ÖLÜMCÜL SIR

Da maysamellia

1.7M 93K 96.5K

"Gözlerime bak Ezgi..." Artık yaşlarım akıyor muydu bilmiyorum. Sadece tek gördüğüm; karanlık. Islak ve sıcak... Altro

GİRİŞ
1. Bölüm: ORMAN
2. Bölüm: ACI KARŞILAŞMA
3. Bölüm: ŞOK DALGASI
4. Bölüm: GÖREV
5. Bölüm: KUPA
6. Bölüm: SONUÇ
7. Bölüm: ZAMAN EN İYİ ÖĞRETMEN
8. Bölüm: NE İLE MUTLUSUN?
9. Bölüm: NEFRET VE FEDAKÂRLIK
10. Bölüm: KAÇIŞ VE YÜZLEŞME
11. Bölüm: DERİN KORKU
12. Bölüm: UMULMADIK HABER
13. Bölüm: GÖRÜNENİN ÖTEKİ YÜZÜ
14. Bölüm: KAR KOKUSU
15. Bölüm: ÖLÜMÜN CESARETİ
16. Bölüm: AKLIN OYUNU
17. Bölüm: CAM KIRIĞI
18. Bölüm: AVCILIK ZAMANI
19. Bölüm: YALNIZLIK ORTAĞI
20. Bölüm: ÖZGÜRLÜĞE GİDEN YOL
22. Bölüm: ATEŞTEN TAHT
23. Bölüm: ZEMHERİNİN ACI KESİĞİ
24. Bölüm: HAYATIN SOĞUK YÜZÜ
25. Bölüm: UYANIŞ
26. Bölüm: ÜMİTLERDEN VAZGEÇİŞ
27. Bölüm: KORKUNUN KARANLIK SOĞUĞU
28. Bölüm: SICAK FIRTINA
29. Bölüm: SIĞINAK
30. Bölüm: BEYAZ KALP
31. Bölüm: KARANLIK ZİHNİN SULARI
32. Bölüm: BİLİNMEZLİĞE YOLCULUK
33. Bölüm: KARDELENİN YALNIZLIĞI
34. Bölüm: GÖRÜNMEZ ZİNCİR
35. Bölüm: GİRDAPTAKİ İHTİRAS
36. Bölüm: ÖLÜMÜN YASAKLI YERİ
37. Bölüm: ÖFKE VE ŞOK
38. Bölüm: KARANLIKTA UZANAN EL
39.Bölüm: ARZULU ARAF
40. Bölüm: GERÇEĞİN SIRATINDAKİ CEHENNEM
*AYDINLANMA METNİ*
41. Bölüm: KALBE AKAN ZİFİR
42. Bölüm: İKİ TEN, TEK NEFES
43. Bölüm: CESARETE BÜRÜNEN HIRS
44. Bölüm: ÖLÜMLE GELEN İLK İLHAM
45. Bölüm: KIRIK PARÇALAR, AYRI HİSLER
46. Bölüm: KÂBUS VE GERÇEK
AÇIKLAMA
47. Bölüm: ZAMANSIZ DÜET
48. Bölüm: SÜRPRİZ BAĞ
49. Bölüm: DEJAVU

21. Bölüm: ÖLÜMÜN HUZURU

29.3K 1.7K 2.4K
Da maysamellia

Selam! Ufak bir problemle karşılaştığım için bölümü dün atamadım. Kusura bakmayın.

Elimden geldiğince bölümleri uzun yazmaya çalışıyorum. Bu bölümü sabah 6'ya karşı attım. Bu saate kadar uyumayıp size bölüm yetiştirmeye çalışırken bu kadar az oy ve yorum gelmesinin revâ olduğunu düşünmüyorum.

Umarım bu sefer oy atmayıp, yorum yapmayan okurlarım oy ve yorum atarlar.

Kitabımızın simgesi olan göz emojisi👉

Keyifle okuyun💙

Bu sahneyi medyadaki müzikle okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

(+18 sahne içermektedir. Vahşet ağırlıklı sahne okumak istemeyenler geçebilir.)

