anne.

Adam silahları indirme emri verdikten sonra eğilip, kadının ölü bedenini seyretti. Oradan, kalbinin ne denli parçalandığını haykıran minik bir feryat duyuluyordu. Adam beklediği anın geldiğini bildi, eğilip minicik bebeği annesinin kaskatı kesilmiş kolları arasından aldı. Kucağından oluk oluk kan akar bir halde dönüp askerlerine tüm çocukların araçlara bindirilmesini emretti.

"Hiçbir Türk çocuğunu burada bırakmayın, yaşayanların hepsini toplayın!"

Anneler-babalar öldürülüyor, kurşuna diziliyor ve hala hayatta kalan çocukların hepsi kaçırılıyordu.

Kaza alanına gelen askeri araçların kasaları genç çocuklarla doluydu; henüz savaşın ne demek olduğunu bilmeyen gözü yaşlı çocuklar ailelerin burada öldürüldüğünü bilmeden onlardan uzağa götürülüyordu. Askerlerden birinin telsizden gelen tok sesi, alanda en net duyulan cümlelerden birisiydi.

"Yola beş araç çıktı, tahmini olarak otuz altı çocuk var."

"Çocukların sağlık muayenesinden geçtiğinden emin olun," dedi hemen kucağındaki ağlayan bebeği sıkı sıkı sarmış olan adam. "Hepsine yeni bir isim verin, durumu iyi olanları üçüncü bölükle gönderin. Bir an önce Kıbrıs'tan çıkmaları gerekiyor."

Bir asker hemen yanına geldi, elindeki bir parça bezi minik bebeğin koluna doladı. Amacı bebeğin yarasını kapatmak ve ölmesini engellemekti ama bu, bebeğin ciğerlerinin patlamasına ve ölmesine yol açabilirdi. O sırada can yangısından dolayı kıpkırmızı kesilmiş bebeğin tüm çırpınışları aslında annesinin tanıdık kokusuna geri dönebilmek içindi.

Asker, bebeğin üstüne bir de kaza alanından bulduğu başka bir bebeğin pembe battaniyesini doladı; battaniyenin ucu yanık, kenarları da taze kan doluydu. Yer yer delinmiş örtü aslında görevini yerine getirebilecek durumda bile değildi.

"Efendim," diyerek söze giren asker, oldukça gündelik bir konudan bahseder gibi "Kaza alanında hayatta kalan kimse kalmadı," dedi. Sonra silahını kaldırıp, uçaktan havaya yükselen dumanları gösterdi. "İşaret vermek için Türk askerlerinin alana gelmesini bekleyelim mi? Havaalanındaki indirdiğimiz Türk askerlerinin telsizlerinden yola çıktıkları haberini aldık."

İki Yunan askeri parçalanmış uçaktan sızan kara dumanları seyrederken ardındaki ceset yığınının üzerine, alkole batırılıp çakmakla alevlenmiş bir parça yazma fırlatıldı. Önce patlama etkisi oluşturdu, sonra da şömineye atılmış odunlar gibi çatırtı sesleri yükseldi. Zaten nefes alan kimse kalmamıştı ama sanki orada can çekişen ruhların çığlıkları yine de duyulabiliyor gibiydi.

Bebeği tutan adam, ardındaki sıcaklıktan rahatsız olup önce birkaç adım uzaklaştı, ceplerini karıştırdı. Cesetlerden yükselen alevlerin üstünde bir sigara yaktı. Bir dala sarılmış zehir yığınından birkaç nefes çekip havaya üfledi, çaldığı tüm hayatlardan gelen ruhları dişleri arasında ezdiğini hayal etti. Havadaki koku hoşuna gitmedi, çok fazla pislik ve yanık kokuyordu. Dumanlar gözlerini bulandırıyor, kan gölünün üstünü bir sis canavarı gibi yuttuğundan seyir zevkine perde çekilmiş gibi hissediyordu.

"Gelmelerine fazla bir zaman yoktur, işareti verin ve hemen gidelim."

"Buradan efendim," dedikleri sırada adam sigarasını ardındaki aleve fırlatıp araca bindi. Tıpkı geldikleri gibi gidişleri de hızlı oldu; onlar yakalanmadı ama Türk askerleri diğer Yunan araçlarını yakalamıştı. 

Alp YıldızlarıWhere stories live. Discover now