Tacın Bedeli

By okelzeynep

48.9K 3.9K 8.7K

● Wattys2019 Ödülleri - Tarihi Kurgu Kategorisi Kazananı Tacın Laneti'nin Devam Hikâyesidir ● • • Okumadan ön... More

|GİRİŞ|
|KARAKTERLER|
|KAPAK TASARIMLARI|
|0|
|1|
|2|
|3|
|4|
|5|
|6|
|7|
|ÖNEMLİ DUYURU|
|8|
|9|
|10|
|11|
|13|
.i
|14|
|15|
.ii
|16|
|17|
|18|
|19|
|20|
.iii
|21|
|22|
|23|
|24|
|25|
|26|
|27|
|28|
.iv
.v
.vi
|29|
|30|
.vii
.viii
.ix
|31|
|32|
|33|
.x
|34|
.xi
|35|
|36|
|37|
|38|
|39|
|40|
|41|
• final
• a way back home (+bonus bölüm)
• veda (+yazardan notlar)

|12|

929 67 146
By okelzeynep

Bölüm Şarkısı;
Ellise - Lilith

×××


On İkinci Bölüm × Lilith

...

"Biz Tanrı'ya mı hizmet ederiz?"

Prens Edward'ın meraklı gözleri bunu sorarken doğruca yanındaki Eric Brunella'ya çevrilmişti. Elinde tuttuğu İncil'i sıkıca kavramış ve kucağına dayamıştı. Her ne kadar babası, Sör Eric Brunella ile konuşmasını ve görüşmesini uygun bulmasa da, bu Fransız asilzadede prensin tam olarak adını koyamadığı farklı bir şeyler vardı. Onun görüşlerine ilgi duruyor, diyeceklerini duymak istiyordu. Hemen hemen her konuda bir fikri olan Eric ise prensin sorularını sabırla dinler, başını ağır ağır sallar ve mutlaka yanıt verirdi. Tıpkı şimdi olduğu gibi.

"Elbette majesteleri." demişti Eric, bahçede yanında oturan oğlana gülümserken. "Hepimiz Tanrı'nın çocuklarıyız."

"Demek istediğim o değil, Sör Brunella." Prensin kaşlarını çatış şekli yaşından kesinlikle daha büyük görünmesine neden oluyordu. Kahverengi gözleri anlamak istediği fakat anlayamadığı bir konunun merakı ile dolup taşıyordu sanki. "Biz prensler ve krallar; bizler de mi Tanrı'ya hizmet ederiz? Tıpkı halkımızın bize hizmet ettiği gibi."

Eric bu soruya cevap vermeden önce prensin kucağındaki İncil'e baktı. "Böyle bir mesele ile kafanızı kurcalamak için biraz fazla genç değil misiniz?"

"Fakat bilmek istiyorum." diyerek meydan okudu cesurca.

Bunun üstüne adam oturduğu yerde arkasına yaslandı ve gözlerini uzağındaki, içinde kuğuların yüzdüğü süs havuzuna dikti. "Herkes Tanrı'ya hizmet eder. Onun katında bizlerin ne olduğu önemli değildir." dedi, sakince. "Tanrı benim Fransız, sizin İngiliz olmanıza bakmaz, çünkü ikimizi de o yaratmıştır. Tıpkı kralları ve çiftçileri yarattığı gibi."

"O halde benim kral olmak için doğmamın hiçbir ayrıcalığı yok."

"Öyle düşünmemelisiniz."

"Peki nasıl düşünmeliyim?"

Eric babacan bir edayla gülümserken bakışlarını çocuğa çevirdi. "Sizin ileride kral olmak için doğmanızı da O sağladı. Eğer başka birinin bu görevi daha iyi yerine getireceğini düşünseydi sanıyorum onu sizin yerinize koyabilirdi."

Edward'ın kaşları hâlâ çatık duruyordu. Gözlerini kırpıştırdı ve başını eğerek kucağına baktı kısa bir süreliğine. "Hepimizi Tanrı yarattıysa ve onun katında bizim kim olduğumuzun bir önemi yoksa, neden dünyada bu kadar nefret ve ayrımcılık var Sör Brunella?" derken ise başını kaldırmış ve yanındaki adama dönmüştü.

Eric buna nasıl cevap vereceğini bilemedi ilk başta. Onun yaşındaki bir çocuktan bunu duymayı beklemiyordu. "Belki sizi bu yüzden yaratmıştır." dedi kaşlarını kaldırarak. "Sizin ne kadar özel olduğunuzu bildiği için, böylesine büyük bir sorumluluğu üstlenmenizi istemiştir."

Genç prens işittiği şeyin kafasının içinde yankılanmasına izin verdi. Gerçekten Tanrı kendisinin bu görevi, ileride kral olma görevini, layığı ile yerine getireceğine inanıyor muydu? "Demek istediğiniz Tanrı'nın beni bunun için seçtiği mi? Özellikle beni?"

Eric güldü. "Elbette majesteleri. Tanrı yeryüzünde düzenin ve barışın sağlanması için birilerini görevlendirmeli, öyle değil mi? Güçlü birilerini üstelik."

"Zaten bunun için Papa'yı görevlendirmedi mi?"

O sırada ikisinin sakin ve sessiz konuşmasını bir gölge böldü. "Prens hazretleri?" diyerek ağaçların arasından çıktı ve kızgın bakan sert gözlerini Prens Edward ile yanında oturan Fransız arasında gezdirdi.

Eric yavaşça ayağa kalkmış ve gelen kişiye eğilerek selam vermişti. Edward ise oturduğu yerde duruyor ve konuşmasının bölünmesinden memnun olmadığını göstermek istese de, konuşmaması gereken biri ile konuşurken yakalandığı için kötü hissediyordu.

"Burada olmamanız gerekiyor." dedi Norfolk Dükü, yan gözle Fransız Faresine bakarken. "Babanız majesteleri Kral Richard, sizin ilahiyat dersinize katılmadığınızı söyledi." derken de bozuntuya vermeden prense döndü yüzünü. "Sorumluluklarınızı aksatmamalısınız."

"Elbette." diyerek kalktı oturduğu yerden Edward, her ne kadar kalkmak istemese de. Arkasını dönüp gitmeden önce ise Eric Brunella'ya dönerek fısıldadı. "Umarım bu sohbetimizi devam ettirebiliriz." dedi, olması gerekenden daha olgun bir edayla.

Eric belini öne bükerek selam verdi ve "Majesteleri." diyerek suskunlaştı. Genç prens, yanında Norfolk Dükü ile oradan uzaklaşana kadar da doğrulmadı olduğu yerden. Bilmiyordu ki o günün ilerleyen saatlerinde Norfolk Dükü kendisini ziyaret edecek ve küçük bir çocuğun aklını saçma konuşmalarla bulandırmamasını ve gerekmedikçe prensin yanına yaklaşmamasını söyleyecekti. Böylece Prens Edward ve Eric Brunella arasındaki bu sohbet, asla sonlanmadı.

Edward bu sohbeti, veliaht prens olarak gün içerisindeki koşuşturmacaları, dersleri ve görevleri arasında unutup gitmişti. Taa ki şu güne kadar.

Şimdi ise, o sohbetten yıllar yıllar sonra, yatak odasında dönüp duruyor ve masasının üstünde duran kitaba kaçamak bakışlar atarken acaba o konuşma devam etseydi ne olurdu sorusunu sormadan edemiyordu. Eğer bakış açısı ve düşünce yapısı o yaşta daha farklı olsaydı, şu an bu durumda olur muydu? Acaba şu an, Katolik bir krallıkla arasında büyük bir dostluk yaratacak evliliğin gerçekleşmesini sağlamak için gelmiş kişi ile, İspanya Kraliyet Elçisi ile, kahvaltı yapmak için hazırlanıyor olur muydu? Yoksa hayatı daha farklı bir yol mu izlerdi? Veya hayatı yine aynı olur, sadece kişiliği mi farklılaşırdı, emin olamadı maalesef. Sonuçta kendi olmasını engelleyen koca bir ağırlık vardı başının üstünde. Bu ağırlığın adı ise kısaca taç diye biliniyordu.

"Majesteleri bugün safir mavisi mi yoksa somon rengi bir kaban mı giymeyi tercih ederler?" diye sordu, giyinme odasından çıkan görevli. Ve bunu yaparak kralın başının üstündeki düşünce bulutlarını da savmış oldu.

Edward derhal masasının üstündeki kitabın kapağını yanında duran kağıtlarla örtmüş ve masanın önüne geçerek görünmesini imkansız hale getirmişti. "Mavi." dedi, yüzünü görevliye dönmeden. "Mavi olsun lütfen."

"Elbette majesteleri." dedikten sonra görevli geri giyinme odasına geçti.

Adamın çıkması ile Edward da kitabı çabucak kapmış ve gizli herhangi bir yere sıkıştırmıştı. Kalbi o an öyle hızlı atmıştı ki, duracağını bile düşünmüştü. Bu korku giderek daha da dayanılmaz olmaya başlıyordu. Kitabı birinin bulması, görmesi veya en azından hakkında duyması riski kralı deli gibi korkutuyor ve daima tetikte olmasına neden oluyordu. Yapmaktan hoşlanmadığı şeylerdi bunlar. Bir kral olarak gizli kapaklı iş yapmak saçma bir meseleydi. Her ne kadar saçma olsa da, yapması gereken buydu yine de; dikkatli davranmalı ve olabildiğince tedbir almalıydı. Yoksa hayatı, keskin kayaların altında yattığı ince bir uçurumdan yuvarlanıp gidebilirdi.

...

Üzerindeki safir mavisi kabanı, kralın her adımında olduğundan daha heybetli görünüyordu. Yanından geçen insanlar bellerini bükerek selam verirken, arkasında yürüyen Francis Walterson ise kralı gün boyunca yapacakları hakkında bilgilendirmekle meşguldü. "Kendisiyle kahvaltı ettikten sonra toplantı odasında üç görüşme yapmanız gerekiyor." dedi, başını elindeki dosyadan kaldırmadan. "Ardından da Lordlar Kamarası başkanı ile öğle yemeği planınız var majesteleri. Yemekten sonra ise-"

Ama Edward bir çoğunu dinlemiyordu. "Adı ne demiştin?" diye sordu durup sekreterine dönerken.

Onun durmasıyla Francis de durmuştu. Başını dosyadan kaldırdı ve cevap verdi. "Lordlar Kamarası başkanının mı?"

"Elçinin."

"Felipe Pedro Fernandez. Señor Fernandez diye de hitap edebilirsiniz."

Edward sıkıntıyla iç geçirdi ve geri önüne dönerek yürümeye başladı. Elçi ile kahvaltı etmek her ne kadar kendi fikri olsa da, sıradan bir nezaket göstergesinden başka bir şey ifade etmiyordu ona. Yine de geriyordu adamı birazdan karşılaşacağı şeyler. Sarayına davet etmediği bir adama karşı nazik olması gerektiği fikri sinirini bozuyordu. "Benim duvarlarım içinde yaşamak istiyorsa ona da buradakilere hitap edildiği gibi hitap edilecek." dedi, nefesinin altından. Ve sert adımlarla kahvaltının gerçekleşeceği odaya girdi herhangi bir cevap beklemeden.

Onun odaya girmesiyle kapıda görevli olan oğlan başını dikleştirdi ve odanın içinde bekleyenlere kimin geldiğini duyurdu. "Majesteleri Kral Edward."

Elçi oturduğu sandalyeden anında kalkmıştı. Tüylü şapkasını çıkardı ve öne doğru eğilerek abartılı bir selam verdi. "Majesteleri."

Edward'ın yüzünde zoraki bir tebessüm kol geziyordu. "Bay Fernandez."

Felipe doğrularak sanki yıllardır görmediği bir dostunu görüyor gibi gülümsedi. "Büyük bir şeref majesteleri." dedi, koyu aksanıyla. "Nihayet sizinle tanışma fırsatı bulmak, tahmin dahi edemeyeceğiniz büyük bir mutluluk benim için."

Kralın şaşkınlığı belli belirsiz kendini gösterse de, tek şaşkın olan o değildi. Odanın içindeki hizmetkarlardan kapıdaki muhafızlara kadar herkes bu abartılı konuşma tarzına anlam verememişti.

"Çok naziksiniz." diyerek karşılık verdi Edward. "Masaya geçelim mi?" dedikten sonra da eliyle masayı gösterdi ve kendi sandalyesine doğru yürüdü.

Kral oturmadan yerine oturmayan Felipe, gülümsediğinde kısılan gözleriyle takip etti onu. Adam nihayet yerine geçince de kendi sandalyesine oturdu ve masadaki bezi özenle kucağına serdi. "Böylesine zengin bir kahvaltıyı uzun yolculuğumdan sonra nasıl özledim bilemezsiniz."

"Umarım yolculuğunuz kötü geçmemiştir." derken kendi bezini kucağına seriyordu Edward.

"Normal, uzun bir yolculuk nasıl olursa benimki de öyleydi." dedi yüzünü kırıştırarak. "İnsan sabırlı oldukça her şeyin en iyisine sahip oluyor. Sizinle tanışma fırsatı ve elbette ülkenizin mutfağını tatma şansı yakalamam gibi." dedikten sonra da güldü.

Elçi, Edward'ın tahmin ettiğinden daha neşeli ve konuşkan görünüyordu. Sadece onunla da kalmamıştı; beklediğinden daha genç, hatta bir kraliyet elçisinin olması gerekenden bile genç bir adamdı. Sıska, uzun boylu, esmer tenli ve sakallı biriydi. Ve tabii ki kocaman bir gülümsemesi vardı yüzünde. Neşeli gibi duruyordu. Fazla neşeli diye düşündü Edward, onun hareketlerini gözlemlerken. Fazla samimi diye de ekledi. İnsanı tuhaf bir şekilde kendisinden iten, soğuk bir samimiyetti bu. "Sevindim." diyerek gülümsedi yine de, düşüncelerine zıt bir şekilde. "Bilmenizi istiyorum ki herhangi bir arzunuz olduğunda çekinmeden dile getirebilirsiniz."

"Majesteleri hakkında duyduğumdan daha kibar." dedi Felipe, servis yapan hizmetkarların sıcak sıcak masaya getirdiği kahvaltılıklardan bir tanesini tabağına alırken. "İçiniz rahat olsun, arzu ettiğim bir şey olduğunda mutlaka dile getiririm."

"Ayrıca bu akşam sizin için ana salonda hoş bir yemek düzenliyorum." dedi Edward, adamın iştahlı gözlerle tabağını doldurmasını izlerken.

"O halde gün boyunca güzelce dinlensem iyi olur." Felipe gerçekten de çekinmeden tabağını dolduruyordu. Sanki birlikte kahvaltı ettiği kişi bir kral değildi. Hayran olunası bir tavırdı bu. "Yoksa siz yemeyecek misiniz?" derken gözleriyle kralın neredeyse boş duran, ellenmemiş tabağını gösterdi gözleriyle ve önündeki meyve kasesinden bir adet incir aldı.

"Sabahları genellikle pek iştahım olmuyor." diyerek gülümsedi. "Lütfen, siz devam edin." dedikten sonra da onu izlemeye devam etti.

Bir kaç sandalye ötesindeki adamın elçi olduğuna şaşmamak gerekiyordu; diplomasi açısından inkar edilemez bir karizması vardı. Sıcak kanlı davranıyordu ve bu da zekice bir adımdı. Öyle ki, Edward'a hayatı boyunca bir monark olarak öğretilen şeylerden biri de dostunu yakın, fakat düşmanını daha yakın tut taktiğiydi. Elçinin de şu an bunu yaptığı o kadar belli oluyordu ki, tuhaf samimiyeti ve beklenmedik ziyareti her şeyi anlatmaya yetiyordu.

Elbette bu taktik Edward'ın pek tercih etmediği bir taktikti. Ona göre çevresinde ne dostunun ne de düşmanının yakın olması gerekiyordu; yeterli olan tek şey güvendiği kişileri yakınında tutmaktı. Özellikle de yıllar önce dostum dediği ve canı pahasına güvendiği kişi yüzünden ihanetin en zehirli ısırığını tattıktan sonra, önem verdiği en büyük şeylerden biri güven olmuştu. Ve şu kesindi ki, Felipe Fernandez'e kesinlikle güvenmiyordu. Hayır, adamın bu ziyareti bile başlı başına yeterli bir nedendi. Çünkü elçisini göndermek, İspanya'nın kısaca bu evliliğin bizim müdahalemiz olmadan gerçekleşeceğine inanmıyoruz deme yoluydu. İngiltere Kralı'na bu konuda güvenmiyoruz demişlerdi dolaylı yoldan. Edward ise bu davranışa karşılık olarak, kendisinden beklenildiği üzere, aynı şekilde hissediyordu. Felipe'nin karizmatik gülücükleri, neşeli ses tonu ve samimi hareketleri de, kararını aklında kesinleştirmesine yol açmıştı.

Önündeki sudan büyük yudumlar alıp, elçiyi dikkatli gözlerle izlerken, tam da bunları düşünüyordu Edward. Gerginlikle ve tedirginlikle geçen günlerin sonunda beklediği kişi gelmişti işte. Asıl sorun şimdi başlıyordu. Bu adamdan nasıl kurtulacaktı?

...

Eric saraydaki odasında, çalışma masasında arkasına yaslanmış bir şekilde oturuyor ve gülümseyerek Anna'nın biraz ilerideki kitaplıktan kitap seçmeye çalışmasını izliyordu. Küçükken de yapardı bunu, birden aklında o anılar canlandı; Anna küçükken babasının evdeki çalışma odasına girer ve büyük kitaplığının önünde dolanarak doğru düzgün okuma yazma bilmese bile okuyacak kitap arardı. Eric ona henüz okumayı bilmediğini söylese de, küçük kız omuz silker ve kitabı ablasına veya abisine verip okutturacağını söyledikten sonra büyük bir dikkatle kitap arayışına devam ederdi. En sonunda ise seçtiği kitaplar ya hukuk, ya da diplomasi ile alakalı olur; Aceline veya Leo da kardeşlerinin baskılarına dayanamayarak o kitabı Anna'ya okurdu.

Daha dün gibiydi o günler. Daha basit, daha sade ve şimdi bakıldığında aslında daha güzel olan günler. Geri gelmeyecek günler diye ekledi iç sesi.

"Sanırım aradığım sende yok." Anna'nın kelimeleri adamı kendi kafasının içinden çekip çıkarmıştı. Genç kız elindeki kitapları raflarına geri koyarken başını babasına çevirmeden devam etti gözleriyle diğer rafları incelemeye. "Sende olabileceğini düşünmüştüm oysa."

"Ne arıyorsun ki?" diye sordu Eric, ellerini göbeğinde birleştirip oturduğu yerde iyice arkasına yaslanırken.

"Önemli bir şey değil." Anna omuz silkti. "İspanya hakkında bir kitap."

"Demek İspanya."

Babasının imalı cümlesinin üstüne kız başını ona çevirip güldü. "Sadece merak amaçlı. Başka bir nedenden dolayı değil." dedikten sonra ise konuyu ustalıkla değiştirdi ve "Sakalını ne zaman kesmeyi düşünüyorsun?" diye sorarak yüzünü başka bir rafa çevirdi.

Eric bu ani konu değişikliğine güldü sessizce. "Sen hariç sakalımı herkes seviyor gibi görünüyor."

"Hayır, baba." Anna kaşlarını kaldırmıştı bunu derken. "Sakalın sana yakışmadığını söyleyecek kadar cesur olan tek kişi benim de ondan."

"Ama ben seviyorum."

"Seni yaşlı gösteriyor."

"Zaten yaşlıyım."

Anna uzun uzun gözlerini devirerek babasına baktı. "Şu inadını kırmak hiçbir zaman mümkün olmuyor."

"Konuşana bak." diyerek aynı alaycı şekilde karşılık verdi kızına Eric.

Anna'nın ağzı açık kalmıştı. "Birileri bu sabah oldukça iyi hissediyor anlaşılan."

Eric oturduğu yerde kahkaha attı kızının yüz ifadesine. İnkar edemezdi, şu son bir kaç haftadır son bir kaç yılda olduğundan daha iyi ve canlı hissediyordu. Elbette bunun en büyük nedeni kızının geri dönmüş olmasıydı. Bir diğer nedeni ise ikisinin şaşırtıcı derece, belki de hayatları boyunca ilk defa iyi anlaşıyor oldukları gerçeğiydi. Bunun bozulmamasını diledi içinden. Anna'nın bir daha asla yanı başından gitmemesini ve aralarının hep böyle olmasını, daha önce hiçbir şeyi dilemediği kadar içten diledi. "Aradığın kitap için bir de diğer bölüme bak." dedi, gözleriyle çalışma masasının karşısında duran ve ince bir perdeyle ayrılmış bölümü gösterirken. "Orada da bulamazsan sarayın kütüphanesine bakmanı öneririm. Tabii bu kadar uğraş, önemli olmayan bir kitap için fazla olur ama."

Cevap vermeden perdeli bölüme giderken, Anna da fark etmişti babası ile arasındaki ilişkinin farklı olduğunu. Ve bu kızı rahatsız etmiyordu. Sonuçta ikisi de yıllar önce oldukları kişi değillerdi artık. Belki de ilişkilerinin düzelmiş olması, kişiliklerinin değişmesinin neden olduğu en iyi şeylerden biriydi. Fakat keşke ablasının ölümü sebep olmamış olsaydı bu büyük değişime. Keşke Aceline şu an yaşıyor olsaydı ve ikisini böyle görmenin mutluluğunu tatsaydı. Yıllarca babası ve kardeşi arasında köprü olmaya çalışmış Aceline için, şüphesiz bu manzara dünyalara bedel bir manzara olurdu.

Perdeli bölüme geçip oradaki kitaplığı karıştırmaya başlarken başka bir nokta takıldı aklına bu sefer. Babasıyla araları şu an iyiydi, fakat babasının kendisini evlendirmek ile alakalı konu hakkında neler düşündüğü veya ileride neler düşüneceği canını sıkmıştı saniyeler içinde. Stephanie bu fikri öne atmış olsa da, babasının kendi aklında kesin bir cevabı olup olmadığını hâlâ bilmiyordu Anna. Acaba gelinine uyarak ileride böyle bir adım atar mıydı, yoksa artık gerçekten geçmiş hatalarından ders çıkarmış ve değişmiş bir adam mıydı? Ya beni gerçekten de evlendirmeyi düşünüyorsa diye sordu içindeki sinsi ses. Hayır, ablasının ölümü ve ondan sonra yaşananlar büyük bir ders vermiş olmalıydı babasına. Yapmazdı herhalde böyle bir şeyi. Fakat babasını diğer herkesten daha iyi tanıyan biri olarak, neler yapabileceğinin de farkındaydı. Ve bu kızı huzursuz ediyordu. En iyisi bu konuyu aklında geriye bir köşeye atmak ve annesinin gelişini beklemekti. Zaten babasının kararı ne olursa olsun, emindi ki annesi gereğini yapacaktı.

O sırada babasının olduğu bölümün dış kapısının açıldığını duydu ve içeri giren kişinin sesini duyana kadar da elinde incelediği kitabı tutmaya devam etti. Duyduktan sonra ise bedeni ağırlaşmış, gözleri kitabın sayfalarından kalkmıştı. O an kafasının içinde dönüp duran tek şey, sessiz kalmasını haykıran sesti.

...

"Majesteleri?" Eric içeri giren kralı gördüğü an masasından kalkmış ve başını öne yatırmıştı. Genç adamın şu an gelen elçiyle birlikte kahvaltıda olması gerekiyordu. Ama onun yerine Edward son derece sert bakan gözlerle odaya anons edilmeden, beklenmedik bir şekilde girmiş ve elinde tuttuğu zarfı Eric'in önüne koymuştu. Öyle hızlı olmuştu ki bu, Eric kızının da odada olduğunu söyleyememişti bile.

"İskoçya mektup göndermiş." dedi Edward, zarfı parmağıyla göstererek.

Eric ise şaşkın şaşkın aldı zarfı ve zaten kırılmış olan mührü inceledikten sonra açarak içinde yazanları okumaya başladı. "Şu an elçi ile kahvaltıda olmanız gerekmiyor mu?" diye sordu mektubu okurken.

Edward doğruca kapının yanında duran içki sehpasına yönelmişti. "Elçinin ne kadar sahte olduğunu kelimelerle anlatabileceğimi sanmıyorum." dedi kendine en güçlüsünden şarap koyarken. "Bu mektup oradan kurtulup sizin yanınıza gelmem için bir bahane oldu desem yalan olmaz."

Eric cevap vermedi buna. İspanya'nın elçisinden başka bir kişilik beklemek gereksiz bir beklentiye girmek olurdu. Fakat anlayamadığı şey kralın neden bu kadar öfkeli göründüğüydü. "Size iyi dileklerini sunmuşlar." dedi, mektubu geri katlarken.

"Asıl soru, neden durduk yere böyle bir şey yapmaları." demeden önce kadehinden yudumladı.

"Sanıyorum ki İspanya Elçisi'nin geldiğini duymuş olmalılar."

Edward sinirden güldü. "Bütün Avrupa'nın duyduğuna eminim." dedi, elleri bakır kadehi sıkı sıkı kavrarken. "Bütün Avrupa elçinin buraya gelişiyle daha da yaklaşan düğünümü merak ediyor, herkesin gözü şu an üstümüzde!"

Demek sinirli olduğu nokta buydu. Eric, genç kralın aksine gayet sakin bir sesle konuşmayı tercih etti. "Krallar her gün evlenmiyor, majesteleri." dedi ve mektubu masanın üstüne koydu. "Kraliyet düğünleri daima daha ilgi çekici olmuştur. Üstelik evliliğiniz İngiltere ve İspanya'nın yakın geleceğini derinden etkileyecek bir durum. Bütün Avrupa'nın bunu konuşması tuhaf değil."

Bir süre cevapsız kaldı Edward ve derin derin nefesler alıp verirken sakinleştirmeye çalıştı kendini. Sanki omuzlarında kocaman bir yük vardı ve her geçen gün hafifleyeceğine daha da ağırlaşıyordu. Bütün gözlerin dikkatle kendisine döndüğünü hissedebiliyor, bu iğrenç his yüzünden de eli ayağı daha çok birbirine giriyordu. "Peki İskoçya neden mektup göndermiş olabilir?" diye sordu, öncekinden daha sakin bir sesle.

"Klasik bir taktiktir bu majesteleri. Yaklaşan düğününüz için bir davetiye bekliyor olabilirler. Bunun için de yakın davranıyorlardır." dedi Eric. "Sonuçta kraliyet düğününe katılmak, o ülke ile olan dostluk açısından önemli bir olaydır."

Edward'ın sakinliği yavaşça eridi. "Onları himayem altına almayı düşünürken neden böyle bir şey yapayım ki. Savaş ilan etmeye hazır olduklarını, konudan haberdar olan herkes kolayca görebilir!" diyerek keskin bakışlarını kadehine çevirdi ve büyük bir yudumla son damlasına kadar içti. "İskoçya Kralı kendisini düğünüme davet edeceğimi sanıyorsa yanılıyor." dedi, parmağını sanki karşısında İskoçya Kralı varmış gibi sinirle Eric'e doğru uzatırken. "Eğer İngiltere ile dost olmak istiyorlarsa yapılacak tek bir şey var ve o da kendilerini bana teslim etmeleri!" dedikten sonra boş kadehini sertçe masaya koydu ve başka bir kelime etmeden çıkıp gitti odadan.

Genç kralın sesi daha önce hiç böylesine sert ve öfkeli çıkmamış, gözlerinde böylesine kuvvetli bir ateş görülmemişti. Bakışları masasında duran boş kadehe kaydıktan sonra yutkundu ve yavaşça sandalyesine geri ilişti. Demek Edward bu kadar kararlıydı İskoçya'yı himayesi altına almakta. Bu hiç de iyi bir şey değildi. Kralın başka konulara olan öfkesi, bu durumun hassasiyetine kör ediyordu onu. En kısa sürede müdahale etmeliydi Eric. Yoksa İngiltere çok yanlış yollara sapabilir ve İskoçya ile yıllar sürecek zorlu bir savaşın içine girebilirdi.

O an o kadar şaşkın, o kadar afallamıştı ki, kızının sadece bir kaç adım ötede olduğunu ve bütün bunları duyduğunu unuttu. Hatırladığında ise çok geç kalmıştı; Anna perdeli bölümün koridora açılan kapısından çıkıp gitmiş ve arkasında yarısı açık bir kitap bırakmıştı.

...

Devon'a giden Leonardo ve hizmetindeki adamlar gece boyunca yolculuk etmekten dolayı yorgun düşmüş ve başta Mark olmak üzere bir kaç adamın ve atların çoğunun dinlenmesi adına mola vermeye karar vermişlerdi. Elbette bu mola Leonardo'ya kalsa verilmemesi gereken bir molaydı. Çünkü verdikleri her mola demek, varış noktalarına geç gitmelerine neden olan bir diğer saniye demekti. Eğer yanında onlarca asker yerine sadece kendisi olsaydı, yolculuğun başından beri verdiği molaların yarısını bile vermez ve haftalar yerine günler içinde işlerini halledip geri dönerdi saraya. Fakat sorumluluğu altındaki insanlar ve hayvanlar, maalesef bu konuda bencil olmasını imkansızlaştırıyordu.

"Eğer rotamızı şaşmadan devam ettirirsek havalar yolculuğu zorlaştırmadan önce saraya geri dönmüş oluruz." dedi kartograf, en büyük çadırda durup, yanındaki Leonardo Brunella'ya bakarken. Elleri önlerinde serili haritanın üstünde geziniyordu. "Devon'a bir kaç kasaba kaldı lordum, o kasabalarda ihtiyaçlarımızı giderebiliriz. Devon'dan hemen sonra ise daha da batıya, Cornwall'a geçeceğiz."

"Peki ya erzaklarımız ne durumda?" diye sorarak kartografın yanındaki erzak sorumlusuna döndürdü bakışlarını Leo.

"Hepsi planlandığı gibi gidiyor, lordum." dedi erzak sorumlusu. "Önümüzdeki kasabalarda durup erzaklara ek çıkabiliriz. Devon'dan da alacaklarımızı alırsak, Cornwall'a geçerken sıkıntı yaşamayız."

"Güzel." Leonardo tatmin bir şekilde başını aşağı yukarı salladı. "Erzaklarda eksilenlerin ve alınması acil olanların notunu tutun lütfen. İlk kasabada onlara öncelik verelim."

Erzak sorumlusu başını öne eğerek onayladı bunu ve verilen emri yerine getirmek için çıktı çadırdan.

Onun çıkmasıyla Leo bakışlarını yeniden kartografa çevirdi. "Erzak ihtiyaçları için durmamız gereken kasabalarda fazla zaman harcamayalım. Hareket sürelerini ona göre ayarlayın ve Devon'a en kısa sürede ulaşmamızı sağlayacak bir harita çıkarın."

"Elbette lordum, ekibim ve ben hemen konuyla ilgileniriz. Yeni çıkarılan haritanın kaba taslağını mola bitmeden size gösteririm." Kartograf da aynı şekilde başını öne eğip, haritaları toplayıp çadırdan çıktıktan sonra köşede duran seyisler öne geldi.

"Peki atlar ne durumda?" dedi Leo, yorgunluğunu belli etmemeye çalışarak.

"Hepsi sağlıklı lordum." dedi seyislerin başı. "Fakat yiyecekleri umduğumuzdan daha çabuk azalıyor. Ne kadar sık mola verirsek o kadar çok yiyorlar. Atların dinlenmeye fazla alışmaması gerek."

"Anlıyorum. Kasabalara ulaştığımızda onlar için de yiyecek alınsın, yeteri kadar alındığından bizzat siz sorumlusunuz. En azından Devon'a varana kadar yeteceğinden emin olun."

"Merak etmeyin lordum."

Nihayet onlar da çıktıktan sonra Leonardo derin bir nefes bıraktı ve sandalyesine çökerek başını ovalamaya başladı. Zaten görevin kendisi bile başlı başına bu kadar stresli iken, görevi gerçekleştirmek için çıktığı yolculuğun stresi gün boyu at üstünde olmaktan daha çok yoruyordu onu. Dikkat edilmesi gereken çok fazla nokta, es geçilmemesi gereken çok fazla detay vardı. Devon'a ulaşacağı, oradan Cornwall'a geçeceği ve nihayet saraya adım atacağı günü iple çekmeye başlamıştı.

"Şimdi beni anlıyorsun." diyerek çadıra girdi Mark. Dostunun aksine o son derece enerjik ve memnun görünüyordu.

Leonardo saniyelik dinlendirdiği gözlerini açıp ona bakmıştı. "Hangi konuda?"

Elinde tuttuğu iki bardak saf likörden birini öne uzattı ve güldü. "İncelemen gereken şeylerin üstünden bin kere geçip eksik var mı diye kontrol etmek oldukça yorucu olabiliyor."

"Fakat burada her istediğini anında bulabileceğin saray duvarları içinde değiliz." diyerek aldı bardağı Leonardo ve içmeden önce ne olduğuna bakmak için kokladı. Koklaması ile ağır kokunun burun deliklerini yakması bir olmuştu. "Ne buldun yine, zehir falan mı?"

"Likör. Askerlerden biri verdi." diyerek omuz silkti Mark. "Askerler bunları içiyor. Onlar kadar dayanıklı olmalıyız." dedikten sonra da bir yudum aldı ve alır almaz deli gibi öksürmeye başladı.

Leo ise adamın durmadan öksürmesini, kıpkırmızı oluşunu ve gözlerinin sulanmasını izledikten sonra bardağı içmeden kenara koydu yavaşça. "Dayanıklı olduğunu şimdiden görebiliyorum."

Mark'ın öksürükleri devam ederken Leonardo dayanamamış ve oturduğu yerden kalkarak onu hava alması için dışarı çıkarmıştı. Bir yandan da dostuna durmadan laf sayıyor ve şu yaşına kadar saray şarabından başka bir şey içmemiş birinin durduk yere saf likör içmesinin ne kadar aptalca bir fikir olduğunu tekrar ediyordu. Yüzüne çarpılan soğuk su ve ağzına atılan bir dilim ekmek sonrası, nihayet Mark kendine gelmişti. Kendine gelir gelmez de dediği ilk şey alev topu yuttuğunu sanması olmuştu.

"Başka ne bekliyordun?" diyerek azarlamaya devam etti Leo onu. "Gerçekten kendini askerlerle bir mi tutuyorsun?"

"Ama onlar su içer gibi içiyorlar!"

"Nedenini hiç sorguladın mı?"

Mark başını iki yana salladı yavaşça. "Hayır..."

"O halde nedenini sorgulamadan bir daha hiçbir şey yapmaya kalkma." derken işaret parmağını çocuk azarlar gibi onun yüzüne doğrultmuştu Leo.

"Tamam, tamam..." diyerek homurdandı genç adam ve temiz havayı iyice içine çekip boğazındaki yanma hissinin geçmesini bekledi. Ancak o zaman durup çevresini inceleme fırsatı bulmuştu.

Etrafları sonsuzluğa uzanıyor gibi görünen yeşil ovalar, kalabalık ağaç kümeleri, oradan oraya koşuşturup sona kalan çadırları yapmaya çalışan askerler ve yemekleri hazırlamak adına ateşler yakan adamlar ile çevrelenmişti. Sıcacık, yumuşak bir huzur yayıyordu insanın içine. Üstelik gözler önünde hiçbir bacanın ve üstünden çıkan dumanların olmaması da gökyüzünü masmavi ve berrak bir göl gibi gösteriyordu.

"Şuraya bak." dedi, boğazındaki acı tadın gitmesi için son kez öksürdükten sonra. "Londra'da böyle bir manzarayı zor bulursun."

Leonardo dostunun gösterdiği manzaraya doğru döndü ve gözlerini kıstı. "Saraydan oldukça uzaklaşmışız."

"Düşündüğün şey bu mu?"

"Düşündüğüm şey bir an önce sorunsuz bir şekilde Devon'a varmak."

Mark bir elini onun omzuna atıp güldü. "Sarayın dışındakilerini görmek için mükemmel bir fırsata gözlerini kapatıyorsun Leo. Her şey iş ve görev değildir. Güzellikleri görmen lazım."

Önceden görebiliyordum demek istedi Leonardo, düşünceli gözlerle ovalara bakarken. Mark ile tanışmadan, ablası ölmeden önce. Daha yumuşak, daha açık ve daha özgür olduğu zamanlar... Fakat o zamanlar çok geride kalmıştı. Bir gecede büyümüş ve hazırlıksız da olsa ailesinin tek erkek çocuğu olarak görev işlerine atlamak zorunda kalmıştı. Ondan sonrası ise hayatı tamamen saray işlerinden, toplantılardan, görüşmelerden, raporlarlardan, ailesi ve çocuklarından ibaret oluvermişti. Yıllardır yaptığı ve dikkatini verdiği şeyler bunlardı. "Güzelliklere bakmak karın doyurmuyor." dedi istemsizce.

"Şairler ve ressamlar bu dediğini duysa çok alınır." diyerek kahkaha attı Mark ve dostunun omzunu sıktı. Tam o sırada gözüne bir şey çarpmıştı, derken Leo'yu tuttuğu gibi kenara itekledi. "Dikkat et!"

Her şey çok hızlı oldu. Leonardo dostunun bağırışını ve kendisini kenara itişini anlamlandıramadan yere doğru çömelmiş ve kulakları ağrıtan ince, tiz bir ses işittikten sonra başını kaldırıp neler olduğuna bakmıştı. Ve gördüğü manzara bedenini saniyeler içinde uyuşturup, ayaklarını ve ellerini sanki altlarına taş bağlanmış gibi ağırlaştırmıştı.

Mark, okla vurulmuş bir şekilde acı içinde bağrıyordu.

Hemen ardından ise askerlerden birinin uzaktan gelen sesi doldurdu kulaklarını. "Biri vuruldu, biri vuruldu! Siper alın!"

...

Anna atının üstünde saray duvarları arasından çıkıp gitmişti sessiz sedasız. Bugün öğrendiği şey beyninin içinde dönüp duruyordu, bu bilgi ile ne yapması gerektiğini bilmiyor; daha doğrusu biliyor fakat yapması gereken şeyi yapmak istemiyordu. İspanya Elçiliği hakkında bilgi sahibi olmak isterken, bambaşka ve kesinlikle daha önemli bir şeye kulak misafiri olmuştu. Ve bundan memnun değildi. Çünkü böyle bir bilgi, kendisine saklayabileceği bir şey olmamakla birlikte, bunun bilincindeydi. Hemen ardından Mathis'den gelen not ise daha çok germişti zaten yorgun olan bedenini.

Adamın notunda tarif ettiği gibi sarayın yakınındaki ağaçlık alana girdiğinde yavaşladı ve atını dizginleyerek etrafına bakındı. Elbisesinin küçük cebinden notu geri çıkarıp, yol tarifine bir kez daha baktı doğru yolda olup olmadığını anlamak için. Beyaz taşların güneşe bakan yüzü daima parlak olur... Hemen etrafında beyaz bir taş aramaya başladı bunun üstüne. Ve sağ tarafında kalan, ince bir ağacın gövdesinin ucuna iliştirilmiş beyaz taşın doğusuna saptı hızla. Sırada ne vardı?

Elinde tuttuğu notu bir kez daha yüzüne yaklaştırdı. Poseidon'un üç dişli yabasına benzer, Hera'nın tacının çiçekleri gibidir... Anna anlamayarak çevresine baktı yeniden. Bunları nereden buluyordu bu adam? Üç dişli bir şey bulması gerekiyordu herhalde etrafta, veya Hera'nın tacının çiçekleri renginde herhangi bir şey, derken gözüne üç dişli kuru bir ağaç çarptı. Atını onun yanına doğru sürerek inceledi iyice. Kuru dalların gösterdiği yöne çevirdi başını ve bir dalın ucunun uzandığı yerde beyaz çiçekler gördü. Hera'nın simgelediği şeylerin anlamları beyaz renkteydi. İç çekerek notu son kez okudu. Günahkarların izlediği yol bu mudur sizce? Çiçeklerin gösterdiği yolu takip etmesini istiyor olmalıydı. O halde denemeye değerdi.

Atının eyerini sıkıca kavrayarak beyaz çiçekleri takip etmeye başladı yavaşça. En fazla bir veya iki dakika geçmişti ki, uzağında bir kulübe gördü. Eski görünümlü, yıkık dökük, küçücük bir kulübeydi bu. Doğru yere geldiğinden emin olmak için kulübenin duvarları yakınında herhangi bir at arayışına girdi bu sefer. Arkaya bakan duvara yaklaştığında ise Mathis'in meşhur atını bağlanmış bir şekilde buldu. Rahatlamayla nefes bıraktı, atından inerek oraya yaklaştı ve notu geri cebine sıkıştırdı. Atını da bağladıktan sonra kulübeye girdi nihayet.

Tahmin ettiği gibiydi; Mathis, içerideki sağlam sandalyelerden birine oturmuş, dışarıda bulduğu ince dal parçalarından birini elinde döndürüp duruyordu. "Daha karmaşık bir not yazamadın mı, bu defaki çok basit olmuştu." dedi imalı bir şekilde ve kapıyı arkasından kapatarak kabanını çıkardı.

Kızın geldiğini gören Mathis yerinden kalkmış ve elindeki ince dalı kalktığı sandalyeye bırakmıştı. "Sarayda kalman evinde kalmandan daha tehlikeli. Basit bir notu herkes çözebilirdi."

"Emin ol bu not başkasının eline geçseydi böylesine saçma bir şeyi kim yazar diye düşünüp daha çok şüphelenirlerdi."

"Belki. Fakat yine de şifreyi çözemezlerdi."

Anna derin bir nefes alıp bıraktı ve zaten tek odalı bu kulübenin içindeki üç beş mobilyadan biri olan sandalyelere yöneldi. "Buraya kaç para verdin?" diye sordu istemsizce, tiksinç bakışlarla her karışını incelerken.

Mathis omuz silkti. "Neredeyse bedavaya aldım. Sahibi olan adam bir kaç yıl önce ölmüş. Yakınları ise burayı yıkmayı düşünüyordu."

"Bıraksaydın da yıksalardı. Leş gibi kokuyor." derken burnunu kapattı ve yaklaştığı sandalyeye oturup oturmamak arasında kararsız kaldı bir süre. "Umarım o adam burada ölmemiştir."

Onun bu halleri adamı güldürmüştü. Ellerini önünde birleştirip, belini bir kaç tuğlası çıkmış şömineye yasladı kızı izlerken. "Ne o, yoksa Leydi Brunella küçük bir saray yavrusu mu bekliyordu?"

Anna tek kaşını kaldırdı. "En azından böyle bir çöplüğü beklediğim de söylenemezdi."

"Her neyse, sarayda gizli gizli buluşmaktan daha güvenli. Önemli olan da bu." dedikten sonra boğazını temizledi. "Seni buraya neden çağırdığımı merak etmiyor musun?"

"Sanıyorum ki yeni mülkünü göstermek için değildi." dedi Anna ve tozlu sandalyeye oturmama kararı alarak yüzünü ona döndü.

Mathis belini dayadığı yerden doğruldu. "Bir kaç yere üstü kapalı sorup soruşturdum." dedikten sonra kıza doğru yaklaştı. "Ablanın ölümüyle ilgili."

Anna'nın yüzündeki renk ve ifade anında gitmişti. "Ne buldun?"

"Norfolk Dükü'nün itirafını henüz bulamadım fakat nerede olabileceği hakkında bazı tahminlerim var. Öğrendiğime göre idam cezası alan mahkumların idam edilmeden önce verdikleri yazılı itiraf hem Londra Kulesi arşivinde, hem de itirafı imzalayan kişide olurmuş."

"İtirafı imzalayan mı?"

"Mahkumların son itiraflarının dinlenmesi ve yazılması için cezalının yanına Kule tarafından bir rahip ve Kral tarafından yetkili biri atanır. İtiraf yazıldıktan sonra üçü de bunu imzalar ve mahkum idama gönderilir, itiraf da arşive kaldırılır." diyerek açıkladı Mathis. "Norfolk Dükü'nün itirafını imzalayan kişi her kimse, Kral Edward'ın çok güvendiği biri olmalı."

Anna kaşlarını çatmıştı. "Kral Edward'ın en çok güvendiği kişi beş yıl önce ona ihanet ettiği için sürgüne gönderilen kişiydi."

"O halde güvendiği başka biri varmış. Ve eğer o kişiye beş yıl önce bu kadar güvendiyse, o kişiyi hâlâ yakınında tutuyor olabilir." dedikten sonra dudaklarını yaladı. "Londra Kulesi arşivine girmem zor, bu yüzden o olasılığı gözden çıkarmamız gerekiyor."

"Yani geriye bir tek itirafı imzalayan kişi kalıyor." diyerek tamamladı onun sözünü.

"Aynen öyle." deyip onayladı Mathis. "O kişi sarayda olabilir. Ya düklerden biridir, ya da daha üst bir mevkisi olan biri. Krala yakın biri."

Anna'nın aklında canlanan ilk isim babasının ismi olmuştu. Fakat bu neredeyse imkansız denilecek bir ihtimaldi. Kral Edward, kızını yeni kaybetmiş birine, kızının katilinin son itiraflarını dinletmiş olamazdı. Bu Eric gibi biri için bile fazla ağır olurdu. "O kişiyi bulabilecek misin?" diye sordu düşüncelerini es geçerek.

"Deneyeceğim. Fakat saray öyle insanlarla dolu. Fazla bir şey bekleme benden Brunella." Mathis'in sesi tuhaf derecede samimi çıkmıştı. İstediği şeyi bulamama olasılığını en kibar tonla dile getirmişti.

Anna da farkındaydı bu olasılığın. "Bana yardım etmek için elinden geleni yapman bile yeterli. Teşekkür ederim."

"İtirafa yaklaşabildiğim kadar yaklaşacağım." O an öne atılıp, yüzü düşmüş kızın ellerini kavramamak ve üzülmemesini söylememek için zor tuttu kendini. Eğer şu an üstüne bastıkları toprağın altında olduğunu bilseydi, elleriyle kazıp çıkarmaya hazırdı o itirafı. Fakat bunları ona söylemek yerine boğazını temizleyip konuyu değiştirdi. "Saraya geçsek iyi olur. Akşamki yemek yüzünden mutfak aşırı meşgul, yokluğum fark edilmeden geri dönmeliyim."

"Bir şey daha var." diyerek durdurdu onu Anna. Ve bunu yaptığı an içini kara bir duygu kapladı. Gerçekten öğrendiklerini ona söylemek istiyor muydu? Söylerse sonu nereye gidecekti, biliyordu. Fakat şu da bir gerçekti ki, son zamanlarda duygularına fazla kapılmış ve mantığını fazla köreltmişti. Görevini yerine getirmesi gerekiyordu, sorumluluklarına odaklanması lazımdı. Buraya gelme amacı en başında bu değil miydi zaten.

"Ne oldu?"

"Ben..." Duraksadı bir anlığına ve tedirgin tedirgin parmaklarıyla oynadı. "Ben bir şey duydum."

Mathis şaşkın bakışlarla izliyordu onu. "Ne duydun?"

Yapması gerekiyordu. Bunu yapmak her ne kadar İngiltere'ye ihanet etmek demek olsa da, yapmamak ise Fransa'ya ihanet etmek anlamına geliyordu. Ve Anna aylar önce Fransa Kralı ve Kraliçesi önünde eğilip, onlara sadakat yemini etmişti. Ayrıca buradaki bütün varlığı zaten başlı başına İngiltere'ye ihanetti, bir ilk olmayacaktı yapacağı şey. "Kral Edward'ın bir düşüncesi var. İskoçya ile ilgili." Kelimelerin ağzından akıp gitmesine izin verdi. "İskoçya'yı himayesi altına almayı planlıyor."

Mathis duyduklarını sindiriyor gibi donup kaldı bir süreliğine. "Bundan emin misin?" diyerek bir adım attı kıza doğru. "Brunella, eğer bu bilginin doğruluğundan emin değilsen-"

"Eminim. Edward ve babam konuşurken duydum. Edward orada olduğumu bilmiyordu."

"Peki ya baban?"

"Eğer sorarsa konuşulanları duymadan odadan çıktığımı söyleyeceğim."

Sindirmesi zor bir bilgiydi bu, orası kesindi. Mathis bir elini çenesine koyarak düşünmeye başladı. Bir yandan da kulübenin içinde dolanıp duruyordu. "İskoçlar böyle bir birleşmeyi asla kabul etmez." dedi ciddi bir sesle. "Eğer Kral Edward böyle bir adım atarsa İskoçlar savaş ilan eder."

"Biliyorum..."

"Bunu Kraliçe'ye iletmem gerekiyor."

Anna'nın korku dolu gözleri fal taşı gibi açıldı. Anında pişman olmuştu. "Sence Kraliçe bu bilgiyle ne yapacak?"

"İngiltere ve İskoçya'nın savaşa girmesi Fransa için mükemmel bir fırsat. İskoçları Kral Edward'a karşı kışkırtmak zor olmayacak, zaten iki krallık da birbirlerinden pek haz etmiyor."

"Böyle bir savaşın sonuçlarından emin olamayız." derken elleri ve ayakları uyuşmaya başlamıştı. "İngiltere daha güçlü, savaşı kazanabilir-"

"İskoçların arkasında Fransa olursa kazanamaz." Mathis ise onun aksine havalara uçuyordu.

"Fransa da böyle bir savaşı kaldıramaz, bunu sen de biliyorsun."

Adam hızla yüzünü kıza döndü. "Tanrı aşkına, o zaman ne öneriyorsun Brunella?"

"Beklememizi." diye cevap verdi Anna, hiç düşünmeden. "Nişan sonlandığında İspanya'yı yanımıza çekmeye çalışacağımız gibi İskoçya'yı da yanımıza alalım. Kral Edward onları himayesi altına almak istiyor ve İskoçların bundan memnun olmayacağını ikimiz de biliyoruz. İngiltere ile tek başlarına savaşamayacaklarından, onları Fransa'nın yanına çekmek zor olmayacaktır." dedi endişesini gizlemeye çalışırken. "Fakat bunu şimdi değil, İspanya ile görüşmeye başladığımız zaman yapalım. Sadece Fransa ve İskoçya, İngiltere'ye karşı kazanamaz. Ancak İspanya'nın gücü sayesinde, üçümüz İngiltere'ye saldırırsak, İngiltere fazla dayanamaz."

Mathis uzun uzun düşündü bunu. Kafasında her ince detayı tarttığı gözlerinden belli oluyordu. Mantıklı bir fikirdi elbette. Fakat nişanın bozulmasını beklemek fazla geç olabilirdi. Elçinin gelişi bile diken üstüne koymuştu bütün planlarını. "Pekala." dedi en sonunda. "Nişanın bozulmasını sağlayacağına söz ver. İspanya ne kadar çabuk İngiltere'ye sırtını dönerse, işimiz o kadar çabuk hallolur."

Anna yutkundu. Planı erteleyerek İngiltere'ye zaman kazandırmak istemişti. Fakat şimdi o zamanı kendi elleriyle kısaltması gerekiyordu. Göğsünün içine yayılan karamsar duyguya aldırmamaya çalışarak başını aşağı yukarı salladı usulca. "Söz veriyorum."

...

"Mark!"

Leonardo çevresinde olup biten hiçbir şeyi umursamadan ayağa fırladı ve vurulmuş dostunu kolları arasına aldı. Oradan oraya koşuşturan askerler kılıçlarını, oklarını ve hançerlerini kapıp zırhlarını kuşanırken, Leonardo ise sadece Mark'a odaklanmıştı.

"Mark! Beni duyuyor musun- Mark!"

Ama Mark acı içinde inliyor ve ok saplanmış kolunu tutarak kıvranıyordu.

"Lord Brunella'yı koruyun!" diye bağırdı askerlerden biri. Ve saniyeler içinde Leonardo'nun çevresini onlarca asker sardı.

"Hayır, bana yardım edin!" diyerek emir verdi hepsine Leo. "Büyük çadırı hazırlayın, Mark'ı içeri taşıyın! Çabuk olun!" Askerler hemen kendilerine denileni yaparken, Leonardo da onlarla birlikte çadıra giriyordu. "Şifacıları çağırın!"

"Emredersiniz lordum."

İki asker yaralıyı geniş masanın üstüne taşırken, bir tanesi çadırdan fırlayarak şifacıları çağırmaya gitti. Çadırın dışından gelen ayak sesleri ve emirler birbirine giriyordu. Üst rütbeli askerler çevrenin aranması emrini veriyor, atlar çıkarılıyor ve kamp alanı güvenlik altına alınıyordu. Tehditin geldiği yöne giden on atlı asker silahlarını yakın tutuyorlardı. Kampın diğer taraflarına ise en güçlü atlı askerler verilmişti. Her şey o kadar hızlı olup bitiyordu ki, Leonardo neye dikkatini vereceğini bilmiyordu.

O sırada çadıra şifacılar girdi ve derhal çantalarını en yakın yere açarak malzemelerini çıkarmaya başladılar. Aralarında en yaşlı ve bilgili olanı çantasını yanındakilere verip masaya koşmuştu.

"Gerekeni yap!" diye emir verdi Leo, şifacının konuşmasını beklemeden.

Yaşlı adam oku ve yaralının kolunu sessizce inceledi bir süre. "Siz ikiniz." diyerek arkasındaki kalfalarına döndü. "Bana hemen temiz bez ve alkol getirin. Sizler de su kaynatın. Dikiş iğnemi suyun içine atın ve ipliklerini hazır edin. Afyon şurubunu da çıkar!" dedikten sonra Lord Brunella'ya döndü yüzünü. "Yaralıyı sabit tutacak güçlü adamlara ihtiyacım var. Oku çıkarmak canını acıtacak, hareket etmemesi lazım."

Leonardo başını sallayarak masanın yanından ayrıldı ve çadırın girişinde bekleyen askerlere seslendi. "İkiniz buraya gelin ve bana yardım edin!"

Dört askerden ikisi lordlarının sözünü ikiletmeden çadıra girmişlerdi. Onlarla birlikte giren Leonardo Mark'ın baş ucuna geçerken, iki askerden biri adamın ayaklarını, diğeri de sağlam kolunu tutuyordu.

"Şimdi ne yapacağız?" diye sordu Leonardo, şifacıya gözlerini dikerek.

"Okun uzun tarafını kıracağım." dedi adam. "Ardından biraz afyon şurubu vereceğim ve okun tamamını çıkarıp yarayı temizleyeceğim. Ardından da dikeceğim."

"Peki iyi olacak mı?"

"Tanrı'ya şükürler olsun ki ok koluna saplanmış lordum. Canı acıyacak fakat ölümcül bir hasar meydana gelmeyecek."

Leonardo rahatlamayla birlikte nefes verip dostuna doğru eğildi. "Bir şeyin kalmayacak Mark, sık dişini."

Mark ise can havliyle sağlam elini kaldırmaya ve oku çıkarmaya çalışıyordu. Fakat elini tutan askerden dolayı bunu yapamayınca sinirlendi ve bağırdı şiddetle. "Çıkarın şu lanet şeyi kolumdan!"

İstediği her şey en kısa sürede yanına getirilince şifacı kollarını sıvadı ve okun uzun tarafını kırıp yanındakilerden birine verdi. "Afyon şurubunu getirdiniz mi?"

"Getirdik efendim." Kalfalardan biri şurubu küçük bir kaşığa döktükten sonra yaralı adamın ağzına doğru getirdi. Leonardo da dostunu boynundan tutup hafifçe havaya kaldırdı ve şurubu içmesine yardımcı oldu.

"Etki etmesi kısa sürecektir." dedi şifacı. "Bezleri yanıma koyun. Alkolü verin." Her şey harfi harfine yapılınca şifacı derin bir nefes aldı. Bezlerden birini adamın ağzına sıkıştırdı ve "Bunu sık." dedikten sonra ise alkolün tıpasını açarak yaranın üstüne döktü.

Mark öyle kuvvetli bir çığlık atmıştı ki, çadırdaki herkes yüzünü ekşitip başka yöne çevirdi bakışlarını. Askerler onu hem ayaklarından, hem kollarından; Leonardo da omuzlarından sıkıca tutuyor ve çırpınmasını engellemeye çalışıyorlardı. "Sık dişini..." diye fısıldadı Leo, gözlerini kısarken. "Biraz daha dayan."

Şifacı alkolü açık yaraya iyice döküp, yarayı dezenfekte ettikten sonra adamın kolunu tuttu ve oku sertçe çekti. Şimdi Mark daha kötü çırpınıyor ve dişleri arasındaki bezi parçalamamak için kendini zor tutuyordu.

"Yine bez verin." dedi yaşlı adam ve bastırdığı yaradan elini çekerek bu sefer bezi bastırdı bütün gücüyle. Elindeki okun sivri ucu kanla kaplanmıştı. "Acınız birazdan hafifleyecek." derken masada yatan adama eğildi ve kanamayı önlemek adına bezi bir kez daha bastırıp çekti. "İğne ve iplik uzat."

Leo dostunun alnındaki büyük ter damlalarına ve yüzündeki solgun ifadeye bakmaktan alamıyordu kendini. "Afyon şurubu niye hâlâ etkisini göstermedi?"

"Sabredin lordum, sabredin." Şifacı sıcak suyun içinde temizlenmiş iğne ve ipliği büyük bir titizlikle alıp, öne eğilip yavaşça adamın etine batırdı ve teker teker, ağır hamlelerle yarayı kapatmaya başladı. O bunu yaparken kalfalardan biri de belli aralıklarla yaraya ufaktan alkol dökmeye devam ediyordu.

Mark'ın inlemeleri ve çığlıkları giderek sessizleşiyor ve yüzündeki acı dolu ifade yerini daha uyuşmuş, daha sakinleşmiş bir ifadeye bırakıyordu.

"Makas ver." dedi şifacı ve ipliğe düğüm atarak uzun tarafını kesti. Derin bir nefes bırakıp bir adım geriye gittiğinde gözleri doğruca Leonardo'ya düşmüştü. "Korkulacak bir şey kalmadı. Şimdi sadece iyileşme sürecini gözlemleyeceğiz lordum."

Yaşlı adam ellerini temizlemek için oradan uzaklaşırken, kalfalar da Mark'ın kolunu sarmaya başlamışlardı. Leonardo yutkunup, acısız rahat bir uykuya dalan dostunun başından ayrılarak şifacının yanına gitti bunun üstüne. "Durumunun iyi olduğuna emin misiniz?"

Şifacı başını emin bir şekilde aşağı yukarı salladı. "Okun koluna isabet etmesi büyük bir artı oldu lordum. Üstelik bu ok, sıradan bir ok değil."

"Ne demek istiyorsunuz?"

"Okun ucunu görüyor musunuz?" diyerek az önce Mark'ın kolundan çıkardığı kanlı ok başını gösterdi. "Avlanırken kullanılır. Daha ince ve keskindir. Eğer bu ok kolu yerine göğsüne veya herhangi ölümcül bir noktaya gelseydi, kendisini hayatta kurtaramazdık."

Leonardo'nun içindeki öfke daha da büyümüştü şimdi. Dostunun iyi olduğundan emin olmak için başını o tarafa çevirdi ve hemen ardından bir hışımla çıktı çadırdan. Dışarıdaki kargaşa hafiflemiş gibi görünüyordu. Kampın dört bir yanında gezen atlı askerler her taşın altına, her ağacın arkasına ve her çalının etrafına bakmaya devam ediyor olsa da, orta alanda koşuşturup duran adamlar sakinleşmiş ve emir yağdıran askerler sessizleşmişti.

Lord Brunella'nın kendisine yaklaştığını gören askerlerden biri hemen hazır ola geçerken, Leonardo çatık kaşlarla bakıyordu her karışa. "Son durum nedir?" diye sordu askere.

"Kampın etrafında herhangi bir tehdit yok, lordum. Başka saldırı gerçekleşmedi. Askerler aramaya devam ediyor."

"O oku atan kişiyi bulup karşıma çıkaracaksın." diye tısladı Leo. Ela gözleri alevler içindeydi. "Mark beni kurtarmak için o okun önüne geçti, ya o ölebilirdi ya ben! Gerekirse bütün ovayı tek tek arayın fakat oku atanı bulmadan gelmeyin."

Asker sertçe yutkundu ve başını saygıyla öne eğdi. "Emredersiniz lordum."

O sırada uzaktan duyulan at seslerine başka bir ses karıştı. Arama yapan askerlerden birinin sesiydi bu. Leonardo başını o yöne çevirip neler olduğuna bakmak için hızlı adımlarla atların ve askerlerin yanına koştu. Onunla birlikte bir kaç adam daha aynı yöne koşmaya başlamıştı.

"Neler oluyor burada?" diye sordu üst rütbeli askerlerden biri.

"Bulduk, lordum!" Atından inip gelen adam nefes nefese kalmıştı. Doğruca Lord Brunella'ya koşarak başını eğdi. "Oku atanı bulduk!"

...

Anna'nın aklı odaklanması gereken yerden çok, çok uzaktaydı. Önünde koşturup duran insan kalabalığının içine dalıp gitmişti gözleri. Kafasının içi de tıpkı bu ortam gibi karmakarışık hissettiriyordu. Her ağızdan bir ses çıkıyor, biri diğerini susturmaya çalışıyor, daha çok bağırıyor ve dayanılmaz bir baş ağrısı yayıyordu.

"Kostümlere dokunmayın, kırışmaması lazım!" diye bağırdı, oyun yazarı ve yönetmeni Thomas Downley. Oyunu finanse eden genç leydinin oturduğu koltukta dalıp gittiğini bile fark edememişti. "Ağacı inşa etmeye başlayın- Meredith, saç için yeteri kadar tokamız var mı?"

Bir çok şey takılıyordu aklına. Bazı büyük parçalar olsa da, bazıları küçük ve önemsiz gibi görünüyor fakat birleşerek daha büyük parçalar oluşturuyorlardı kafasının içinde. En başından buraya gelme amacını asla unutmaması gerekiyordu. Ama nasıl oluyorsa devamlı unutuyor, önüne başka şeylerin geçmesine izin veriyor, kendini ana kaptırıyor ve pişmanlık duyarak yine en başa dönüyordu. Bugün Mathis'e söylediği şeyden pişmanlık duymaması gerekiyordu mesela. Öyle ki zaten yapması gereken bir şeyi yapmıştı. Asıl tuhaf olanı ise, Fransa'da görkemli iki tahtın önünde diz çöküp, sadakat yemini ederken hiç de pişmanlık duymamıştı. Veya İngiltere'ye gelen o gemiye bindiğinde, indiğinde, saraya adım atıp Edward'ı ilk defa gördüğünde asla pişmanlık hissetmemişti. Şimdi hissetmesine de gerek yoktu. O günden bu güne ne değişmiş olabilirdi ki?

Elbette biliyordu bunun cevabını. Tam da bu yüzden içi sıkkınlık dolu bir nefes bırakıp ayak ayak üstüne attı oturduğu yerde. Değişen en büyük şey Edward'ı tanıması olmuştu. Ondan önce Edward'ı daima hakkında duyduğu ve tahmin ettiği şeylerden tanımış, aklında ona göre bir kral profili çizmişti. Bir gece görüp aşık olduğu ve kim olduğunu bile bilmediği bir kadın için evliliğini bitirip, karısına iftira atan ve istediğini alana kadar kimseyi umursamadan yoluna devam eden; sığ, cahil ve kaba bir kral olarak biliyordu onu. Belki Aceline ile aralarındaki şey gerçekti. Belki Edward onu arzu, şehvet ve hırs için kullanmamıştı, belki Maria gerçekten de kısırdı ve evliliklerinin devam etmesi İngiltere'yi korkunç bir sona yaklaştıracaktı.

"Leydim... Leydi Anna?"

Belkiler geçmişte kalmalıydı. Edward ve Aceline'ın arasındaki şeyin gerçek olup olmaması, Maria'nın gerçekten kısır olup olmaması veya diğer herhangi noktalar artık önemsizdi ve hiçbiri ablasını geri getirmeyecekti. Ablasının intikamını almak istiyordu, bundan emindi. Takıldığı nokta, o intikamı kimden alması gerektiğiydi.

"Leydim?"

"Efendim?" diyerek döndü sonunda kendisine seslenen kişiye.

Thomas Downley boğazını temizleyerek bir adım geri gitti. Bonkör bir şekilde oyunun bütün parasını ödeyen bu zengin ve güçlü kızla ters gitmek istemiyordu. "Son provaya katılmak ister miydiniz diye soracaktım da, lütfen kusuruma bakmayın."

Anna kendisine dönen meraklı gözlere baktı tek tek. Adamın arkasındaki bütün oyuncu kadrosu belli etmemeye çalışarak kendisine bakıyor fakat başarılı olamıyorlardı. "Hayır, siz başlayın." diyerek gülümsemeye zorladı yüzünü.

"Elbette, siz nasıl isterseniz." dedikten sonra saygıyla önünde birleştirdiği ellerini ayırarak arkasını döndü ve bütün kadroya seslendi. "Herkes yerine geçsin! Son provaya başlıyoruz. Bir ve iki ve üç!"

...

Kolu sarılı, baygın duran Mark yatakların olduğu başka bir çadıra alınırken, yakalanan kişinin de Leonardo ve diğer askerlerin geçtiği büyük çadıra alınması kararlaştırılmıştı. Kanlı masayı temizlemek için adamlar gelmek istese de Leonardo yakalanan kişiye o masayı özellikle göstermek için izin vermemişti buna. O kadar acımasız, o kadar öfkeli hissediyordu ki, birazdan çadıra getirilecek kişinin boynuna atlamamak için zor tutuyordu kendini. Başı dik, elleri arkasında, göğsü kabarıktı. Onu görenler az sonra olacaklar için korkuyor ve o oku atan kişiye acımaya bile başlıyorlardı. Çünkü emri altında oldukları lordun neler yapabileceğini az çok tahmin edebiliyorlardı.

Çadıra ilk giren asker başını bükerek selam verdi. Yüzünde ise beklenilenden daha farklı bir ifade vardı. Sanki şaşırmış ve hatta afallamış gibiydi. Olanlara anlam veremediğini belli eden bir bakış dolanıyordu gözlerinde. Kimse adamın neden böyle göründüğünü anlayamamıştı. "Lordum, yakalanan kişiyi getirdik. Fakat..."

"Fakat, ne?" diye öfkeyle sordu Leo.

"Fakat sizi uyarmak istedim. Pek de beklediğiniz gibi görünmüyor durum."

Çadırdaki rütbeli askerler kafa karışıklığı ile saniyelik bir bakış paylaştılar. Leonardo ise sabit duruyordu. O kişinin kim olduğu umurunda bile değildi. Cezasını bizzat kendi verecekti yaptığı şey için. "İçeri gönder." dedi duygusuz bir sesle. Ve asker selam vererek kenara çekildi.

İçeri giren kişi gerçekten de kimsenin beklemediği biriydi. İki askerin kolları arasında zorla içeri girdirilen ve koca gövdeli adamların arasında çırpınıp duran kişi aslında bir çocuktu.

"Lütfen zarar vermeyin bana!" diye ağladı erkek çocuğu. Çırpınıp sıyrılmaya çalışıyor fakat sıska bedeni bunu başaramıyordu. Yanakları ağlamaktan ıslanmış, nokta gibi görünen burnu kızarmıştı. En fazla sekiz veya dokuz yaşında gibi görünüyordu. Üzerindeki giysiler ise paçavradan farksızdı. "Bilerek isteyerek yapmadım, n'olur öldürmeyin beni!"

"Ağlamayı kes, çocuk!" diye bağırdı sol kolunu tutan asker. Ardından Lord Brunella'ya döndü ve ciddi suratlı başını öne eğdi. "Lordum, bunu uzaktaki ağaçların arkasına saklanmış ağlarken bulduk. Yanında boş ve kırık bir yay vardı. Oku attığını itiraf etti."

Leonardo'nun öfkesi yerini koca bir şaşkınlığa bırakıyordu. Ne diyeceğini veya ne yapacağını bilemezken gözleri anlık bir şekilde bir kaç adım uzağındaki kanlı masaya kaydı. Dikkatini topladı, oğlana çevirdi başını ve kuruyan dudaklarını yaladı gerginlikle. "Neler olduğunu anlatmaya başlasan iyi edersin." dedi, ciddi çıkarmaya çalıştığı sesiyle. Fakat çocuğun ağlayışları ve çırpınışları ciddi kalmasını engelliyordu.

"Bilerek yapmadım, yemin ederim!" diye yineledi kendini çocuk. "Babam ve amcam ava çıkarken beni asla yanlarına almıyorlardı. Kendimi kanıtlamak istedim- ava katılabileceğimi kanıtlamak istedim!" derken hıçkırdı. Sesi korkudan titriyor ve tizleşiyordu. "Babamın okunu ve yayını alarak çıktım evden. Sadece tavşan avlayıp eve götürecektim. Kontrol edemedim, ok elimden fırladı ve yayı kırdı-yemin ederim efendim! Kimseyi incitmek istemedim." dedikten sonra sesi kısıldı ve başını öne eğdi. "Koşarak oku aramaya başladım. Bir adama saplandığını görünce de korkup kaçtım!"

Leonardo gözlerini kapatıp öyle sert iç geçirmişti ki bütün çadır duydu bunu. Kimse buna nasıl cevap verileceğini bilmiyor gibiydi. Bütün kampı deliye çeviren ve az kalsın birinin hayatını alan kişi bir çocuktu. Çocukça bir hareketle atılmış, çocukça bir aptallığın eseriydi her şey.

Oğlan ağlamaya devam ederken gözleri uzağındaki kanlı masaya kaydı ve dehşetle açıldıktan sonra bir kez daha bağırıp ağlamaya başladı. "Onu öldürdüm mü?! Tanrım beni bağışla, ne yaptım ben!"

"Sakin ol, sakin ol..." diyerek homurdandı Leo. "Kimseyi öldürmedin." dedikten sonra gözlerini açtı ve sıkkınlıkla nefes alıp verdi. "Ama öldürebilirdin." deyip oğlana ve onu tutan askerlere yaklaştı. "Bırakabilirsiniz çocuğu."

Askerlerin çocuğu bırakmasıyla oğlan Leonardo'nun ayaklarının ucuna çökmüş ve yalvarmaya başlamıştı. "Canımı bağışlayın lordum, yalvarırım bağışlayın!"

Leo öne atılıp çocuğu engelledi ve ayağa kaldırdı. Ne yapacaktı şimdi? Küçücük bir çocuğu bunun için cezalandırmalı mıydı? Ne olmuş olursa olsun, sırtını sıvazlayıp gitmesine de izin veremezdi. "Beni iyi dinle." dedi gözlerini çocuğa dikerek. "Yaptığın şeyin bedelini biri az kalsın canıyla ödeyecekti. Yaraladığın kişi benim için çok önemli biri ve beni kurtarmak için kendini riske attı."

"Biliyorum efendim, çok özür dilerim-"

"Önce beni dinle." diyerek susturdu onu. "Buradaki onlarca insanı korkuttun, herkesi telaşa soktun ve neredeyse telafisi olmayacak şeylere neden oldun. Yasalara göre seni cezalandırmam gerekiyor. Tutuklayarak majestelerinin karşısına götürmem ve cinayete teşebbüsten yargılanmanı sağlamam lazım." O bunları derken oğlan durduğu yerde dehşetle küçüldükçe küçülüyordu. Leonardo'nun da istediği buydu. Elbette küçücük bir çocuğu tutuklayarak haftalar sürecek yolculuğunda yanında sürükleyemez ve kralın karşısına çıkaramazdı. Fakat oğlanın gitmesine izin vermeden önce korkmasını ve iyi bir ders almasını istiyordu. "Eğer öylece gitmene izin verirsem ben de bu suça ortak olurum." dedi, son derece inandırıcı bir sesle. "Üstelik yaraladığın kişi ölürse...seni idam bile edebilirler."

"Tanrım... Hayır, hayır! Yalvarırım yapmayın!"

İyice panikleyen oğlanı omuzlarından tutarak susturdu ve onun sesini bastırmak için kendi sesini yükseltti. "O zaman bana bir söz vereceksin."

"Söz veriyorum, söz veriyorum!"

"Sus ve dinle..." Leo onu bir kez daha susturup konuşmaya devam etti. "Bir daha anne ve babandan habersiz hiçbir şey yapmayacağına, buradan doğruca evine gideceğine, ailene yaptığını anlatacağına, eğitimini almadan ve belli bir yaşa gelmeden hiçbir silahı kullanmayacağına söz vermelisin. Öylesine bir söz de değil, Tanrı'nın üstüne yemin et."

"Yemin ederim, hepsini yerine getireceğime söz veriyorum! Bir daha asla ok ve yay almayacağım elime, aileme her şeyi anlatacağım-söz veriyorum efendim, Tanrı'nın ve kutsal olan her şeyin üstüne söz veriyorum!"

Leonardo derin bir nefes alıp çömeldiği yerden kalktı ve girişteki askerlere döndü. "Oğlanı sağ salim evine ulaştırın."

"Elbette lordum."

Sonunda ağlamayı kesen oğlan ve iki asker çadırdan çıktığında, içerideki herkes az önce ne olduğunu idrak edemeden birbirlerine bakıyorlardı. Kesinlikle bekledikleri bu değildi. Merak ediyorlardı, acaba o ok birini yaralamak yerine öldürseydi, o zaman ne olacaktı küçük çocuğa? Öylece yemin ettirip gitmesine izin veremeyeceklerdi o zaman. Çok daha kötü sonuçlar doğacaktı belki de. Ve sadece çadırdaki değil, kamptaki herkes bilincindeydi bunun. Elleri kolları bağlanmıştı. Şaşkın ve kararsızlardı.

"Mark yola devam edecek kadar iyileşene dek hareket etmeyelim." dedi en sonunda Leonardo. Yorgun ve bıkkın olduğu her halinden anlaşılıyordu. Çadırdan çıkmak için dışarı yönelmişti ki, adamlardan biri durdurdu onu.

"Masayı ne yapalım, lordum?"

Leonardo başını çevirip kanlı masaya baktı ve durdu bir süre. Sanki bütün gün yaşananları yavaş yavaş idrak etmeye çalışıyor gibiydi. Arkasını dönüp gitmeden önce homurdandı ve tek bir şey söyledi. "Temizleyebilirsiniz."

...

Saraydaki görkemli yemeklerden biriydi yine, o akşam verilen yemek. En azından Kral Edward böyle düşünüyor ve hiç zevk almasa da yapması gerektiği gibi davranarak etrafa gülücükler saçıyor ve insanlarla sohbet ediyordu. Fakat herkesin gözü kralda değil, onun yanındaki sandalyede oturan İspanyol elçideydi. Adamın çevresindeki kişilerle sohbet edişi, kahkahalar atışı ve yemeklerin zevkine varışı hayret ettirmişti konukları. Bekledikleri elçi böyle biri değildi. Kendisinden önce saraya gelen İspanyollara kıyasla, bu adam daha sıcak kanlı ve neşeliydi. Ve yine onların aksine burada olmaktan gerçekten mutlu gibi görünüyordu.

Kibarca izin isteyerek yerinden kalkan Edward, danışmanının yanına gitmeden önce adamın kahkahasını duymuş ve yüzündeki tiksintiyi gizlemek adına elindeki kadehi kafasına dikmişti. Belki de bugün boyunca içtiği kadar şarap içmemişti hayatında. Fakat durmadan boğazı kuruyor, başı ağrıyor ve omuzları gerilerek acı veriyordu. İçtiği şaraplar en azından bedeninin gevşemesini ve zihninin kısa süreliğine de olsa sakin kalmasını sağlıyordu.

Eric de farkındaydı genç adamın durmadan içip durduğunun. Ve endişeleri, Edward'ın her yudumunda giderek daha da büyüyordu. "Şarabı fazla kaçırmayın majesteleri." diye fısıldadı yanına gelen krala. "Zaten bütün gün içmediniz mi?"

"İnan bana sayısını unuttum Eric." diye karşılık verdi Edward. "Ve inan bana, ne kadar içtiğim umurumda değil."

"Fakat olmalı." derken adamın elinin uzandığı kadehi çekip aldı atak bir hareketle. "Rica ediyorum kendinize dikkat edin."

Edward homurdansa da cevap vermemişti buna. Yorgun gözleri kalabalığı dikkatle aradı ve görmeyi içtenlikle istediği yüzü bulmaya çalıştı. Fakat bulamamış olmak hayal kırıklığı yaratmıştı. Bunu dile getirip, danışmanına kızının nerede olduğunu sormak yerine, konuyu değiştirip bakışlarını baş köşede oturan elçiye ve onun hemen yanında oturup birlikte sohbet ettiği Deborah'a çevirdi. İkisinin arkasında ise Dante Alvaro ayakta duruyor ve Deborah ile Felipe arasında geçen sohbete ara sıra katılıp ardından suskunlaşıyordu. Üçünü uzaktan izlemek yüzünü buruşturmasına neden oldu. Üçünden de haz etmiyor, üçüne de güvenmiyordu. "Elçi hakkında ne düşünüyorsun Eric?"

Eric adamın bakışlarını takip ederek masaya çevirdi başını. "Samimi gibi görünüyor."

"Sence gerçekten samimi mi?"

"Sanmıyorum. O bir kraliyet elçisi."

"Aynen öyle." diyerek hak verdi Edward. "Tamamen sahte. Tıpkı diğerleri gibi."

Edward'ın kesinlikle iyi olmadığını anlayabilmişti. Hareketlerinden, ses tonundan, davranış şeklinden ve kelimelerinden çok kolay anlaşılabiliyordu; genç kral iyi değildi. Fakat kimsenin elinden gelen bir şey yoktu. Kimse ona iyi olmadığını söyleyip nedenini soramıyordu. "Majesteleri dilerse dinlenmek için erkenden odasına çekilebilir. Elçi ile ben ilgilenebilirim." dedi bir umut.

Ama Edward hızla başını iki yana salladı. "Zaten İspanya hakkımda bir sürü kötü şey düşünüyor. Bir de ilgisiz ve umursamaz olduğumu düşünmelerine gerek yok. Başka bir elçi daha göndermeye çalışırlar sonra." dedi imalı bir şekilde.

O an geniş salona giren siyah kostümlü insanlar herkesin susmasına ve hayretle durup izlemesine neden olmuştu. Eric ve Edward da bakışlarını, sanki salonu işgal ediyor gibi dört bir yandan giren siyah giyinimli ve maskeli adamlara çevirmişti. Ancak o zaman aklına geldi Edward'ın ve çocuksu bir memnuniyetle gülümseyerek bir kaç adım geri çekildi.

"Neler oluyor böyle?" diye sordu Eric gözlerini iyice açarak.

"Bir sürpriz." diyerek cevap verdi Edward ve ikisi birlikte birazdan başlamak üzere olan şeyi izlemek için masalarına geçtiler.

Kralın sandalyesine oturduğunu gören Felipe ona doğru yanaştı. "Bu nedir majesteleri, bir tören falan mı?"

"Hayır." Edward güzelce arkasına yaslandı ve yeni doldurulmuş şarabını aldı eline. "İzleyin ve görün."

Siyah maskeli adamlar tuhaf hareketlerle oradan oraya koşuşturuyor ve orta alandaki insanları kenarlara gönderiyorlardı. Derken büyük girişte başka bir şey göründü. Kartondan yapıldığı belli olan fakat muazzam derecede gerçek görünen bir elma ağacı getirildi salonun ortasına. Onun hemen arkasından ise diğer süslemeleri taşıyan beyaz kostümlü ve maskeli kadınlar girdi. Oradan oraya zıplıyor, dans ediyor ve zarif hareketlerle beyaz tül elbiselerini uçuşturarak ellerindeki çiçekleri ve süsleri belli başlı yerlere serpiştiriyorlardı. Herkes yüzlerinde hayran bir gülümseme ile anın tadını çıkarmaya başlamıştı. Büyülenmiş gibi oyunculara, süslemelere, çiçeklere ve elbiselere bakıyorlardı.

Bütün bunlar olurken arkada çalan yumuşak melodi de değişmiş ve yerini sert davul vuruşlarına, insanın kalbini hoplatan ritimlere ve dramatik bir şarkıya bırakmıştı. Sadece dakikalar içinde geniş salonun içi rengarenk oluverdi. Beyaz elbiseli kadınlar ve siyah ceketli erkekler ortada son kez koşuşturdu ve en sonunda orta alanda diz çökerek selam verdiler.

"Beni dinleyin yarattığım bütün varlıklar!"

Gür bir erkek sesi salonu doldurduğunda bütün gözler salonun üst balkonunun ahşap korkuluklarına çevrildi. Ak sakallı ve heybetli bir adam üst balkonda tek başına duruyor, herkese üstten bakıyor, ellerini kudretli bir edayla yanlara açıyor ve haykırıyordu.

"Ben hepinizin yaratıcısı, Tanrı'nın ta kendisiyim!" dedi Tanrı. "Cennet bahçesinde gezinen güzeller güzeli meleklerim, bana kulak verin! Bir dediğimi iki etmeyin."

Melekler olduğu düşünülen beyaz elbiseli kadınlar hayran hayran tepeye, Tanrı'ya bakıyorlar ve boyun eğerek itaat ediyorlardı.

Tanrı onlara el salladı ve gülümsedi. Ardından devam etti gür sesiyle bağırarak. "Sanmayın ki mübalağa ederim! Açın kulaklarınızı ve beni dinleyin. Ben ki bu Cennet'i sizlere ev yaptım. İyiliğin ve güzel olan her şeyin yuvasını yarattım. Fakat bitmedi benim işim, vardır daha nice emellerim."

"Yüce Babamız!" diye seslendi meleklerden biri alttan. "Nedir daha bize sunacaklarınız? Bizden başka var mıdır, bu evrende kullarınız?"

"Olmaz olur mu meleklerim, daha ne planlar vardır aklımda! Duysanız inanmazsınız."

Bir diğer melek öne atıldı bu sefer. "Nedir planlarınız Yüce Babamız? Merhamet edip bizi de aydınlatınız."

"Çok ısrar ediyorsunuz, o halde beni dinlemeye devam edin. Yalnız olmayacağız artık, bir kul daha yarattım!"

Melekler şaşkınlık içinde birbirlerine baktılar. Neler olduğuna anlam veremeyerek elleriyle ağızlarını kapatıyor, hatta bazıları izleyen insanların yanına giderek neler olduğunu soruyordu. İzleyiciler ise dört gözle izlemeye devam ediyor; kimileri gülüyor, kimileri de merakla dinliyordu.

"Sakin olun meleklerim!" diye haykırdı Tanrı. "Kötü değildir yarattığım kul. Kilden şekil verdim bedenine. İki göz ve bol saç bahşettim. Eller ve ayaklar. Parmaklar ve tırnaklar..." dedikten sonra elleriyle salonun geniş girişine işaret etti. "Adı ne merak edersiniz şimdi. Adem'dir bu kulun ismi."

Salonun girişinde yakışıklı mı yakışıklı, uzun boylu bir erkek göründü. İzleyiciler adamın yakışıklılığına iç çekerken, melekler ise sevinçle çığlıklar attılar.

Tepeden izliyordu bunların hepsini Tanrı. "İnsan denir bu varlığa. Aman ha, hürmet edin ona! Zira benim mutlak emrimdir bu. Diz çökün Adem'in ruhuna."

Beyaz elbiseli melekler derhal Adem'in önünde diz çökerken, bütün bunları kenardan izleyen siyah ceketli adamlardan biri öne fırladı. Diğerlerinin aksine onun kırmızı bir pelerini ve parlak bir maskesi vardı.

"Duyduğum şeyi kulaklarım bile almaz ciddiye!" diye bağırdı kırmızı pelerinli adam. "Bu mudur Yüce Babamız'ın tapmamızı istediği varlık. Kilden yapılma bir ucube sadece!"

Melekler duydukları şeye korkuyla tepki verdiler. Bazıları hemen koşup adamı durdurmaya ve susturmaya çalıştı. Fakat kırmızı pelerinli adam hepsini sertçe itiyordu, tepedeki Tanrı'ya meydan okuyan gözlerle bakarken.

Tanrı hayretle kaldırdı beyaz kaşlarını. "Lucifer, benim en güzel meleğim! Ne laflar çıkar benim yarattığım ağzından? Duymaz mısın dediklerimi, diz çökün dedim Adem'in ayakları önünde."

"Sorarım size, nerede görülmüş bu?" derken izleyicilere döndü Lucifer. "Beni ki en parlak yıldızların ateşinden yaratan babam, kilden dövdüğü bir yaratığın önünde hürmet etmemi ister! Soruyorum size ey ahali! Nerede görülmüş ateşin oğlunun, toprağın oğlunun önünde diz çöktüğü?"

Tanrı korkuluklara tutunup öne doğru eğildi. "Sen bana karşı mı geliyorsun yoksa?"

"Evet!" diye bağırdı Lucifer. Ve bütün melekler korkuyla iç çekip saklandılar. "Ben Lucifer, gelmiş geçmiş en parlak yıldız! Cennet bahçelerinin en güçlü meleği. Yaratılan en güzel varlık. Eğer bu canavarın önünde diz çökmek Yüce Babam'a karşı gelmek demek ise, o halde karşı geliyorum bütün kudretimle!"

"Yapma, etme Lucifer, yalvarırım sana!" diye bağırdı meleklerden biri. "Aman deyim, karşı gelme babana!"

Lucifer'ın başı dik ve bakışları korkutucuydu. Edward başını çevirip yanında oturan Felipe'e göz ucuyla baktığında adamın sandalyesinde meraktan ve heyecandan en uca geldiğini görmüştü. Ve elbette bunu görmek kendisini memnun etmişti. Merak ediyordu, Anna neler planlamıştı böyle.

"Hiçbiriniz ses etmiyor musunuz buna?" derken diğer meleklere döndü yüzünü Lucifer. Fakat meleklerden ses seda çıkmadı. "Lanetler yağdırıyorum hepinize! Diz çökün o zaman Adem'in önünde. Fakat beklemeyin benden aynısını. Al canımı Yüce Babam, yine de boyun eğmem bu rezalete!"

"Canını almayacağım oğlum, ihanetini cezasız bırakmak olur bu." dedi Tanrı. Gözlerini kısmış ve kaşlarını çatmıştı. "Çok daha ağır vereceksin bunun hesabını."

"Her ceza kabulümdür. Şu ucubeye diz çökmekten daha ağır olamaz herhalde."

"Sürüyorum seni bu bahçelerden. Alıyorum kanatlarını ve güzelliğini!" diye bağırdı Tanrı. "Ucube dediğin Adem'den daha çirkin olacaksın. Bundan böyle değilsin sen meleğim. Cehennem'e mahkum ediyorum seni!"

Melekler bir kez daha bağırıp saklandılar boş buldukları yere. İzleyiciler ise daha önce şahit olmadıkları bu şöleni nefes dahi almadan izlemeye devam ediyorlardı. Etrafta sadece oyuncuların sesleri ve insanların yiyip içerken çıkardıkları gürültü vardı.

Tanrı'nın baş meleğini sürme emriyle siyah ceketli adamlar bir kez daha koşarak işgal ettiler salonu ve Lucifer'ın kırmızı pelerinini bir çırpıda yırtıp söktüler omuzlarından. Maskesini yüzünden düşürdüler ve saçlarını dağıttılar. Acı çığlıkları atan Lucifer'ın etrafını siyah bir kumaş denizi kaplarken, salondan çıkıp gitti hepsi.

Sadece tepedeki Tanrı, aşağıdaki melekler ve etrafına sessiz sessiz bakınan Adem kalmıştı.

"Ey Adem!" diye kükredi Tanrı ve onun kükremesiyle Adem başını öne eğdi. "Yalnız dolanma bu bahçelerde. Tek kalma oğlum." derken ise sesi babacan bir tınıya dönüşmüştü. "Ders al Lucifer'ın ihanetinden. Sakın etme bana ihanet. Bir dediğimi iki etme. Bana karşı gelme."

"Gelmem Yüce Babamız." dedi Adem.

"Ne diyordum ben? Ah, yalnız dolanma benim bahçemde. Var aklımda başka planlar elbette. Bir eş yarattım sana. Güzel mi güzel bir kadın. Ruhunuz çift bundan sonra."

Melekler koca bir alkış tutup girişe koştular ve yanlarda duran sepetleri kollarına geçirip, havaya beyaz gül yaprakları fırlatmaya başladılar.

Felipe neşeyle yanında oturan Edward'a döndü ve fısıldadı. "Havva geliyor sanırım."

Edward da öyle sanıyordu. Fakat içeri adım atan kişiyi gördüğü an gözleri açıldı ve kaşları havaya kalktı. Kızın yüzünde beyaz bir maske olsa dahi o gözleri nerede görse tanıyabilirdi.

"Gel benim güzeller güzeli Lilith'im! Gel ve Adem'in elini tut." Tanrı neşeyle bağırıyordu bunları derken. Onun neşesine ise melekler ortak oluyor ve içeri giren bembeyaz elbiseli güzel kızın elini tutarak başından aşağı beyaz gül yaprakları saçıyorlardı.

"Gözlerim neler görüyor? Bu mudur benim eşim? Şükürler olsun, her meleğin rüyalarından fırlamış gibi." derken Adem büyülenmiş bakışlarla izliyordu kendisine yaklaşan kızı.

Lilith ortaya doğru ağır adımlarla yürürken, tıpkı Adem gibi Tanrı da hayranlıkla izledi onu. "Kendimi bile hayret ettirdim! İlk kadın diyorum sana Lilith. Adem'in karısı, Adem'in yoldaşı ve Adem'in sırdaşı. Sen de aç kulaklarını ve beni dinle." dedikten sonra bir kez daha korkuluklardan öne eğildi. "Senin tek bir görevin var. Adem'in hoş tutacaksın gönlünü. Ona hizmet edecek ve her dediğini yapacaksın. Hem bana hem ona itaat edecek, güzel yüzünü bir tek Adem'e döneceksin-"

Ama Tanrı lafını bitiremeden Lilith'in sesi kapladı bütün salonu. "Yüce Babamız'a itaat etmek hepinizin görevidir. Lakin söyleyin bana Yüce Babamız, Adem siz midir ki ona da itaat edeceğim?"