Arabanın camlarına tek tük değen yağmur damlaları, onlarla yüz yüze gelen avcıya yalvarır gibi süzülüyordu. Gök, bulutların çarpışmasıyla gürlüyor; akacak kanın masumluğuna feryat ediyor gibiydi. Bu feryat iştahını daha da kabartıyor, çakan şimşekler özgürlüğe kurban vereceği bu yolda önünü aydınlatıyordu. Şiddetini arttıran rüzgarın savurduğu yapraklar kendilerini teslim etmiş, rüzgar ne tarafa isterse o tarafa yolculuğa başlamışlardı.

Ormana giden bu yol kana kucağını açarak karanlığını özgür olacak ruhun gölgesiyle aydınlatacaktı. Toprak yolun kenarlarında dizili olan ağaçlar esen sert rüzgarla dallarını eğiyor, henüz daha yeni yağmaya başlamış olan yağmur kanı içeceğinden habersiz toprağı temizlemeye çalışıyor gibiydi.

O'nun için sema bu geceyi şimşekleriyle taçlandırmış, arabasının camından süzülen yağmur damlaları sırlardan arınacak kurbanının ruhunu temizlemek için yağmaya başlamıştı.

Artık saklamak zorunda kalmayacaktı.

Artık içine dert olan sırlarından kurtulacaktı.

Ne kadar cesaret etse de başta saklanan sırlar gözlerinde hatırlatmıştı O'na geçmişinde hayran olduğu annesini...

Arabanın tekerleğinden çıkan ses, ıssız ormanda yankılanan göğün gürlemesine karışırken başını çevirip arkada bilinci yerinde olmayan avına baktı. İçindeki huzura giden heyecanı tarif etmek imkansızdı.

Arabasının motor sesi kesildiğinde avını omzuna alıp ağaçların arasına karışacaktı ki bir şey unuttuğunu fark etti. Açtığı kapıyı kapatıp yan tarafında duran yolcu koltuğundaki poşete uzandı. Ayağındaki siyah botun bir farklı modeli olan büyük numara botu ayağına geçirdi. Sırt çantasını da taktıktan sonra kusursuz planını işlemek için tekrardan kapıyı araladı.

Alnına değen her bir yağmur damlası ormana doğru ilerledikçe daha da şiddetleniyor, sanki durmasını engellemeye çalışıyor gibiydi. Ayağının altındaki toprak ıslanmaya başlamış, kendisine karışacak kanı hissetmiş gibi dehşetle kokusunu ormana teslim etmişti. Omzuna aldığı kurbanı yere yaptığı basıncı daha da arttırıyor, yumuşamış toprağa ayağındaki botlar batıyordu. Bunun bir delil olduğunu biliyordu fakat büyük numara botlar planının parçasıydı.

Nefes alışverişleri omzundaki kurbanın ağırlığından dolayı daha da sıklaşmış, soğuklaşan havadan dolayı dudaklarından havaya karışırken yoğunlaşmıştı.

Kurbanını usulca geniş ağacın gövdesine yaslarken ölüm kokan nefesi toprağın masum kokusuna karışmıştı. Siyah eldivenin sarmış olduğu eliyle kurbanının at kuyruğu yapılmış saçlarını okşadı. Baygın olan avını soğuk havaya inat açlıkla alev almış gözleriyle süzdü. Dudaklarında yapacağı iyiliğin mutluluğuyla bir gülümseme oluştu.

Yavaşça...

Aşkla...

Masumca...

Heyecanlanmaya başlayan kalbi hızlanmış, kanındaki ölümün hasreti damarlarıyla her zerresine taşınmaya başlanmıştı.

Kemikli yüzünden süzülen yağmur damlaları masumluğunu yitirip usulca toprağa damlıyordu. Avının birkaç adım gerisine gitti, dizlerinin üzerine çöktü. Başını yağan yağmura inat göğe kaldırarak göz kapaklarını kana acıkmış gözlerine örtüp derince bir nefes aldı. İçine çektiği toprak kokusu ruhunda ölümle buluşup havaya karıştığında ölümün ıssızlığı ormanda sessiz bir çığlığa dönüşmüştü.

