Nefes dahi alınamayacak kadar sıkışık otobüsten kendimi okul durağından iki durak önce attığımda derin bir oh çektim. İstanbul'un trafiği kadar sıklım tepiş toplu taşıma araçları da büyük sorundu. Taksiye binecek parası olmayan herkes de bu sorunla hergün yüz göz oluyordu.
Sabahın serininde ağır adımlarla kaldırımdan yürürken Kaan'ı düşünmemeye çalıştığımı kendime bile çaktırmadan bambaşka şeylere kafa yormak için elimden geleni yapıyordum. Çantamın sapıyla bile konuşacak kadar kendimle konuşmaktan kaçıyordum.
Kısa korna sesiyle önümde yürüyen bir grup genç arkalarına dönüp benim de gerimdeki araca baktıklarında arkama döndüm. Yeni ve bir önceki kadar pahalı görünen arabasından indiğini gördüğümde hemen önüme dönerek kendime methiyeler dizdim. Sahte methiyeler...
"Günaydın!" diye seslenmesini duymazdan gelmek isterken beş adım ötemdeki gençlerin kendi aralarında fısıldaştığını görünce arkamı döndüm. Okulun dedikodu kazanından henüz haberim yoktu ama Kaan gibi birini arkamda bıraktığımı söyleyerek yakışıksız şekilde, sanki arkamdan koşturuyormuşum gibi anılmak istemiyordum. Tabii Kaan'la anılmak da istemiyordum.
"Günaydın," derken sesim içime kaçmış olsa gerek kendimi ben bile duyamamıştım. Aradaki mesafeyi kısa sürede aşan Kaan yanıma gelip arkamda kalan gruba bakışlarını diktiğinde grubun topukladığını hissetmiştim. Orada dikilip bizi dikizlemeye devam edebileceklerini düşünmek sadece benim saçmalıklarımdan biriydi.
Güneş gözlüklerinin arkasından gözlerini göremeyip kendimi iyice huzursuz hissederken önce onun konuşmasını bekledim. Beni durduran kendisiydi, konuşacak olan da o olmalıydı.
Aklımı okumuş gibi gülümseyip gözlüğünü çıkarırken "Kahvaltı yapalım mı?" diye sordu ve cevabımı beklemeden devam etti. "Bugün sınav yok ve kahvaltı yaparız diye düşündüm."
Niye benimle bu kadar ilgileniyordu anlayamıyordum. Benimle vakit geçirmek için neden çabalıyordu bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey varsa bu bilmezliklerin içimde kopardığı fırtınada küçük teknemin oradan oraya sürüklendiğiydi. Dümeni tutmakta çok zorlanıyordum ama beni en zorlayanı bunu ona hissettirmemekti. Gözlerime baktığında hırçınlaştırdığı denizdeki mücadelemi görmesini hiç istemiyordum.
"Dersim var," derken terleyen elimi çantamın sapından çektim. Bileğimdeki saati görebileceği kadar kolumu kaldırıp saate baktım. "Kahvaltımı yaptım ben."
"O zaman okula beraber gidelim," deyip ağzımı açıp itiraz edemeden arabasına yürüdü. Kapıyı açıp buyur etti. "Tabii benden kaçmıyorsan."
"Ben sadece yürü..."
"Kaçıyorum diyorsun yani," diyerek kaşlarını kaldırıp başını yana eğdi. Kaçıyorum demek için dudaklarımı araladım ama hemen sonrasında vuku bulacak konuşmaları hayal edip ağzıma sinek girecekmiş gibi hızla dudaklarımı birbirine bastırdım. Sonuç olarak o kazanmıştı ve üniversiteye onun arabasında, yanında oturarak girdim.
Arabanın kontağını kapatmasını beklemeden teşekkürü savurup arabadan atladım. Binaya girerken etraftakileri ve arkamda beni izleyen o ela gözleri düşünmeden adımlarımı arkası arkasına attım.
