Umut...

1.4K 126 25
                                    

Burak

O yaz o kampa asla gitmeyecektim.

Her zamanki gibi tatilimi halamla birlikte onun Urla'daki  yazlığında geçirip, kitaplarımı okuyacaktım. Belki yarı zamanlı bir iş bile bulurdum. Yani ne olursa olsun, son zamanlarda iyiden iyiye artan evdeki adı konmaz gerginliğin, beni yaz tatilinde de etkilemesi izin vermeyecektim. Buna kararlıydım.

O akşam annem kanlanmış gözleriyle, dudağını ısırarak odama geldiğinde ve baygın bakışlarının altına yapıştırdığı zoraki bir gülümsemeyle bana baktığında , kalbim çoktan teslim olmuştu bile. İlk  defa rica ediyordu. Kibarlık dilinde ricaydı bu, yoksa resmen yalvarıyordu sessizce. İlk defa o tatilde benim de onların yanında olmamı istiyordu. Halbuki bu evde varlığının neredeyse olmamasına alıştığım ruh gibi halinin ve babamın  güya her şey yolundaymışçasına yaşadığı umursamazlığının rutin olduğu şu boktan hayatımdan kaçmak adına, tüm tatiller cennetti benim için.

"Ozan da gelir mi?" kısık sesini neredeyse duyamayacaktım. Gülümseyerek baktım suratına ve dizimin üzerindeki elini tuttum. Tam konuşacaktım ki kafasını eğdiği yerden kaldırıp umutsuzca baktı yüzüme.

"Ama okulu izin vermez onun di mi? Yaz okulu var onun" kafamı salladım.

"O gelmese de sen gel oğlum" dedi elini elimin altından çekip saçlarımı üstün körü okşarken.

Boğazımdaki yumruyu zorla yutkunarak tamam dedim. Belki biraz hayat ışığı görme umuduyla gözlerine baktığımda, son yılların ezberi yine bozulmamıştı. Gözünün feri gitmiş zayıf kadın, ince parmakları ile omzuma dokunup çıktı odadan.

Arkasında bıraktığı boşluğu bir kaç saniye izledikten sonra, kalbimdeki ağrıyı yok sayarak sırtımı tekrar yatakla buluşturdum.

*

"Yerleştin mi odana Burak?" alt kattan gelen babamın sorusuna cevap vermeden valizim boşaltmaya devam ettim. Biraz sonra kapımın açılması ile beni kapı aralığından izleyen anneme baktım.

"Hadi oğlum, baban seni bekliyor" bana doğru adımlayıp elindeki alışveriş listesini avucuma bıraktı. "Hem biraz baba oğul zamanı geçirmiş olursunuz" dedi yine hayalet gibi. Ben odadan çıkıp merdivenlere yöneldiğimde arkamdan "Ozan da olsaydı keşke" diye fısıldadığını duydum.

Kampın az ilerisindeki büyük markete doğru sürdüğü arabada ikimiz de sessizdik. Temmuz sıcağından buharlaşmak üzere olan bedenimi klimanın soğuğuna alıştırmaya çalışırken, bir yandan da dışarıyı izliyordum. Çorak Akdeniz iklimi, ara ara bozkır tadında güya yeşillikler, seyrek yerleşim yerleri ve safi her yere hakim bir sarılık. Çölün ortasında kalmışız gibi.

Marketin önünde park ettiğimizde bıkkın bir şekilde indim arabadan. Babam çalan  telefonu yüzünden durakladığında onu beklediğimi görüp, bana devam etmemi söyledi. Sonu gelmeyen telefonlarından kafasını biraz kaldırabilseydi, nasıl bir uçurumun kenarında durduğumuzu görebilirdi halbuki. Ama o İstanbul'daki meşguliyeti yetmezmiş gibi burada da önceliği tabii ki bize vermeyecekti.






