15|Islanmayı Sevenler

130 30 4
                                    

46.Gün/ 6 Ekim
Bütün gece yağan yağmurdan geriye insanın ruhunu okşayan toprak kokusu kalmıştı. Öyle ki, bu koku, bütün bedenimi huzura kavuşturuyordu. Balkon kapısının aralığından sızan bu koku hayatı sorgulamayı bıraktırıyordu.

Yüksek bel bol paça kot pantolonun üstüne giydiğim gri sweati son bir kez düzelttim. Saçlarımı da esir alan tokadan kurtarıp, açtım. Parmaklarımı saçlarımın arasında tarak gibi gezdirip düzelttim. Boy aynasında saatlerimi geçirmeyi seven biri olmasam da bugün beş dakika boyunca aynanın karşında kendime bakmıştım. Kendi kendime 'yeter bu kadar' deyip. Yine kendime, aynadaki yansımama göz devirdim.

Kapıya doğru ilerlerken aklımdaki tek şey mutfağa gitmekti. Karnım açtı. Ve ayıp olur mu olmaz mı umurum da değildi. Zira, dün kahvaltıdan sonra doğru düzgün bir şey yememiştim. Kapıyı açmamla karşıda ki kapıda benim kapımla eş zamanlı olarak açıldı.

Ekim karşımdaydı. Üstünde siyah hırkası,, altında dizinde biten siyah şortu bir kenara dursun, kapüşonun altından ben buradayım diyen dalgalı saçları ile aşırı karizmatik duruyordu. Telefonundan başını kaldırıp bana baktı. Donuk bakışları ve açılıp kapanan dudakları bana bir şey söylemek istediğini anlatıyordu.

"Günaydın" dedim dan diye. Neydi bu? Sohbet açma çabası mı? Mutfağa gidiyorduk en son Melek!

"Bir konu da anlaşalım" dedi nefes alır gibi. Bana günaydın deme! Çünkü gün aydınlık falan değil!" Sitemli ve hafif öfkeli çıkan sesi sabah sabah çekilecek şey değildi. Açız melek! Bir süre daha bana baktı "Yürüyüşe gideceğim. Gelmek ister misin?" dedi. Kaşlarımı çattım her ne kadar engel olmasam da saklayamadığım sen iyi misin!? diyen yüz ifadem ortadaydı. Az önce kızmamış mıydı? Belki de bir uyarıydı kendi dilinde.

"Olur" dedi bir ses. Kimdi bu? Çok tanıdık, her gün duyduğum bir sesti. Bendim. İnanılır gibi değil bendim. Açlıktan ölürken onunla yürüyüşe gitmek isteyen bendim. İstemediğim halde bunu söyleyen ben değildim. Dilim söylemişti. Ama dil benim olduğuna göre ben söylemiş bulunuyordum.

Daha önce yürüyüşe çıkmayan ben, dünden razı bir ifadeyle onunla gitmek istemiştim. Ve şu an onunlaydım. Yan yana deyiminin en zıt hali gibiydik. Gibi değildik öyleydik!


Yeşilin hakimiyetini kaybetmek üzere olduğu bir resmin içindeydik. Turuncu ve kahverengi artık doğa üstünde bir süre imparatorluğunu sürdürecekti. Renklerin bir savaş için de olduğu iki tarafın ortasından uzun ve sonu belli olmayan bir yol gözüküyordu. Bu yolun üstünde kurumaya yüz tutmuş, ve bastıkça ses çıkaran yapraklar ile doluydu. Her bastığım da çıkan sesle içimin bir hoş olması garip bir duyguydu. Küçüklüğümden beri yaptığım bu davranış babamın hiçbir zaman hoşuna gitmezdi.

"Kes şunu!" diye bir homurdanma bana tanıdık gelse de bu ses babamın sesi değildi. Ekim'di. Bana döndü. Kaşları çatık yaklaşık, 3 metre öteden daha yavaş gel istersen diyen bakışları ile bana bakıyordu. Yapraklara basmaktan yavaş yürüyordum. Ama o benim aksime elleri cebinde hızlı adımlarla yürüyordu. Beni davet eden oydu. Neden bu kadar somurtuyordu ki. Hızlı adımlarla ona yaklaştım.

"Çok hızlısın. Ne bu acele?" dedim sitem ve şımarık bir sesle. Gözlerini kıstı.

"Hızlıyım... öylemi?"

Sitem mi ediyordu? Yoksa bu bir tür ters psikoloji miyidi? Bakışlarındaki donukluğun yanı sıra hipnoz etkisi ağzımı resmen rehin alıyordu. 'Değilsin şaka yaptım' demek üzereydim. Derin bir nefes alıp, bakışlarını etrafa çevirdiğinde ben onun gözlerinden gözlerimi ayırmadım. Gözleri tekrar bal diye tabir ettiği gözlerimi buldu.

ÖLÜM KOŞUCULARITahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon