"Yetişemeyeceğiz."
"Saçmalama Ann daha iki saat var düğünün başlamasına." Hayır, hayır yetişemeyecektik. Endişe iç organlarımın üzerine gezinen kırkayaklara dönüşmüştü. Huzursuz his ıslak dokuda iğnelerini batıra çıkara geziniyordu. Yetişemeyecektik. Ve yetişemezsek...
Yetişemezsek herşey biterdi.
Hoş yetişirsek bile beni isteye—
Bunu düşünmeyecektim. Bir karar vermiştim ve şimdi vazgeçersem ömür boyu pişman olacaktım.
Dikiz aynasından gözüm takıldı. Şoför son beş dakikada elli beşinci kez sorduğum tekrar sorunca sinirden kızarmıştı. "Ne kadar kaldı gelmedik mi?" diye elli altıncı kez sordum.
Evet, infilak etmesinden korkuyordum.
Ve evet arabayı müfettiş Gadged'daki gibi helikoptere çevirip uçuramayacağını da biliyordum.
Yine de sormaya devam edersem mucizevi bir şeyler olacağını düşünmeden edemiyordum.
"Çok az daha var efendim." Yine de yanıtı kibardı çünkü lanet bir limuzindeydik.
Limuzin.
Evet.
Preston'a neden limuzin diye sorduğumda iyi bir girişin başarmanın yarısı demek olduğunu söylemişti. Unutmadan bir de şampanya dolu mini barı vardı.
Iyy...
Midemden yükselen acı sıvıyı yutmaya odaklandım. Altıncıdan sonra saymayı bıraktığım kusma nöbetlerinden sonra işin aslı tek istediğim karanlık ve serin bir odada saframda boğulmaktı. Ancak bir şekilde orada değil buradaydım.
Birileri sorumluluk almaya başlamıştı. Bu sırada bana uzattığı hapı ve şeffaf sarı sıvıyla dolu kadehi kabul ettim. "Bunu, alkolle yutmanın bir sakıncası olmadığına emin misin?"
"Jett'in ayaklarına kusmak istemiyorsan, iç. En fazla ne olur ki yine mi kusarsın?" Bana hunharca gülerken çıplak dizine tekme attım. Zaten yeterince aşağılanmıştım.
"Giyinmeye çalışıyorum izin verir misin yakışıklı olmam gerek!" Oflayarak burnumu çektim ve hapı ağzıma aldım. Kadehi yaklaştırınca genzimden mideme yayılan alkol kokusu gözümü karartsa da nefes almadan kafama diktim ve Preston'ın gözlüğünü taktım tekrar.
Güneş, güneş gözlerime tecavüz ediyordu. İğrenç derecede güzel bir gün vardı dışarıda.
Evlenmek için olağanüstüydü.
Tabii ben olmasaydım.
Has siktir. Büyük bir halt yemeden önce kafanıza bunun ne denli büyük olduğu bir anda son sürat gide bir tır gibi çarpabilirdi.
Ne yapıyordum ben?
Karnımın içinde asitle kaplı tekmeler hissederken gözlerimi kapadım. Öncelikle, huzursuzluk kulaklarımı kemiren bir lağım faresi gibiydi.
Ve... Tüylerim diken diken her an kaçmaya hazırdım.
Unutmadan, durmadan yüzüme yükselen kan bir anda çekiliyor ve parmaklarım buz tutuyordu.
Filmlerde rahip itirazı olan varsa şimdi konuşsun diyince birinin önüne geçmek ve benimle ol demek seyrederken hep neşeli bir histi.
Gerçekteyse, bunu yapacak kişi olmak ölüm gibi bir şeydi, sadece daha kötüsüydü.
Tırnaklarımı dilimde hissedince elimi hızla geri çektim. Güzel olmalıydım. En azından bu yönden gelen özgüven hiç fena olmazdı. Ayrıca tırnaklarıma her ihtimale karşı ihtiyacım vardı. Sonuçta istediğiniz şeyi almak için bazen kazımanız gerekebilirdi.
Bir başkasının tenini.
Bir kadının tenini...
Araba sarsılarak durunca beynimin içindeki sinema salonundan dışarı fırlatıldım.
Şoför "Geldik efendim." Diye homurdanırken, kendime gelip kapıyı açtım. Küfrederek aşağıya atlarken eteğimi çekiştirdim.
Büyük arabalardan nefret ediyordum. Büyük arabalar büyük bacaklar için tasarlanmıştı işte. Ve ben bir buçuk metreydim. Preston kolumdan tutup beni sürükleyerek bahçenin içinden geçirmeye karar verince mental mızmızlanmamı bırakıp koşmaya odaklandım.
Kapının önüne geldiğimizde sonunda elinde misafir listesiyle bekleyen kadın bizi tiksintiyle süzdü. Büyük ihtimalle süslenmiş bir tuvalet fırçası ve tükürüklenmiş bir pamuk şekerden fazla görünüyorduk hala.
Ah, kahretsin!
"Scarlett MacAuliffe." Dedim huysuzca. Kadın da aynı tavırla oflayarak listeyi karıştırdı.