Büyük anfinin kapısını açmadan önce derste kesinlikle onu düşünmeyeceğimin sözünü verdim kendime. Ağır kapıyı iki elimle açtığımda beni gören kızıl saçlı hoca beni azarlayabilmek adına cümlesini yarım bıraktı. Çatık kaşlı hocanın azarlamasını beklerken içimden Kaan'a demediğimi bırakmıyordum.
"Geç kaldığında derse giremezsin. O kapıya elini bile süremezsin."
Attığı ok misali bakışlar elime saplanmış gibi elimi kapıdan çekiverdim. Bu hareketime gülen birkaç kişi dışındakiler
çıt çıkarmadan hocanın kısık ve aşağılayıcı bakışlarının hedefi olan benim el pençe divan durup özür dilememi bekliyordu. Onların ve hocanın isteğini vermekten başka yapabileceğim olmadığından "Özür dilerim hocam," dedim ama el pençe divan durmak yerine tavrındaki sertliği kırabilmek için sadece bir dakika geç kaldığımı hatırlattım.
"Bir dakika on dakika ne fark eder? Bana hesap mı soruyorsun?"
"Yok ho..."
"Seninle harcayacak bir dakikam daha yok benim," deyip elinin tersiyle sınıftan kovduğunda genzimi yakan sinirle burnumdan soluyarak dışarı çıktım. Kapıyı çarpmamak için kendimi zor tutmuştum. Yeri döverek attığım adımlarla kantine gidip boş bulduğum ilk yere oturdum. Hocanın tavrını unutmaya çalışarak kitabımı çıkardım. Babamın kütüphanesinden ortaokul yıllarımda aldığım romanın kapağında parmaklarımı gezdirip kitabın içimdeki huzursuzluğu söküp attığını hissettim. Çok seviyordum bu kitabı. Elimdeki kitaplar biter bitmez yine sayfalarını karıştırmak için can atıyordum. Dün yatağımın altındaki son koliyi açar açmaz gördüğümde de çantama bir hasretle atıvermiştim.
Bilal'in Feyza'yı gördüğü yerleri okurken karşımdaki sandalye çekilmişti. "Merhaba," diyen kısa saçlarını her gün bukleleştiren İrem'di. Birkaç kez beraber oturmuş birbirimize ders notu vermiştik. "Seni bulduğuma sevindim."
"Kitap okuyayım dedim," derken dersten atıldığım için yanıma gelip birazdan beni teselli edeceğini göz ardı ettim. Ne de olsa ben de öyle bir durumda arkadaşımın gönlünü hoş tutmak isterdim.
"Hoca çok ters. Kafana takmaya değmez yani."
"Bana kastı var. "
Başını salladı. "Biraz öyle gerçekten, senin gibilere müsamaha göstermemekte kararlı."
"Benim gibiler derken?"
Şalımı göstermesiyle "Yok artık!" diye inledim. "Bu devirde var mı hâlâ öyleleri?"
"Maalesef," derken boynunu bükmüştü. "Dersten geçmeye bak sen. Suyuna gidip notlarını yüksek tutarsan belki geçersin."
"Ne demek belki geçersin?"
"Belki senin durumun biraz farklı olur, yani belki size gücü yetmez. Belki senin şey olduğunu bilirse... Bilmiyorum İkra. O kadından uzak dur sen işte."
İrem'in dediklerini tam anlamamıştım ama üzerinde duramayacak kadar kızgındım. Günümüzde hâlâ lafta medeniyetin göbeğinde, üniversitede insanları görüntülerine göre sınıflara ayırıp farklı muamelelerde bulunuluyorsa ülkenin geliştiğini söylenemek saçmalığın daniskasıydı. Kendi hayat görüşüne sahip olmayan öğrencilere çifte standart uygulaması çok can sıkıcıydı.
"Sana bir şey soracağım," derken oldukça çekingendi. Sormakla sormamak arasında gidip geldiğini hareketleri ele veriyordu. "Sor tabii," cevabımla bir müddet daha düşündü ve "Kaan Vardaroğlu için diyorlar ki..."
