12|Bal&Gece

145 34 5
                                    

Başaramazsa 48 gün sonra gidecek...

48. Gün / 4 Ekim

Herkes gibi sıradan bir uyanıştı. Sıradan ve basit. Zaten en fazla ne bekleyebilirim ki? Gözlerimi bir depoda mı açayım? Ya da 'Seni rehin aldım' diyen bir çift gözle mi karşılaşayım? Hiç biri olmamalı bence.

Kanepeden kalktığımda her zamanki koltuğunda oturan Ekim Balcı ile karşılaştım. Deminden beri orada, beni mi seyrediyordu? Bu çoğu sabah karşılaştığım bir durum aslında. Her sabah başucumun biraz ötesinde Ekim Balcı ile karşılaşmak pek mümkün. Sabah kahvesini yine dizine dayamış ve bana bakıyor.

"Günaydın." Dedim pürüzlü bir sesle. Bunu ne içten, ne de soğuk bir sesle söylemiştim. İnsanlık hali kalktığında yapılan bir eylem olarak düşündüm. Hani normal insanlar kalktıklarında 'günaydın' derler ya hayat çok güzelmiş gibi. Bende ondan yapmıştım ruhu karanlık biri olarak.

"Bizimkiler ile gidecek misin?" Dedi.' Günaydın' demiştim karşılık vermesi gerekmez miydi? Gerekirdi. Ama söz konusu Ekim Balcı ise bunu yapmak zorunda değildi. Sorduğu soruya başımı 'evet' anlamında salladım. Gidecektim. Ama onunla.

"Sende geliyorsun değil mi?" Dedim. Sorunun cevabının olması gerekenin olduğunu ona da bildirerek.

"Gelmiyorum." Dedi çok donuk ve kesin bir tabirle. Normal şartlarda normal biri buna 'peki' deyip, gidebilirdi. Çünkü gayet açıktı ne demek istediği. Ama ne şartlar normaldi ne de ben.

"5 dakikan var hazırlanmak için Ekim Balcı." Dedim çok ciddi bir ifadeyle. Ciddiydim ve nettim. Ona karşı da zaten böyle olmalıydım. Olmak zorunda kalmışım gibi hissettiriyordu bana. Kaşları havalanmıştı. Bunu beklemiyordu. Sonuçta kim ona bu zamana kadar tehditkar bir sesle böyle bir cümle kuruyordu? Kimse. İlk ve tek ben; Melek Demirel.

"Sırf merakımdan burada tam 5 dakika bekleyeceğim. Çünkü çok merak ediyorum yapabileceklerini, sınırların." Derin bir nefes verdim. Hatta ofladım. Pes etmiştim. Çok çabuk bir kabulleniş söz konusu. Ama buraya kadar bile çok zor ilerledim. Çünkü; kara gözlerindeki siyah dan keskin 'netlik' bana pes ettiriyor.

"İnanır mısın!? Buraya kadardı." Dedim büyük bir üzüntüyle. Hemen pes edişim cidden beni derinden etkiledi şu an. O, gamzesinin bile göründüğü bir gülüşle uzun bir süre bana baktı. Sonra kafasını iki yana sallayarak güldü. Ardından başını arkaya attı. Tavana dikti gözlerini. Ofladı.

"Gözlerin fazla ikna edici bakıcı kız. . .bal rengi ve fazla ikna edici."

"Bal?" Dedim mırıldanarak. İltifat mıydı? Yani hanemize yeni bir kelime eklenmişti. 'Bal rengi gözler' bana döndü. Dudağının kenarını kıvırdı.
"Evet, arıların bile kıskanması pek mümkün; bal rengi gözlerin var."

Yutkundum. Öyle bir demişti ki, sanki dünyanın en iyi iltifatı olmuştu bu. Ki bence öyleydi. Arıların bile kıskanması pek mümkün bal rengi. Ayağa kalktı. Ben salakça bir sırıtışla onu seyrederken o bana bakmayıp, saate bakıyordu. Bir süre sonra bana döndü.

"Sanırım 2 dakikam kaldı." dedi. Yüzünde büyük bir tebessüm ve pes etmişlik vardı. Bana karşı, gözlerime, bakışlarıma karşı pes etmişti. İstemeden bir zafer elde etmiştim. İnsan pes ederken kazanabilir miydi? Ben kazanmıştım. Hem de bal rengi gözlerimle...

🧡

Gelmiştik. Kimsesizler deniyordu bu gezegene. 'Kimsesizlik' nedir ki? Bir çocukluğu kalın bir duvarın ardına bırakmak, ve gülüşünü, üzüntüsünü, huzurunu, kederini buraya sığdırmak mıydı? Niye bu çocuklar kimsesiz diye adlandırılıyordu ki? Evet çocuk, anne babaya ihtiyacı olan bir varlıktı. İlgiye şefkate ihtiyacı vardı. Ama bir çocuğu buraya bırakmak onu kimsesiz yapar mıydı? Bence buranın adı, 'Tek başına yeşeren tohumlar' olmalıydı. Burada ki çocuklar, kimsesiz değildi. Bu çocuklar burada yeşermeye başlamıştı ama tek başına. Suyunu , güneşini kendi kendine bularak. Bataklıktan kurtulmuş belki bir latus çiçeğiydi.

ÖLÜM KOŞUCULARIWhere stories live. Discover now