Aklına gelen anılarıyla tekrardan buluşunca gözlerini hızla açıp avına baktı. Bu O'nun göreviydi. Avı ne kadar itiraf etmiş olsa da sırları vardı. Onu rahatsız eden, ruhunu ezen, saklamak istediği acı dolu kederleri vardı.

Sıra kurbanını acıdan kurtarmaktaydı.

Acı yoktu...

Özgürlük vardı...

Sırt çantasından çıkardığı neşter, geceyi aydınlatan ayla buluşup gözünde muhteşem bir güzelliğe bürünmüştü. Gözünün önüne kaldırdığı neşter, gökyüzünden akan yağmurla buluşup keskin yüzünü masumluğun gözyaşlarıyla ıslatmıştı.

Elindeki neşteri bırakmadan karşısındaki kurbanını usulca yere yatırdı. Bacaklarını da dümdüz koyup birbirine paralel olacak şekilde uzattı. Kollarını gövdesine koyup bileklerinden bir tanesini avucunun içine aldı.

Bilekleri O'nu çağırıyordu. Kanındaki sırra esir olmuş ruh; özgür olmak istiyordu.

İlham perileri bu ormanda, etrafında dans ederken yağmur şiddetini daha da arttırmış, gök akacak kan için bir kez daha feryat etmişti.

Diğer elinde olan neşteri kusursuz bir şekilde feryat eden göğe çevrilmiş olan bileğe yavaşça sürttü. Ardından diğer bileğe de usulca sürttükten sonra iki bilekte oluşan ince ve pürüzsüz kesikten süzülen kana baktığında iki bileğin içi göğe bakacak şekilde gövdesine koydu. Bu kan göz kapaklarının aldığı hazla örtünmesine sebep olmuştu.

Karanlıkla buluşan yeşil orman, toprağında artık geceye karışmış bir kanı barındırmıştı. Bu kan, artık bu ormanın rengine bürünmüştü.

İlham perileri bedenine çarpmaya başlamışken gözlerini araladı. Yeryüzüne hücum eden yağmur avının bileklerini temizliyor, kokusu ormanı sarmış olan toprağa yolcu ediyordu.

Derince bir nefes daha çekti. Akan ıslak kanın kokusunu alıyor gibiydi. Şu an avının gözlerine o kadar çok bakmak isterdi ki...

Yapamazdı. Acı çektiremezdi. Zaten yeteri kadar acı çekmişti bu pislenen ruhu...

Unutmak istediği geçmişini tekrar hatırladı. Bu O'na azap veriyorken bir yanını da hasretle kavuruyordu. Bu yağan yağmur içindeki hasret ateşini söndüremezdi. Hele ki çektiği acıyı...

İzledi...

İzledi...

Kalbi daha da hızlanmaya başlamıştı. Yaşadığı mutluluk içinde kirlenmiş masum çocuğu uyandırmıştı. O bilekleri bir kez daha avucuna aldığında bu sefer sır barındıran bedenden daralan ruhu özgür kalacaktı. Neşteri parmaklarının sarmış olduğu bileklere biraz evvel çizdiği çiziklerin üzerinden daha sert bir şekilde bastırıp özgürlüğe giden yolu açtı. Çizdiği bu yoldan kanlar daha da hızla akarken ruhunda avına bir zamanlar eziyet eden sırlar, bileklerinden süzülmeye başlamıştı bile.

Evet, göğsüne kuvvetle çarpan kalbi bu sefer yaptığı iyiliği kutlar gibiydi. Hissedebiliyordu. Kanın kokusunu ve çıkan ruhun minnettarlığını...

Elleri avının göğsüne usulca koyup kendisinin arkasında kalan ağacın altına oturdu. Perileri O'nu dürterken daha fazla dayanamazdı. Yağan yağmur şiddetini ne kadar arttırmış olsa da perileriyle savaşacak durumda değildi. O'na fısıldıyorlardı. Karanlık periler O'na sarılıyorlardı.