"Ne diyorlarmış?" deyip küt diye masaya oturan Alp'ti. Ciddi ifadesinde bir kıpırtı yokken donup kalan kıza sorusunu üsteledi.
"Neyse," diyerek çantasını alıp masadan kalktı ve "Görüşürüz," der demez arkasını dönüp uzaklaştı İrem.
Alp tost söyleyip havadan sudan birkaç şey söyledikten sonra cümlesini yarıda bırakıp "Sen beni dinliyor musun?" diye sordu. "Dinliyorum ya," diyerek savunmaya geçmiştim ki "Yalan söyleme," diye savunmamı savurup duman etti. "Dinlemiyordun. Bir şey olmuş."
"Dersten atıldım. Kızıl saçlı hoca beni dersten bırakmaya çalışacak sanırım."
"Onu hallederiz biz," diyerek omuz silkmesiyle daha az önce İrem'in söyledikleri aklıma geldi. Size gücü yetmez derken kastettiği buydu.
"Ve İrem," deyip durdum. İrem'in Kaan ile başlayan ve bitmeyen cümlesinden bahsettiğimi gayet iyi anlayacak kadar zekiydi. Ve benden daha zeki olduğunu düşünmeme sebep olan cevabı verdi. "O kadar merak ettiysen gidip sorabilirsin."
Bu konuyu eşeleyemeyeceğimi anlayınca omuzlarım çöktü. Neden beni Kaan'a yönlendirmek yerine aklımdaki küçük soru işaretlerini pataklamıyordu ki?!
"Eray'ı görmüyorum ne zamandır. Ne yapıyor?"
"İşinin başında. Benim de hemen gitmem gerekiyor," deyip ayaklandı. "Kaan'a söylersin." Cüzdanından çıkardığı yirmiliği kül tablasının altına sıkıştırıp kantinden çıktı. Kaan'a niye ben söylüyorum ki? Sanki bir an birbirimizden ayrılmıyoruz.
Akşam ezanı okunurken annemle sofradaydık. Çorbamın içindeki pirinç tanelerini süzüp tekrar çorbanın içine atıyordum. Alp'in düşündüğünün aksine Kaan'la karşılaşmamıştık. Kantinde durduğum süre boyunca hiç kantine gelmemişti. Gözlerim gün boyunca etrafta onu aramıştı. Yanıma gelsin istemiyordum ama gözümün önünde dursun istiyordum saçma bir şekilde.
"Okul nasıldı bugün?"
"Dersten atıldım," derken öyle umursamazdım ki annem inanmakta güçlük çekmişti. Zaten gün içerisinde konu Kaan'ın yokluğunda önemini kaybetmişti.
Yemekten sonra sofrayı toplayıp odama geçtiğimde içimden hiçbir şey yapmak gelmemişti. Yatağa uzanıp öylece tavana baktım durdum. İrem'in dediklerini ve Kaan'ı düşünüp işin içinden çıkamadıkça oflayıp durdum. Kaan'ın ondan kaçtığımı açığa vurmasını hatırlayıp yüzümün yandığını hissederken babamın aradığını duymamla utançtan iyice kızardım.
Babamla beş dakika kadar konuştuktan sonra telefonu komodine koyuyordum ki mesaj geldi.
Beni göremeyince merak ettin değil mi?
Yanaklarımın içini ısırırken üç kere daha okudum mesajı. Cevap vermem gerekiyor mu diye düşünürken parmaklarım telefonun klavyesine gidip gidip geliyordu.
Hayır.
Vazgeçip sildim.
Hiç de bile.
Bunu da sildim.
Seni neden merak edeyim ki?
Saçmalamadığımın farkına varıp sil tuşuna uzun uzun bastım ve mesajı bir çırpıda yok ettim. Cevap vermekten vazgeçip numarayı rehbere ekledim. Bir saniye sonra gelen mesajın üstünde bu sefer adı yazıyordu.
İyi geceler.