12| Round table wolf

3.8K 343 371
                                    

"Bilmiyorum, sadece üzgünüm. Bu hikayenin nasıl ve nerede sona ereceğini bilmiyorum, gitmek zorundayım. Seni hissediyorum, tıpkı kader gibi, zor olsa bile, tehlikeli olsa bile..."

Babamla ilişkim normal insanlarınki gibi asla olmamıştı. Biz ezelden beri birbirimize zıttık çünkü felsefesi Konfüçyüs'unkiyle aynıydı. Soyu devam ettirecek olan bir alfaydım ben onun için ve öldükten sonra sorumluluklarını üstlenecek tek kişiydim. Tüm bunlar için yetiştirmişti beni, zamanı geldiğinde Gyeonggi'i Bölge sözcüsü olacaktım, beklentisi hep bu yönde olmuştum. Hepsine alışkındım bu yüzden, tüm o kokteyler, devlet işleri falan filan... Çocuk olmadan devlet malı olmuştum aslında, oradan oraya sürüklenen, imza yetkisi en üstte olan bir sürü insanla tanışmış, el sıkışıp selam vermeyi 7 yaşında öğrenen ve en kötüsü de annesinden tüm bunlar yüzünden ayrı yaşamış olarak büyümüş bir çocuktum. Annem kurduyla çatışmaya başlamış, zamanla delirmişti çünkü o kocaman evde o kadar yalnız ve köşeye itilmişti ki...

16'ıma kadar böyleydi bu ve sonra annemin ölüm haberi gelmişti, ben yine bir kokteylde hiç tanımadığım insanlarla tokalaşırken. Han-wi babama eğilmiş yavaşça fısıldamıştı ve babamda bir kulağı karşısında politika yapan adamdayken sadece gülümsemiş, Han-wi'den ayrıldığında da hiçbir şey olmamış gibi devam etmişti sohbetine. Tam o anda bitmişti her şey, çünkü babam gözümdeki o yüksek rütbeden bir anda yere çakılmıştı. Ruh eşi olmasalar da eşine sahip çıkamayan bir alfanın gözümde zerre değeri olmazdı. Üstelik o omega beni dünyaya getiren biriyken el üstünde tutmak yerine sadece bana odaklanmasını kabul edemezdim.

Şimdiyse gözümde zerre kadar değeri olmayan o adamın aslında kimsenin gözünde zerre kadar değerli olmadığını kapıdan içeri girdiğim anda anlamama neden olmuştu içinde bulunduğum durum. Çünkü bu bir cenaze töreni değildi, babamın cenazesi ortada yoktu ve içerisi de yas evinden çok toplantı için bir araya gelmiş insanların buluşmasıydı.

"Odaya geç."

Emir kipiyle sert tonda konuştuğunda gözlüklerini her daim arkasından ayrılmayan betaya vermiş önden seri adımlarla ilerlemişti. Onu takip ettim, babamın her zaman nefret ettiğim tonlardaki kahverengi çalışma odasına adımlayıp elimdeki poşeti koltuğa koyarak oturdum.

Büyükannem çekmeceyi gergin dudaklarla açtı, içinden bir kutu çıkartarak bana uzattı ve yine kısa bir cümle kurdu "Bu artık senin." verdiği şeyi biliyordum ama yine de lacivert kadifeden küçük kutuya uzanıp aldım ve araladım. Bronz, üzerinde eskimiş olduğu için siyah lekeler olan bir broştu, çok büyük değildi, ay ile güneşin üst üste bindiği bir tutulma tasvir edilmiş ve tutulmanın arasına da Gyeonggi, Gangwon, Gyeongbuk ve Jeonbuk'ı yani 4 bölgeyi temsil eden mavi safirden küçük taş kondurulmuştu. Babamın hep özel davetlerde, toplantılarda ve konseylerde taktığı broşu elbette çok iyi tanıyordum, bütün bölge sözcülerinde birer tane vardı. Orijinal değildi, bir kopyaydı günümüzdeki. Tarihin tozlu sayfalarında bölgeler henüz ikiye ayrılmışken olan broşu günümüzdeki diğer 4 bölgeleri de temsilen taş ekleyerek uyarlamışlardı. Ne yalan söyleyeyim, gerçeğine birebir yakındı.

"Tak."

Yine bir emir. Min ailesi, bana emirler yağdırmak için yaratılmıştı sanki ve bu beni deli ediyordu, özellikle tam şu anda tek bir açıklama yapmadan bana bunu veriyor oluşu. Çünkü bunu şimdi takmam demek her şeyi kabul ederek o koltukta artık benim oturmam demekti.

"Nasıl oldu?" diye sordum ben de tekdüze bir sesle. Gözleri üzerimde dolandı, bir an kısacık bir an güçlü leylak kokusundan o üzüntü kırıntısı hissetsem de konu siyaset olduğunda bu ailede kimsede gram üzüntü olmazdı. Benim üzüntülü olmamamsa siyasetten değil tamamen kişiseldi, sadece kim ve ne olursa olsun ölümünde düzgünce uğurlanmalıydı.

Counterclockwise | YoonminWhere stories live. Discover now