Chibi'nin lakabının neden "Deli" olduğunu akıllara kazıyan projelerden birisiydi bu. Sınır'ın ötesindeki yaratıkların yaklaşmaya çok hevesli olmadığı bu bölgeyi bir kaplıcaya çevirmek fikri Sınır Şahinleri'ni, ki Kuzey Krallığı'ndaki bu türden fikirlere en açık cemiyet şüphesiz onlardı, bile şaşkına çevirmişti. Tabii yücelte yücelte yere göğe sığdıramadıkları efendilerinin keçi inadını da en iyi onlar biliyordu; kafasına bir şeyi koydu mu onu vazgeçirmek gidip o kaplıcayı inşa etmekten çok daha zordu. Ama denediler. Kartallar bir cepheden hücum ediyor, meselenin imkansızlığına dem vurmaya çalışıyor lakin duvara toslar gibi Chibi'nin en ince ayrıntısına kadar çoktan kağıda döktüğü planlara takılıyorlardı. Diğer yandan Sınır Kurtları isyana varan taşkınlıklarla böyle bir şeye yardım etmeyeceklerini haykırıyorlardı. Chibi bu sorunu da projesini Kuzey Kralı'na açarak çözdü. Eliyle sakalını ovuşturan mütebessim ihtiyar ikinci kez bile düşünmeden bir görev yazdırıp Sınır Kurtları lonca liderine yolladı. Chibi çok zorlanmadan zaferi elde etmişti; Buharlı Kayalara o tesis inşa edilecekti.
Krallığın farklı yerlerinden mimarlar, marangozlar, işçiler getirildi ve küçük gruplara bölünüp Sınır Kurtlarının eşliğinde Buharlı Kayalara ulaştırıldı. Birkaç ay süren yoğun çalışmaların ardından kaplıca hazırdı. Chibi sadece binanın dış yüzüne değil, tesisin nasıl işleyeceğine de kafa yormuştu. Kraldan bu işi sırtlayabilecek bir aile bulmasını istemiş, o ailenin Buharlı Kaya'ya taşınıp nesiller boyunca bu işi devam ettirmesini talep etmişti. Kral bu teklifi de sakallarıyla oynayarak kabul etti ve üzerine düşeni yaptı. Kaplıcanın inşası bittiğinde aile de taşınmaya hazırdı. Bu göreve seçildikleri belli olduktan sonra onlara basit tıbbi müdahaleleri yapabilecek kadar eğitim verilmeye başlandı çünkü Chibi'nin kafasında burayı ayrıca görevde yaralanan insanların bir kaçış noktası haline getirmek vardı. Chibi, ailenin Buharlı Kaya'ya götürüldüğü ekibin başında yer almış, yol boyunca adam ve eşine öğütler vermişti. Her şey bitip kaplıcalar resmi olarak açıldıktan sonra bir havlu getirip ilk girenin Chibi olmasını teklif ettiler ama o reddetti. Nedenini sorduklarında aldıkları cevap çok kafa karıştırıcıydı; "Ben sıcak suyu fazla sevmem."
Amasia uyanmıştı ve herkes buhara doymuştu. Zırhlar giyilmiş, kılıçlar bilenmiş, büyü taşları ceplere doldurulmuştu. Yolculuğun kaldığı yerden devam etme zamanı gelmişti. Yaşlı adam ve oğluyla vedalaştılar. Lulu kurtlarını toparladı ve tekrar yola düştüler.
"Sonunda!" diye bağırdı Yume. "Sonunda tekrar savaşacağız!"
Lulu ona doğru nahoş bir bakış attı. "Olabildiğince uzak durmak daha mantıklı geliyor." dedi. Sesi eskisine göre daha silik geliyordu. Yume'nin Lulu'yla aynı fikirde olmadığı yüzünün girdiği garip şekilden belli oluyordu. "Ne demek olabildiğince?!" diye bağırdı. "Olabildiğincedir hiçbir şey yapmadan oturuyoruz zaten! Şöyle bol yaratıklı bir yere gidelim ufaklık!"
Lulu başını hızla ona doğru çevirdi ve "Bizi öldürmek mi istiyorsun!?" diye bağırdı. Herkes ani öfkelenmesi yüzünden nefes nefese kalmış ve gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi açılmış olan Lulu'ya baktı. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Yume, gayet ciddi ama her nasılsa şefkat dolu bir ses tonuyla "Ölümden korkuyorsan buraya neden geldin ki çocuk?" dedi. Lulu bir anda insanların merhamet dolu bakışlarının hedefi olmaktan ciddi şekilde rahatsız oldu. Ortada öyle bir şey olmasa da küçümsenmiş hissediyordu. Güvende olmayı istemesinde yanlış olan bir şey mi vardı yani? Bu onu güçsüz göstermiş gibi düşünüyor, bu sebeple de az önceki çıkışını hiç yapmamış olmayı diliyordu.
Kurduğu cümlenin aslında ne kadar normal olduğundan habersizdi. Aynı şekilde, şimdi kendisine bakan insanların çoğunun aynı duyguyu yıllar önce başka kelimelerle ifade ettiğinden de bihaberdi. Pusulanın içindeki kırmızı ok, yani kuzey yönü ölümü gösteriyor derdi kıtadaki insanlar. Sınır'ın ötesine gönderip bir daha göremedikleri yüzlerce insandan sonra dillere pelesenk olmuş deyişlerden sadece birisiydi bu. Kendini kutsal bir niyetle Yuva'ya getiren her şahsa aşılanan, mezar taşları ve hikayelerle altı çizilen bu mesele, yani ÖLÜM, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın ancak ve ancak onunla yüzleşildikten sonra tam manasıyla anlaşılabiliyordu. Çizginin ötesinde geçirecekleri her saniyenin ölümü onlara biraz daha yaklaştıracak olduğu düşüncesi, çaylak Sınır Kurtları'nın alışması için birkaç aya ihtiyaçlarının olduğu bir konuydu. Alışamadan ölüp gidenlerin sayısı üstesinden gelenlerin sayısından daha fazlaydı.
Lulu'nun durumu ise belki de Kuzey Krallığı içinde en istisnai ögeleri barındırıyordu. Yaşı, ilk aldığı görevin böyle kritik oluşu ve insanların ondan beklentileri çaylaklığını çok farklı yaşamasına sebep oluyordu. Hatta içinde bulunduğu takımda şu haliyle onu anlayacak çok kişi de yoktu. Amasia'nın ölümden korkacak hali yoktu, iki yıllık Dişsiz Kurtluk tecrübesi boyunca Sınır dışında atlattığı mücadelelerden çok daha fazla sayıda intihar girişiminde bulunmuş birisiydi en nihayetinde; ölmek denen şeyin onun için hiç de kolay olmadığını çok iyi biliyordu. Evan söz konusuysa o da ilk savaşını bir cadıyla yapmıştı. O zamanlar için cesaretten çok aptallık olarak nitelendirilebilecek bu davranışı, ölüm korkusu gibi bir sıkıntı çekmemesine yardım etmişti. Zaten bazı insanların bu eşiği geçmesi, ölümle defalarca burun buruna gelip meselenin olağan bir hal almasıyla oluyordu. Yume ise bambaşka bir vakaydı. O korku duygusundan arındırılmış gibiydi. Korku kelimesi onun fıtratı ile uyuşmuyor, kimyası bedeninde veya ruhunda böyle bir şey meydana gelmesine izin vermiyordu. Zaten kendinin ve başkalarının başına açtığı sıkıntıların çoğu, bu histen beri olmasından kaynaklanıyordu. Diğerleri de zorlasalar belki anımsayacakları bu duygunun üstesinden çaylaklık dönemlerinde kolayca gelmiş seçkin savaşçılar oldukları için Lulu şu an onunla empati kuracak insan sıkıntısı çekiyordu.
Amasia'nın Yume'nin omzuna vurmasıyla bakışlar yön değiştirdi. "Sen onu dinleme Lulu!" dedi Amasia. "Bu sorunluyu dinlersen asıl dövüşmemiz gereken kişiler geldiğinde bitap düşmüş olacağız!"
"Amasia! Yirmi gündür dinleniyoruz, biraz savaşsak ne olur sanki?!"
"Nerede olduğumuzu unutuyorsun galiba Yume! Burada kendimize bela aramamıza gerek yok o eninde sonunda kendimizi tam ortasında bulacağız zaten! Enerjimizi harcamayalım!"
"Sadece savaşmak istiyorum işte savaşmak istiyorum!"
Amasia uzanıp saçını çekti ve "Sus bakayım! Bebek gibi davranmayı kes!" dedi.
Bu ikili arasındaki atışma Lulu'nun bağırışını unutturmuştu. İnsanların kafalarını asıl meşgul eden şey Amasia'nın "asıl dövüşmemiz gereken kişiler" ifadesini kullanmış olmasıydı. Herkes bu kelimelerin ne manaya geldiğini biliyordu; Cadılar. Onlarla bu yolculuk boyunca karşılaşıp karşılaşmayacakları muamma olsa da o günün öyle ya da böyle mutlaka geleceği kesindi. Buna hazır olup olmadıkları konusundaki şüpheler de içlerini yiyordu. Onlarla karşılaşsınlar ya da karşılaşmasınlar her ihtimalde de yolculukları zorlu geçecekti.
Yume'nin gevezelikleri sürüp giderken kurtlar koşuşturmalarına devam ediyorlardı. Lulu'nun ifade ettiği gibi güvenli olma ihtimali yüksek olan patikaları tercih ediyorlar, ruh kurtlarının hayalet gibi sessiz hareket edebilme kabiliyetleri sayesinde gökyüzündeki bir kuş gibi toprağın üzerinde süzülüp gidiyorlardı. Hava kararana kadar hiç durmadılar. Daha sonra bir yerde kamp kurma kararı alıp ateş yaktılar. Lulu ateşin başına geçti ve her zaman yaptığı gibi toprağa bir şeyler çizmeye başladı. İkinci kez şahit olduğu bu hareket Jakaranda'nın dikkatini çekmişti. Müstehzi bir şekilde "Bu boş vakitlerinde oynadığın bir oyun mu?" diye sordu. Lulu birkaç saniye tepkisiz kaldıktan ve toprağa bir şeyler karaladıktan sonra ona döndü ve "Güzergahımızı ayarlıyorum." dedi. Jakaranda ona yaklaşıp çömeldi ve yere çizdiği şeye baktı. Düşünceli bir şekilde çenesini kaşıyarak toprağa bir çubukla çizilmiş şeye bakıyordu. Tekrar Lulu'ya dönüp "Son bıraktığımda Sınır Şahinleri'nin haritaları oluyordu." dedi. "Benim haritaya ihtiyacım yok." dedi Lulu. İşaret parmağını şakağına hafifçe dokundurarak "Her şey burada." dedi. Jakaranda bunun da Lulu'nun kendi hakkındaki abartılarından biri olduğunu düşündü. "Harita bilgisi önemlidir. Bazı Sınır Kurtları nerede olduğunu bilmenin ne kadar kritik olduğundan habersiz ama ben değilim." dedi Jakaranda. Derin bir nefes çekip içinden bir şeyler mırıldandı ve başını çevirip "Daniel!" dedi. "Kızıl Kayalar'ın civarında bir göreve çıkmıştık. Hatırlıyor musun?"
Daniel başından beri dikkatle dinlediği muhabbete aslında ilgilenmiyormuşçasına bir tavır takınarak dahil oldu. "Evet." dedi. "Hatırlıyorum."
Jakaranda bundan memnun bir şekilde tekrar Lulu'yla konuşmaya devam etti.
"O zamanlar iki çaylaktık. Kaya boğalarıyla ilk kez çarpışışımızdı. Onları öldürmek için en az dört kişi olmalısın derler ama bence iki kişi de kafi..."
"Boğalarla nasıl savaşıldığını biliyorum anlatmana gerek yok." dedi Lulu.
Jakaranda lafının bölünmesiyle biraz duraksamıştı ama "Bilsen bile zorlu yaratıklardır!" diye devam etti.
"Grup lideri dahil birkaç kişiyi kaybedince geri çekilme kararı aldık. Bu mantıklı bir karardı ama ortada bir sıkıntı vardı. Bizimle birlikte hayatta kalan kurt dönüş yolunu bilmiyordu. Eska Nehri geçidine ulaşmaya çalıştık ama o olduğunu düşündüğümüz yerde değildi. Biz de direk olarak güneye doğru yol almayı denedik. Kendimizi Alon şelalesinde bulunca adam kafayı yedi çünkü her nasılsa tam ters yöne gitmiştik. Bizse sadece adamı izliyorduk çünkü daha beşinci görevimiz falandı. Neyse ki biraz doğuda Eğik Çukurlar vardı da orada iki hafta kadar bekledik. Daha sonra oradan geçen bir grupla birleştik de Yuva'nın yolunu bulduk."
Güldü ve "Ondan sonra ne zaman göreve çıkacak olsam haritaları biraz kurcalar dersimi çalışırım." dedi. Lulu elindeki çubuğu kaldırıp omzuna birkaç kere vurdu ve derin bir nefes çekti. "İlk olarak Eska Nehri'ndeki geçidini bulsanız bile size bir faydası olmazdı çünkü onu Kese Ağzı madenlerine ulaşmak için kullanırlar. Eğer gerçekten kaybolmadıysanız güneye gidip Alon şelalesiyle karşılaşmanız da mümkün değil çünkü o Kızıl Kayalardan bile daha kuzeydedir. Ve son olarak Eğik Çukurlarda ne işiniz vardı ki. Oraya kimse uğramaz."
"Peki sen olsan ne yapardın?" diye sordu Jakaranda. Lulu omzundaki çubuğu Jakaranda konuşurken yere çizdiği şeyler üzerine koyup konuşmaya başladı. "Bak burası Kızıl Kayalar tamam mı? Tek yapmanız gereken güney batıya doğru bir gün kadar ilerleyip Kavaklara ulaşmaktı. Ardından Sefil Tepe'yi aşacaktınız ve Çivili Kapı işte bu kadar."
Bir kahkaha patlatarak ayağa kalkan Jakaranda arkasını dönüp yürümeye başladı. "Anlattığın hikaye uydurmaydı değil mi?" diye sordu Lulu. Onun bunu kendisini denemek için yaptığını geç de olsa anlamıştı. Aynı alaycı tavırla "Çoğu." diye cevap verdi Jakaranda. Hikayenin gerçek halini bilen Daniel ise oturduğu yerde öfkeden köpürüyor, burnundan soluyordu.
Olayın aslında, Daniel ve Jakaranda Kızıl Kayalardan sağ çıkan tek Sınır Kurtlarıydılar. Çaylak olanların onlar olmasına rağmen tecrübe kazanmaları için başlarında gönderilmiş herkes ölmüştü. Geri çekilirken dönüş yolu ile alakalı fikir ayrılığına düştüler. Uzun kavgalar ve tartışmalara rağmen fikir birliği oluşmadı ve iki genç Sınır Kurdu farklı yollarla geri dönmeye çalıştılar. Daniel'in, Kuzey Krallığı'nın Doğu bölgesindeki başka bir geçit olan Mercan Boru'dan girmesi yirmi günü buldu. Yuva'ya döndüğünde kendisinin cenaze töreni çoktan yapılmıştı. Jakaranda tam da Lulu'nun bahsettiği yoldan üç günde Çivili Kapı'ya varmış ve geri dönemeyeceğini düşündüğü için verdiği raporda görevde ölenlerin arasına Daniel'in de adını yazdırmıştı. Kuzey Krallığı'nda ölen her insanın ismi, doldukça yenisi dikilen Kızıl Sütunlar'a yazılır. Yüzlerce isim arasından bir tanesinin üzerinde kılıçla yapılmış bir çizik vardır; Daniel Slanzar. Bu ikili arasındaki çetin mücadelenin ilk kıvılcımları bu olaya dayanmaktadır.
