*31 Ekim

86 10 3
                                    

Bu satırları yazarken olmasını beklemediğim bir yerdeyim. Şaka gibi ama asla bölümü böyle yayınlayacağım aklımın ucundan geçmedi. Belki de her şey de bir hayır vardır diyip karşıya geçmek gerek.
Evet dostlar ve sevgili okurlarım... Bu bölümü yayınlamak ve size okutmak için çok çabaladığım gibi çok da istedim. Onları bitirmiş olsam da bu özel günün hep hayalini kurup size yansıtmadan geçemezdim. Bölüm uzun ve aşk kokuyor. En azından gelecek bölümlerin ilacı olsun bu.
Her ne kadar onları taktim etmeyi sevsem de bugün sadece iki kişiyi taktim edeceğim
Karşınızda;
Ekim ayı ve Kanatı

🧡🖤

Berkay Altunay, Olmazlara İnat

Dolu kadehi ters tut, Sen ve Ben

Melike Şahin- Mert Demir, Pusulam Rüzgar




Bakışlarımı telefondan kaldırdığım da gözlerim saçma bir şekilde dolmuştu. Ağlamaya utansam da mutfak tezgahına oturup ağlayabilirdim de. Sessizliğin için de benim burnumu çekmişim duyuldu. Parmak boğumlarıma değen kahve kupasının sıcaklığına daha fazla dayanamayıp sertçe tezgaha koydum. Ardından bir kez daha burnumu çektim.

Ağlasa mıydım?

Çok saçma kaçardı ve evdekiler benimle dalga geçebilirdi. Sessizce ağlasam duymazlardı. Ama burnum ve kaşlarım kızarırdı. Ellerim de susmazdı. Ve Ekim ağladığımı, K9 köpekleri gibi hissederdi. Sonrada mutfağa damlar benimle dalga geçerdi.

Dışarı mı çıksaydım?

Mutfağın kapısı açıldığında gelen kişi Ekimden başkası değildi. Üstün de sıfır kollu bir tişört vardı. Kol kasları bu şekilde daha da belli oluyordu. İfadesi ifadesizdi. Her zaman ki gibi donuktu. Ama yorgunluk da vardı. Üstün de açıkça belli olan bir kusmuk lekesi. Biri üstüne kusmuştu? Yağmur olmalıydı. Bakışlarımı kaçırıp ıslak kirpkilerimi kırptım.

"Yaklaşık beş dakikadır sana sesleniyorum" dedi, düz bir sesle. Duymamıştım. Zihnimden geçen ağlama isteği dış dünyada ki sesleri susturmuş olmalıydı. İçim de kırıklığı hissediyordum. Kırıklığı kime duyduğumu bile bilmezken. Tezgahın üstün de ki ıslak bezi aldı ve üstünde ki tişörte sildi. Şimdi de ıslanmıştı. Bej rengi tişört de koyuluk oluşmuştu, iki göğsünün ortasına. Bu nokta bana çok başka şeyler hatırlatsa da umurumda değildi. Tek istediğim ağlamaktı. "Sana diyorum Melek. Beni duymuyor musun?"

Çocuk gibi omuz silktim. Duymak zorunda değildim kimseyi. Ağlamak istiyordum. Mutfaktan çıksındı. Bir kez daha burnumu çektim. "Lütfen çıkar mısın ağlamak istiyorum. Ve sen burda beni seyrederken bu imkansız" sesimde öfke yoktu. Homurdanışım kulaklarına ulaştığında kaşları havalandı.

"Peki" dedi, sesizce. Ama çıkmadı hatta yaklaştı. "Anlatmak ister misin?" Kollarımı önünde bağladığım da artık tam karşımda soğumuş kollarıma sıcak ellerini yaslamıştı. Sağ eli ıslak beze dokunduğu icin nemli kalmış öbür eli ile eşitliği bozmuştu. Baş parmağı dirseklerim de ki sivri kemiklerin etrafında daire çizerken ona anlatıp anlatmakmak konusun da kararsızdım. "Konu saçma yada değil, fark etmez. Seni dinlerim."

"Çarede olursun" dedim mırıldanarak. "Ellerime mucize olduğun gibi." Gözlerim yüzünde gezinirken gözlerine değmeyecek kadar çekingendi. Kirpiklerim ise hala ıslaktı. Sıcak gülümsemesi dudaklarına yayıldığın da kuru eli başımı uzandı. Yavaşça göğsüne yasladı ıslak eli de belime kaydı. Buna ihtiyacım olduğunu yeni fark etmiştim. Portakalın ekşi ve tatlı kokusu genzime dolduğun da nefes aldığımı hissettim. Akdenizin sıcağın da bahçeden toplanmış portakalın ve çekilmiş kahvenin huzurunu yaşamak bir mucizeydi ve ben bu mucizeyi sonsuza dek tatmak istiyordum.

ÖLÜM KOŞUCULARIWhere stories live. Discover now