Sebzelerin olduğu reyonda, alış veriş arabasını iterek elimdeki listede göz gezdiriyordum. Az ileriden duyduğum gür kahkahası ile kafamı kaldırıp onu gördüğümde, ayaklarım olduğu yerde çakıldı o an.

Sanki kafamın üstünde mütereddit bir kuş sürüsü. Aynı Ece'nin de yazdığı satırlardaki gibi. Bir süre kıpırdayamadım. Bir süre onun dışındaki her şeyle temasımı kaybettim. Havada süzülen tüm toz taneleri bir kaç saniye sonra tekrar varlık göstermiş, az önce kesilen sesler tekrar uğultu halinde yükselince gözlerimi kırpıştırdım.

Bu gerçekten oluyor olamazdı değil mi?

Beyaz teni boynuna doğru pembeleşmiş, dalgalı kumral saçları terden alnına yapışmıştı. Gülmekten kısılmış gözlerinin yeşil olduğunu hayal ettim. Ve o gözler beni görmedi ilk başta. Az ötesinde ağır adımlarla ona doğru sürüklenen ve onu izleyen beni görmesi için bir kaç saniye geçmesi gerekti.

Nefesim kesildi. İlk göz göze geldiğimizde ve o belki de beni görmeden gülümsediğinde, soluğun boğazımda hapsolduğunu hissettim. Saniyelik bakışmamız sona erdiğinde ve o arkasını dönüp arkadaşıyla gittiğinde ancak tekrar soluklandım.

Alabora hissi. Tüm bildiğim ve kabul ettiklerimin alt üst olacağının ufak bir sinyali. Güverteyi hemen terk ediniz. O marketten hızla çıkıp gitmem gerekiyordu.

Yapamadım.

Arkamdan babamın sesini duyana kadar, kaybolmuş yer çekimine inat arkasından sürüklenmeye devam ettim. 

Yanındaki kıvırcık saçlı kızın onun koluna girip heyecanla bir şeyler anlatmasını, yürürken ara ara omuzlarını dikleştirmesini, raflara uzattığı biçimli ellerini, kusursuz profilini, pürüzsüz ensesini izledim huzursuzca.

Kader mi? Saçmalamayın. Tabii ki öyle şeylere inanmayacak şeyler yaşamıştım. Hem de fazlasıyla. Ama onu ilk gördüğüm anda ayaklarımın yere mıhlanmasının, kalbimin gümbür gümbür atmasının, soluğumun kesilmesinin ve ipleri onun elindeymişçesine dudaklarımın onunla yukarı kıvrılmasının, ruhumun sanki bir bütünlüğe kavuşmasının, sonra da heyecanla havalanmasının, boğazımın tıkanmasının falan başka bir açıklaması olmalıydı değil mi?

Ve işte o yalnızca bir kaç saniyelik göz temasımız ile kalbim gümbürdemeyi bırakıp, kafesini parçalamak istercesine çırpınmaya başladığında, ben her şeyin belki de ilk defa iyiye gideceğine inanmıştım.

Hayır kader değildi bu. Ama belki de hayat veya kainat veya evren diğer adıyla ne varsa, karma, paraleller, diğer alemler, bizden başkalarının her biri ilk defa beni görmüştü. Ve ilk defa bana şu hayatta tutunmak için bir neden vermişti sanki.

Kati bir şekilde kapanmış bir kapının hiç umulmadık bir anda aralanıp, fısıltı halinde bir sesin belki de yaşamaya değerdir, dediğini düşünün, hem de tam siz her şeyden vazgeçmeden az önce.

Bunun adı kader değildi de, umuttu bence.





Burak açısından anlatıp ufak şeyleri aydınlatacağımı söylediğimde sanırım yalan söylemiştim. Ama ben de yazdıktan sonra fark ettim. Umarım kafaları daha çok karıştırmamışımdır. Çünkü galiba ilerleyen bölümlerde daha çok karıştıracağım. kifkif.

bye

NefretWhere stories live. Discover now