Nico elini baltasına atıp "Hadi gidelim ve yitecek bir şeyler bulalım Lupi." diye atıldı ve ayağa kalktı. Birkaç adım atmıştı ki Lulu "Buna gerek yok." dedi. Hala sopasıyla toprağa bir şeyler çiziyordu. Alt dudağını ağzının içine katlayıp küçük bir ıslık çaldı. Birkaç saniye sonra ağaçların arasından çalı sesleri gelmeye başladı. Lulu'nun kurtlarından birisi gırtlağından yakaladığı bir hayvanı sürükleyerek Nico'nun önüne attı. Avının önüne mağrur bir şekilde uzanıp kan içinde kalmış ağzından dilini çıkartarak solumaya başladı. "Sarı Geyik!" diye bağırdı Nico. "Ziyafet zamanı!"
Sağa ve sola uzanan iki boynuzunun ortasında bıçak kadar keskin olan üçüncü bir boynuzu olan ve sapsarı kürkünde turuncu benekler bulunduran bu hayvan kendini avlamaya kalkanlara karşı agresif tutum sergilerdi. Sürüsünü ve canını korumak için en korkunç yırtıcının karşısında bile toynaklarını toprağa sürter, amansızca savaşırdı. Bunca sıkıntıya rağmen Sarı Geyik'in leziz etine ulaşmak için onca yolu kat eden birçok insan olurdu. Sadece eti değil boynuzu da kıymetli bir canlıydı. Daniel babasının ona sarı geyik boynuzundan yapılmış bir hançer getirdiğini hatırlıyordu mesela.
Nico elini onu yenilebilir hale getirmek için geyiğe atmıştı ki kurt iniltiler çıkartmaya başladı. Hiç hesapta yokken koca köpekle göz göze geldiler. Başını onu ürkütmeden Lulu'ya çevirdi ve "Ne istiyor bu?" diye fısıldadı. "Teşekkür etmeni istiyor!" dedi Lulu. "Başını okşaman lazım."
Nico kaşlarını kaldırarak başını salladı ve "Öldürseniz böyle bir şey yapmam! Ödüm kopuyor, sırtına zor biniyorum bu hayvanların!" dedi. Yume ise çok oralı olmamış "Bobooo!" diye bağırarak kurda koşmuştu. Başını okşayıp eliyle çenesinin altını kaşımaya başlayınca kurt neşelenmişti. "Seni tertemiz yapmıştık her yerini batırmışsın yine!"
"Kurtlarıma isim vermeyi kes!" diye bağırdı Lulu. "Ayrıca onları birbirinden ayırt edebiliyormuş gibi davranmayı da kes!"
Yume kurdun kafasına sarılıp "Bizi nasıl da kıskandı değil mi Boboooo!" diyerek nispet yapıyordu. Lulu, kurdun bir ıslık çalsa kafasını kopartacak olmasından bahsetmek için ağzını açtı ama vazgeçti. Nico kurdun kendisiyle göz temasını kesmiş olduğunu, Yume'yle ilgilendiğini görünce tekrar sarı geyiğe odaklandı. Belindeki hançerine davrandı ama eli boşluğa düştü. Başını hızla kemerine çevirdi ve birkaç saniye içi boş hançer kabzasına baktı. Derin bir nefes çekip hüzünlü bir şekilde "Tabii ya. Onu kaybetmiştim!" dedi. Lupi ona bakıp merak dolu bir edayla "Neyi kaybettin Nico?" diye sordu. "Ölüm Sembollü hançeri kaybettim." dedi Nico. Daniel ayağa fırladı ve "Ne yaptım dedin?!" diye bağırdı. Nico kendisini tekrarlamamıştı. "Ölüm Sembollü bir silahın vardı ve onu kayıp ettin ha?"
Nico ayağa fırladı ve "Maymunun birinin kafasına sapladım ve orada kaldı tamam mı?! Ne yapsaydım Kara Köpek'ten müsaade isteyip gidip alsa mıydım yani?!" diye bağırdı.
Evan da ayaklanmış ve birbirine bağıran iki dostunun arasına girmişti. Ellerini iki yana açıp "Hey hey durun bakalım!" dedi. "Bu ölüm sembollü hançer de ne?"
İnsanların bakışları Evan'da toplanmıştı. O ki en sevdiği şeylerden biri Kuzey Krallığı efsanelerini dinlemek olan birisiydi ama bunu atlamış gibi duruyordu. "Gerçekten bilmiyor musun yani?" dedi Jakaranda.
