"ᴀɴɴᴇ, ᴋᴏʀᴋᴜʏᴏʀᴜᴍ."

403 39 221
                                    

James gözlerinde yaşlarla ilerledi. Yanlış anlama sevgili okurum, hüzünden değildi göz yaşları. James Hangray fazlasıyla sinirliydi. Elizabeth'in aynı hatayı defalarca yapışı onu öfkelendiriyordu. Elizabeth'in hatalarını tekrarlaması ona kendi hatalarını ve kendi tekrarlamalarını hatırlatıyordu. Her seferinde başa sarışlarını anımsıyordu ve Elizabeth'in de en sonunda kendi gibi olacağından korkuyordu. Bir heykel gibi. Evet, James kendini bir heykele benzetiyordu. Gözleri, ince işçilikle oyulmuş yüz hatları, dudakları, burnu. O insanın yaptığı sanatsal heykellere benzeyen, Tanrı'nın yarattığı güzel bir insandı. Ama ne yazık ki bu güzel yüzü taştandı, sıcak bir teni yoktu. O baktıkça bakasınız gelen oyulmuş bir taştı; içi de dışı da taştı, sıcaklığa dair hiçbir şey kalmamıştı. James bunu Medusa'nın taşa çevirdiği insanlara da benzetiyordu bir yandan. James Medusa'nın yegane eseriydi kendi gözünde. Taşlaşmış bir ruh.

Tüm bu düşünceler ve fazlasını düşünmeye başladı. Düşündükçe bedenindeki binlerce duygu gözyaşına ve sık nefes alışverişlere dönüşüyordu sanki. Gecenin çöktüğü sahili sert ve robotsu adımlarla geçmişti ve şimdi sakin sokaklarda gecenin tutsaklarından biri gibi, ayakta durmaya bile zorlanır gibi yürüyordu. Gece bu kadar güzelken hüzünlü olmak canını acıtıyordu, bir an önce evine dönmek istiyordu.

İsteği gerçekleşti, James eve vardı. Ayakkabılarını çıkarıp üst kata ulaştı. Ebeveynlerinin odasının kapısını araladığında anlamıştı. Artık evi yoktu. Dört duvarı ve çatısı olan bir beton yığını vardı. İnsanların yaptığı dekoratif süslemeler vardı. Barınabileceği, yaşayabileceği, hayatının sonuna kadar kalabileceği bir yapı vardı. Ama ev yoktu. Boştu, soğuktu, yapayalnız ve korkunçtu.

"Yardım edin." diye fısıldadı James boşluğa doğru. Bir adım attı, ikinci adımında dizleri üstüne düştü.

"Lütfen." diye mırıldandı kendinin bile duymakta zorlandığı bir sesle. Sesinin titrediğini fark etti, yanaklarının gözyaşlarıyla ıslandığını.

"Hey." diye sesini yükseltmeyi denedi ama boğazında takılı kalmış bir şey sesini engelliyordu sanki. Nefes almasını ve konuşmasını zorlaştırıyordu.

"Dayanamıyorum."

Rüzgar cama vurdu. James bir süre bekledi ve evin bahçesindeki ağacın duvara vuran gölgesini izledi.

"Devam etmek istemiyorum."

Rüzgar sesi kulaklarına doğru vuruyordu. Odadaki her bir fotoğraf karesinde gülümseyen onlarca yüz karanlıkta kalmıştı. Ne ay ışığı vuruyordu odaya ne de James'ın ışıkları açmak için gücü kalmıştı.

"Anne," dedi James gökyüzünün karanlığına.

"Korkuyorum."

O sırada kapı gıcırdadı. James'ın kalbi hızla atmaya başladı. Gerçekten gelmiş miydi? Annesi, bu gece gelmiş miydi? Bu olamazdı. O halde belki de benim gitme vaktim gelmiştir, diye düşündü James. Ölüm meleğinin nasıl göründüğünü merak etti ama başını çevirmeye korktu. Melek onu anlar gibi tahta zemini gıcırdatarak oğlanın hemen önünde durdu. Meleğin gölgesi James'ın üzerine düştü, soğuk eli omzunu kavradı ve melek oğlanın yanına çömeldi. James'ın gözleri meleği sonunda karanlıktan seçebilmeye başladı. Ah, hayır, bu melek değildi.

"James?"

Bu Regulus'tu. James kendi yorgun gözleriyle oğlanın gözlerine baktı. Elizabeth'inkilerde daha önce gördüğü gibi korku görmeyi bekledi. Veya belki de endişe. Ama hayır sevgili okurum, Regulus James'a ne korkuyla ne de endişeyle bakıyordu. Regulus James'ı öyle iyi anlıyordu ki. Aynadaki yansımasına bakar gibi bakıyordu oğlana. O an iki oğlan çocuğu birbirlerine ancak bu kadar benzeyebilirlerdi, ancak bu denli yakın olabilirdi ruhları.

Ölü Bir Oğlan Çocuğu (𝓡. 𝓐. 𝓑. 𝓗𝓪𝔂𝓻𝓪𝓷 𝓚𝓾𝓻𝓰𝓾𝓼𝓾)Where stories live. Discover now