"Üzgünüm yok." Davetli değil miydim?
Lanet olsun!
Tabii ki değildim. Yani onlarla aynı evde yaşıyor olabilirdim ancak sonuçta ben... Kadının bakışlarını üzerimde hissedince tekrar, acele etmemi ima ediyordu. Gerçekten de acele etmeye ihtiyacım vardı. Dolayısıyla aklıma başka bir plan gelene kadar tekrar denemeye karar verdim belki de başka bir isimle yazmışlardı.
"Eee... Peki, Annette Sword?" kadın tekrar sayfalara bakarken içinden bana küfrettiğini neredeyse duyabiliyordum. "Annie Sword?"
"Üzgünüm yok, zaten başkası yerine girme imkanınız da yok." Ona iki ayrı ismim olduğunu açıklayacak vaktim yoktu o yüzden lanet ederek geri çekildim ve düşünmeye çalıştım.
Nasıl içeri girecektim? NASIL İÇERİ GİRECEKTİM?
Belki de Jett'i tekrar aramayı deneyebilirdim. Sonuçta bir iş adamındı. Düğününde dahi olsa ne kadar uzak durabilirdi ki telefonundan.
Çantamda telefonumu çıkarıp ezbere bildiğim rakamları tuşladıktan sonra yine telesekreter çıkınca dişlerimi sıkıp inledim.
"Tamam Ann dur." Diye mırıldandı kolumdan tutarak ve kadına döndü. "Preston Smith." Ardından kadına o gülümsemelerinden birini attı. Kadın tek bakışta kafasını kaldırdı.
"İşte burada." Dedi gülümseyerek. "Kimliğinizi rica edebilir miyim? Sürücü belgesi ya da pasaport da olabilir." Preston elini ceplerine atıp donakalınca inledim. Tabii ki kimliği yanında değildi.
"Hassiktir. Otelde unutmuş olmalıyım. Ama beni herkes tanır." Beni yanına çektirirken gözüm ağaçlara takılmıştı. "Bizi herkes tanır birini çağırın bizi alsınlar."
Burası şehrin dışında büyük bahçeli ufak bir saraydı. Sanki Gatsby'nin evini cam bir fanusta 90 senedir tutmuşlar ve Kelly'nin düğünü için açmışlardı.
Kelly ve Jett'in düğünü. Yüzümü buruşturdum. Düşün Annie!
O-DAK-LAN!
Bina üç katlıydı üçüncü katın tepesinde tek yaşanan oda oymuş gibi bir pencere açıktı. Eğer bu pencereden içeri girersem onu bulabilirdim.
Ufak bir hesaplama yaptım. Tekrar etrafı taradım.
Evet tek yok tırmanmaktı.
Neredeyse duvara yapışık bir ağaç vardı. Evet, bina eski olduğu için katlar neredeyse iki misliydi ama ne kadar zor olabilirdi ki?
"Üzgünüz kesin talimat var basın içeri alınmıyor. Lütfen zorluk çıkarmayın." Kadının ayağa kalktığını görünce ufak planım sırasında hala Presston'ın kadını ikna etme çabasında olduğunu fark ettim.
"Biz basından değiliz biz—"
"Gel Press gidelim." Diye sözünü kestim ve elimi omzuna koyup onu kapıdan uzaklaştırmaya çalıştım. Ama beni durdu.
"Hayır Annie! Vazgeçmiyorsun." Bunun için vaktimiz yoktu anlayamıyor muydu? Elinden kurtulup dışarı koştum. "Buraya gel. Annie!"
Hastanede binlerce kez tekrarladığım gibi başımı göğe kaldırıp bir süre ağacın dallarındaki ilişkiyi çözmeye çalıştım. Bir kere ağacın anatomisini kavradınız mı çıkmak çocuk oyuncağıydı. Tam ağacı tutmak üzereydim ki belimde güçlü bir tutuş hissettim.
"Preston. Geç kalıyoruz ve atılmamız işleri zorlaştırır."
"Annie vazgeçemezsin, kaçmana izin vermiyorum tamam mı? Sadece senin için değil. Jett'in tamamen bir orospu çocuğuna dönüşmesine izin vermem."
"Pres—"
"Kelly'yle evlenirse en yakın arkadaşımı kaybederim Annie. Onun kocasıyla en yakın arkadaş olamam." Sonunda bana izin vermeyince elimle ağzını kapattım ve gözlerinin içine bakarak tane tane konuştum.
"Preston vazgeçmiyorum. Söz tamam mı? Yemin ederim bırak şimdi ben." Ardından beni tutamadan koşarak ağaca tırmandım yaklaşık iki buçuk metre tırmandıktan sonra durdum ve nefes aldım.
"Annie ne yapıyorsun? İntihar mı edeceksin?" Preston'ın gözleri kocaman olmuş dehşet içinde bana bakıyordu.
"Rahat ol sadece içeri girmeye çalışıyorum."