"Bugüne kadar yapılmış ve bundan sonra da yapılacak tüm silahları ustalıkla kullanabilen bir Sınır Kurdu vardı. Ona üzerinde ölümün sembolü olan sekiz tane silah dövüldü. Daha sonra bu savaşçı tüm silahlarını kuşanıp Sınır'ın dışına çıktı ve ondan bir daha haber alınamadı."
Evan heyecanla dinlemeye devam ediyordu. Daniel araya girerek "Ama!" diye bağırmış, böyle olunca da Evan ona dönüvermişti. Daniel'in efsanelerden bahsetmeyi ne kadar sevdiğini çok iyi biliyordu. Civciv, Evan'a doğru bir adım attı, hemen yanındaki ateşin ışığı gözlerinde parlıyordu.
"Onun ortadan kaybolmasının ardından belli başlı bölgelerde bu ölüm sembollü silahlar bulunmaya başlandı. Sekiz silahtan yedisi farklı farklı Sınır Kurtları tarafından kullanılmaya devam ediyor. Ama sekizinci silah hakkında kimsenin bir şey bildiği yok."
Evan bu Sınır Kurdu'nun hikayesini hiç duymamıştı. Daniel sakinleşmiş bir şekilde tekrar Nico'ya dönüp "Bakalım o maymunun kafasında bıraktığın hançerin yeni sahibi kim olacak!" dedi. Evan kendi belindeki hançerini çıkartıp ters çevirdi ve Nico'ya uzattı. "Al Nico benimkini kullan, ve üzülme dostum bu işler bittiğinde sana bir hançer döveceğim. Üzerinde de Nico sembolü olacak!"
"Ne tür bir işaret olacakmış o?" diye sordu Nico.
Evan gülümseyerek elindeki hançeri salladı ve "Sürpriz!" dedi. Nico da gülümsemişti. "Kesin aptalca bir şey yapacaksın değil mi adi herif!" dedi ve Evan'ın ona uzattığı bıçağı yakalayıp tekrar geyiğin başına geçti. Hançeri ölmüş hayvanın boynuna bastırıp, oradan kasıklarına bir çizik çekti ve derisini yüzmeye başladı. Birkaç saate hazır olacak bir ziyafet onları bekliyordu.
Evan, Nico'yu işiyle baş başa bırakıp ateşin başına çömeldi ve ellerini ısıtmaya başladı.
"Ölümün Sembolü ha! Çok havalı birisine benziyor, keşke tanışabilseydim!"
- Evet arkadaşlar size anlatıp anlatmamak arasında gidip geliyordum ama bahsetmeden de duramıyorum ne yapayım böyle bir insanım :D söyleyeceğim şey şu; BEŞİNCİ KİTABIN NEYLE ALAKALI OLACAĞINI BULDUM!!!! daha önce başka yerlerde bahsetmişimdir arkadaşlar DEMİR BAĞLAR dört kitaplık bir seri olacakTI :D ama artık BEŞ kitap olacak; KOR - SİS - KUM - CADI AVI ^^ yine daha önce anlattığım gibi kafamdaki dünyanın hepsini aktaramıyorum buraya ^^ olay örgüsüyle bağlantılı olmayan kısımları mecburen geçmek zorunda kalıyorum ^^ lakin geçenlerde tanıştığım bu arkadaşı size aktarmazsam olmaz olmaaz OLMAAZZZ :D bomba bir karakter yaaa bu :D ve hayat hikayesi de çok orjinal ^^ beşinci kitap onun hikayesini anlatıyor olacak ^^ kitabın adını merak ediyorsanız söyleyeyim; ÖLÜM SEMBOLÜ!
- Daniel ve Jakaranda'nın arasındakı husumeti nasıl buldunuz peki :D :D bu daha başlangıç tabii de aralarında sürekli dövüş ve kavgalar oluyor :D ama Jakaranda da adamı ölüler listesine yazdırmış yaa şaka gibi :D çok eğlendim yazarken :D
- Herkese iyi okumalar ^^
- BEĞENMEYİ VE YORUM YAPMAYI UNUTMAYIN LÜTFEN!!!