Bu tanıdık sesi duyan Edward ve Eric şaşkın bir bakış paylaştılar. İkisi de maskenin arkasındaki yüzü biliyordu.

Şaşıran Tanrı kaşlarını kaldırdı. "O senin erkeğin! Bana ettiğin gibi ona da itaat edeceksin elbet. Her ihtiyacını gidermen için yarattım seni. Ona yoldaşlık et diye şekillendirdim bedenini."

O sırada Lilith'in başından aşağı beyaz yerine kırmızı gül yaprakları dökülmeye başladı. Melekler kollarına taktıkları sepetlerin içindeki gül yapraklarının rengine hayretle bakakaldılar.

"Siz bir kadın değil, bir köpek yaratmışsınız o zaman!" diye bağırdı Lilith, ve Adem'e yavaş yavaş yaklaşırken her detayını inceledi adamın. Kızın lafı üstüne izleyicilerden bazıları kahkaha atmıştı. "Benim gibi etten kemikten yaratılmış bir adama hizmet etmemi istiyorsunuz. Oysa ki kendisi ne melektir, ne Tanrı. Var mıdır kanatları? Bakayım, yoktur gördüğüm kadarıyla. Peki Yüce Babamız gibi gökleri ve yeri yaratmış mıdır? Düşüneyim, yaratmamış sanırsam. Evet! Tahmin ettiğim gibi." dedi ve Adem'i baştan aşağı küçümseyici gözlerle süzdü. "Bedeni benimki gibi, zekası da öyle. Neden hizmet edeyim sana?"

Adem gözlerini kırpıştırdı. "Yüce Babamız öyle emretti."

"Bir şartla!" diye bağırdı Lilith ve başını kaldırıp Tanrı'ya baktı. "Ben ona hizmet edeceksem, o da hizmet etsin bana. Ben hoş tutacaksam onun gönlünü, o da hoş tutsun benimkini. Eşim ise eğer, eşim olsun o halde. Göze göz olsun, dişe diş. Eşit olalım mesela! Var mıdır bundan ötesi?"

"Aman deyim Lilith!" Meleklerden biri çaresizce öne atıldı ve kızın kolunu tuttu. "Karşı gelme Yüce Babamız'a. Bak neler oldu zavallı Lucifer'a. Bakma ihanet ettiğine, ne de güzel ve zeki bir melekti oysa. Acımadı Yüce Babamız ona, sanma ki acıyacak sana!"

"Ne dedim ki ben, ne ihaneti ettim ona?" Lilith meydan okuyan gözlerini Tanrı'dan ayırmıyordu.

Tanrı ise kaşlarını çatmıştı hemen. "Yaratılışına karşı gelmek değil midir ihanetin en büyüğü?"

"İhanet değil benimkisi, bir istektir sadece."

"Ey Lilith! Ya emirlerime uy, ya da-"

"Sürgün mü edersiniz beni? İblislerin eline mi bırakırsınız Yüce Babamız? Boyun eğmem Adem'e diyorum size. Eğersem bile o da eğilecek benim önümde. Ya ikimiz hizmet edeceğiz birbirimize, ya da bakmayacağız yüzlerimize."

Tanrı, Lilith'in isteğine öyle sinirlenmişti ki elini yumruk yaparak korkuluklara vurdu. "Bir günde iki ihanet!" diye bağırdı. "Ne hakla! Nereden buluyorsunuz bu kibri? Küstah kadın, demek hizmet falan etmeyeceksin benim yarattığıma. Öyle olsun bakalım, yerin yok bu bahçelerde! Lucifer'ın zindanını hak ediyorsun sen, orada çürümeye sürüyorum seni. İblisler! Gelin alın bu haini."

Siyah ceketli adamlar bir kez daha salona üşüşüp, genç kızı kollarından tutarak iteklemeye başladılar. Adem ve melekler ise korkuyla izliyorlardı bu görüntüyü.

"Çok sevdiğin Adem, hain dediklerinden daha büyük bir ihanet edecek sana!" diye bağırdı Lilith. "Yasak meyve! Evet, yasak meyve! Onu yedireceğim ona. Kutsal ağacın gölgesinde serinlerken, bir yılan görürsen sakın şaşırma!"

İblisler kızı sürükleyerek salondan çıkardığında ortam sessizleşti. Adem boynu bükük ve hüzünlü bakıyordu. Melekler de korkmuşlardı. Tıpkı onlar gibi, izleyiciler de hayretle bakakalmışlardı az önce olan şeye.

"Üzülme Adem, üzülme!" dedi Tanrı. "Öyle bir kadın yaratacağım ki sana, dil uzatamayacak arzularına. Kemiğini var bana, senden yaratacağım onu. Özüne bağlı kalmasını sağlayacağım. Ayrılamayacak yanından, hayatı boyunca itaat edecek kocasına."

"Öyle bir kadın yaratın ki, ağzı olsun dili olmasın Yüce Babamız." diyerek inledi meleklerden biri.

"Güzel de olsun, Yüce Babamız." derken araya girdi Adem.

"Güzel olanlar hep ihanet ediyor ama. Takma sen bunları kafana." Tanrı yukarıdan aşağı doğru beyaz bir örtü uzattı ve melekler o örtüyü tutarak sevinçle dans etmeye başladılar. "İşte karın geliyor Adem! Mutlak sevinç getiriyor sana."

İçeri başka bir kız girdi bu sefer. Adımları daha çekingendi, yüzü öne eğik duruyordu ve elleri itaatkar bir şekilde önünde birleşmişti. Melekler içi gül yaprakları dolu sepetleri bir kez daha alıp içindekini havaya fırlatmaya başladılar. Şarkı söylüyor ve dans etmeye devam ediyorlardı.

Tanrı gür bir kahkaha attı. "Havva diyorum sana kızım. Senden öncekinin yaptığı hataları yapma."

Havva başını aşağı yukarı salladı ve Adem'in elini tuttu.

"Adem ve Havva, ne güzel görünüyorsunuz. Mutluluk içinde yaşayın bu bahçede. Dilediğiniz gibi koşup oynayın." dedi Tanrı. "Fakat vardır tek bir şartım. O ağaç var ya, sakın meyvesine el sürmeyin." derken salonun ortasındaki elma ağacını gösterdi. "Yoksa ödersiniz bedelini, ben uyardım sizi."

Adem ve Havva el ele elma ağacının dibine çöktüler. Melekler ise ağacın etrafında gülerek dönüyor ve kendilerince bir şarkı söylüyorlardı. "Adem ve Havva, Adem ve Havva! Cennet'in şanslı kulları! Huzur içinde yaşarlar, elleridir tuttukları. Sakın ama sakın yemeğin elmadan, uyarmadı demeyin. Tek bir ısırıkla, Yüce Babamız'a ihanet etmeyin!"

Şarkıdan hemen sonra izleyiciler ayağa fırladı ve alkışlamaya başladılar. Uzun süredir gördükleri en güzel oyun buydu şüphesiz. Onlar alkışlarken salonun kapısından içeri teker teker oyuncular girdi. Lucifer, iblisler, Lilith, melekler, Adem, Havva ve balkondan aşağı inen Tanrı... Hepsi ellerini geniş alanda birleştirdi ve bellerini bükerek selam verdiler. Ardından teker teker kralın masasının önüne geçip, bir kez daha selam durdular. İnsanlar daha da gür alkışladı bunun üstüne.

Felipe beklenmedik bir hareketle ayağa fırlamıştı. Kimsenin alkışlamadığı kadar hızlı alkışlıyor ve kahkahalar atarken etrafına bakınıyordu. "Bravo, bravo!"

Edward'ın da neşesi yerine gelmişti. O da ayağa kalktı ve alkışlamaya başladı. Yüzünde geniş bir gülümseme vardı adamın. Beklenildiği üzere Anna Brunella yapmıştı yine yapacağını.

Alkışlar devam ederken içeri oyunun yönetmeni ve senaristi Thomas Downley girdi. İnsanlara selam verdi ve şapkasını çıkarıp el salladı. Gururdan mıydı yoksa mutluluktan mı bilinmiyordu ama gözleri dolmuştu. Her ne kadar eserinin olay örgüsünden kostümlerine kadar bütün kararları finanse eden kız vermiş olsa da, yine de adam için tarifsiz bir neşe yayıyordu çevresindeki insanların beğenisi.

Salonu dolduran gürültü yavaş yavaş sönerken Edward masasından kalktı ve bir kaç basamağı inerek salonun ortasında durdu. Kralın ayaklanmasıyla alkışlar kesilmişti. "Tebrik ederim Bay Downley." dedi gülümserken. "Muazzam bir gösteriydi."

"Ah, majesteleri! Şeref duydum."

"Bravo!" diye bir kez daha bağırdı Felipe. Onun bu sevinci hem Deborah'a hem de Dante'ye anlamsız gelmişti. "Bayıldım efendim, bayıldım!"

Thomas Downley mütevazi bir şekilde başını eğerek cevap verdi elçiye.

Asıl gösteri Edward için şimdi başlıyordu. Gülerek oyuncuların yanına gitti ve içlerinden birinin elini tutup bir adım öne getirdi. "Bay Fernandez, sizi bu şahane gösterinin arkasındaki kişi ile tanıştırmak istiyorum."

Eric tedirgin gözlerini elçiye dikmişti. Ama Felipe'in gözlerinde merak dolanıyordu. Heyecanla masadan uzaklaşarak kralın yanına indi ve aç bakışlarla adamın elini tuttuğu kıza döndü. "Kim ola bu güzel hanımefendi?"

Edward kızın arkasına geçerek maskesini çözdü ve o an herkesin şaşkınlıkla iç çekişleri yankılandı duvarlarda. "Leydi Anna Brunella." diyerek tanıttı kızı kral. "Bu gösteri kendisinin size hoş geldiniz hediyesi idi."

Felipe kaçamak da olsa başını çevirip Dante'ye bakmıştı. O meşhur Brunella kızı bu muydu? Düşüncelerini belli etmeden, yüzünde aynı hayran ifadeyle kıza döndü hemen ardından. "La bella Brunella."

Anna zarif bir hareketle başını eğip kaldırdı ve elini öne uzattı. "Señor Fernandez. Tanıştığıma çok memnun oldum."

Felipe bir kez daha beklenmedik bir şey yapmış ve kızın elini tuttuğu gibi dudaklarına götürüp eğilmişti. "O zevk bana ait, Matmazel." dedikten sonra içtenlikle kızın elini öptü ve doğruldu. "Sonunda yüz yüze tanışabildik! Hakkınızda o kadar çok şey duydum ki, ününüz sizden önce gidiyor ve bütün Avrupa'yı sarıp sarmalıyor."

Anna gülerek adamın koluna girdi. "Lütfen hakkımda iyi şeyler konuştuklarını söyleyin."

"Sizin gibi bir hanımefendi hakkında kötü konuşmak doğanın kanunlarına aykırıdır."

Elçinin kelimeleri hem Edward'ı, hem de Anna'yı şaşırtmıştı. Öyle ki genç kız Edward'a bakan ve soru soran gözlerini sadece bir kaç saniyeden sonra yanına çevirip kibarca gülümsedi. "Çok naziksiniz."

İkisi kol kola masaya geçerken Edward da kenarlardaki insanlara ve ortadaki oyunculara döndü. "Bu nefes kesici gösterinin ardından hepinizi yemek yemeğe davet ediyorum!"

Kralın bunu haykırmasıyla salona yeni tepsilerde taze yemekler getirildi. Şarap şişelerinin ağzı açıldı ve hizmetliler teker teker masalara yöneldi. İnsanlar gülüyor, kadehlerini dolduruyor ve sohbet ediyorlardı. Herkesin iyi vakit geçirdiği belliydi. Sadece iki kişi bu ortama ayak uyduramıyordu; onlar ise Deborah Angelova ile Dante Alvaro'dan başkası değildi.

Continue Reading

You'll Also Like

AŞIK CİNİM By Gece....

Historical Fiction

71.9K 3K 33
Nefret ettiği bir insanoğluna aşık olmuş bir cin aşık bir cini olan kız Peki sizce bu aşka ne olacak başlamadan bitecekmi yoksa büyük bir yasak a...
2.8K 956 13
Bu Kitabın Yaş Sınırı +16 Eski Türkçe'de "Tardu" kelimesi "Armağan-Hediye" anlamlarına gelmektedir. Bu hikaye içerisinde birleşecek olan iki kalp...
3.7K 331 4
Ocak 2021 yazma günü kazananı! Yıl 2140, teknolojinin oldukça geliştiği bir zaman diliminde bilim insanlarının icat ettiği bir makine tüm dünyaya yay...
AlGon🌼🤍 By okuyanladyy

Historical Fiction

57.2K 3K 49
"Aklına pek güvenme yani Alaeddin, bir güzelin gülüşüne bakar yitirmen" Diyen Orhan'a baktı Alaeddin... Etrafı kasıp kavuran Moğol, gözünü bu defa da...