"Onu anladım. Kahretsin Annie! Sadece üçüncü kattaki pencere açık oraya tırmanamazsın. Sonunda tüm kemiklerini kıracaksın ve seksen altı kedimizle birlikte vicdan azabıyla sana bakarken öleceğim, yerinden kalkamayacaksın ve cesedimi kediler yiyecek sonra hareket edemediğin için sen de açlıtan öleceksin ve seni de yiyecekler!" Gözlerimi devirdim.
"Sakin ol koca bebek. Ben profesyonel bir balerinim." İşin aslı evet biraz tırsıyordum ama artık adrenalin beni iyiden iyiye uyuşturmuştu. Ayrıca korktuğumum çok daha büyük şeyler vardı ve düşmek...
O kadar da sancılı sayılmazdı.
"Evet balerinsin maymun değil. Tanrım in aşağıya cidden bir yerini kıracaksın! Ve bunun popon olması büyük kayıp olur!"
"Kırk beş kilo bir oğlanın omzunda parmak ucunda durabiliyorum. Bir maymuna da meydan okuyabilirim." Preston'la tartışmayı bırakıp ağacın dalları üzerinde hareket ederken aklıma Londra'nın kuytu sokağında buluşma gelmişti. O zaman düşmekten çok korkuyordum. Jett beni tutacağına söz veriyordu ama kimseye güvenim yoktu.
Şimdi tonlarca kez düşmüş, yeterince kemiğimi kırmıştım. Artık beni tutmaları için birilerine güvenmeye ihtiyacım yoktu.
Çünkü düşmekten korkmuyordum.
Düşmek ayağa kalkarak kurtulabilecek bir şeydi.
Ölümle sevişmiştim çok kez.
Ve ölüm telefi edilemiyordu.
"Annie Game of Thrones'daki çocuğa ne olduğu görmedin mi? Bu özgüvenin sonu iyi değil." Neredeyse son kata ulaşmışken yüzüne bakabilmek için aşağıya bakma gafletinde bulunmadan sadece yanıtladım.
"Onu kaltak kraliçe itmişti, sakarlığından düşmedi." Dizlerimi kırarak bir binaya doğru gittikçe incelen dalın üzerinde yaklaşırken nefesimi tuttum. Daldan uğursuz çıtırtılar yükseliyordu.
"Seni de kaltak ve kendini kraliçe sanan biri itebilir." Yalnızca bir metre kalmıştı.
"Dua et ki öyle olmasın." Derken bir metre yukarıda kalan pencerenin pervazına atladım. Artık geri dönüş yoktu zira ayağımın altında bir dal yoktu.
Ayaklarımdaki topuklu ayakkabıları bacaklarımı sallayarak yere attıktan sonra pütürlerle kaplı zımpara gibi duvara dayadım ve kendimi yukarı çektim.
Tam nefesimi almıştım ki iki eli kolumda hissedince sonunda kavanozları kıracak şiddette bir çığlık attım.
"Annie?!" Pencereden içeri doğru çekiştirilirken görebildiğim kadarıyla Jett'in yüzünde hayatımda gördüğüm en tuhaf gülümseme vardı. Afallamış, şoka girmiş, kafası karışmış. Öyle ki geriye giderken ayakları birbirine dolandı ve...
İşte yerdeydik. Ve ikimizde hareket edemeyecek kadar şoktaydık.
Yüzündeki ifade git gide kararınken tısladı. "Sen az önce 10 metre tırmanıp pencereme mi atladın?" Gözlerinden ateş fışkırırken bile o kadar yakışıklıydı ki...
Tanrım hep bir şeyler için arka planda kendimi tutmamı söyleyen bir sesle sevmiştim onu.
Şimdi beni tutan hiçbir şey yoktu ve ona o kadar aşıktım ki her an vücudum parçalara ayrılacak ve gülerek dünyanın her yerine yağacakmış gibi hissediyordum.
Platin bir tutamı alıp yüzünden çektim. O kadar yumuşak ve güzeldi ki bu kadar sert bir bedene ait olmasını onu daha çekici yapıyordu. Ve diğer avucumun altındaki kasları...
Onu eve götürmeliydim. Derhal.
Dolayısıyla yutkundum ve tek nefeste söyledim. "Benimle kaçar mısın? Yani... Bu düğünden."
Yüzüme seni kırbaçlayarak becermem için anlaşma imzalar mısın demişim gibi bakarak bekledi.
Bekledi.
Bekledi.
Sonra tek bir kelime söyledi.
"Hayır."
Ardından dünya sonsuz bir kütüphanenin devrilişi gibi üzerime yıkılırken beni kendine çekti ve hayatımın en unutulmaz öpüşmesini verdi.
Tenimi açıp bedenimi ele geçiren ve ruhumu titreten bir öpücük.
Geç oldu kusura bakmayın bir arkadaşımla ilgilenmem gerekiyordu. Ancak uyumamış olanlar için hala Cuma sayılacak bir gün de ekledim :D Sayılır mı ^-^
Lütfen düşüncelerinizi paylaşmaktan çekinmeyin. Yorumlara ve özel mesajları daima okuyorum ve elimden geldiğince cevap veriyorum ^^ Ayrıca daha çok kaçak için facebook grubuna da katılabilirsiniz!
{Z9l