Çantasından çıkardığı kağıdı önü açık olan montunun yakasıyla yağmurdan korumaya çalıştı. Dizlerini iyice kırıp kendine çekerken ruhun nidalarını barındıracak olan kağıt, gövdesiyle bacaklarının arasında kalmıştı. Başını da iyice eğdikten sonra çıkardığı kalemle yazmaya başladı. Siyah kapüşonu yağan yağmurların kağıdı ıslatmasını bir nebze engellemişti. Kağıdı tekrar montunun içine sokup yerde uzanan özgürlüğe kavuşan ruhtan arınmış bedene baktı. İlham perileri artık çığlık atıyor, bu durum O'nun göğsünü yırtacakmış gibi atan kalbini daha da vahşileştiriyordu.

Bu orman, bu beden, akan kan... Hepsi ilhamının bir parçasıydı.

Ne kadar bulunduğu mekan geçmişini yansıtmasa da bu yaptığı... Tamamen avı içindi ve sevdiğini temsil ediyordu. En yaralı yanını... Tek arkadaşını... Tek sevgilisini... En büyük ilhamını...

Fısıldadı.

"Teslim ol canım..."

Derin bir nefes aldı.

"Gözlerimin içine bak."

Gözlerini kapattı.

Canım yanmayacak. "Canın yanmadı."

Canı yanmayacak. "Canı yanmadı."

Elleri titremeye başlarken kalemi çantasına koyup derin bir nefes aldı. Ciğerlerine kanla karışmış kasvetin kokusunu doldurdu. Aralık dudaklarından verdiği nefes tekrardan karanlık ormanda ölümün gölgesiyle bir bütün olurken devam etti. "Ellerini bana bırak."

Görünmez mürekkeple kağıdın arkasına tamamlayacağı kelimenin harfini de yazdıktan sonra şeffaf poşete yerleşti. Yağmurun tıpkı bileklerden akan kanı dağıttığı gibi kağıdı da ıslatıp eserinin ziyan olmasını istemezdi.

Avının bedeninin yanına gittiğinde montunun cebine özenle yerleştirdiği eserinden ayrılmanın burukluğu vardı üzerinde. Sırılsıklam olmuş bedene baktı. Artık dayanamıyordu. Tıpkı bir önceki kurbanında olduğu gibi yanına bir hatıra almak istiyordu. Avlarını özgürlüğün yumuşak kollarına teslim ederken gözlerine bakamamış, kendini yarım hissetmişti. Artık o gözlere bakmanın başka yolunu bir önceki kurbanında keşfetmişti.

Her ne kadar bu yol daha önce aklına gelmediği için bir önceki kurbanında kendine küfretse de bu sefer de o gözleri kendine saklayacaktı.

Zamanın acımasızlığı gibi keskin olan neşterin ucunu kapalı olan kapağın yuvasındaki altta kalan boşluğun hemen dibine yerleştirdi.

Zaman kadar keskin, zaman kadar pürüzsüz ve zaman kadar acımasızdı elindeki parçası...

Yerleştirdiği yere sertçe bastırdığında yüzüne sıçrayan kana aldırmadı. Nasıl olsa bugün gökyüzü O'nun için yağmuru yeryüzüne yollamıştı. Gök bir kez daha feryat ettiğinde ormanda bulunan ölümün gölgesini aydınlatmıştı. Yuvasından ani bir hareketle fırlayıp avının yüzüne düşen gözü siyah eldivenlerinin sardığı parmaklarıyla kavrayıp etrafını saran ince damarlardan arındırarak yanında getirdiği GOPOKS sıvısının olduğu kavanoza yerleştirdi. Sıra diğer eşindeydi.

Dudaklarındaki tebessüm daha da artarken neşterin ucunu göz yuvasının altındaki çukura diklemesine yerleştirip sertçe tekrardan bastırdı. Yüzüne sıçrayan kanı tıpkı biraz evvel ki gibi silme tenezzülünde bulunmamıştı. Bu durum O'na gayet basit geliyordu. Diğer gözü de damarlarından arındırıp kavanoza yerleştirdiğinde kavanozu hızla çantasına koydu. Karşısındaki yüz tamamen kan içinde olsa da yağmur artık ceset olan bu kurbanın yüzünü temizlemekle meşguldü.

Avının huzursuzluğu ölümle huzura kavuşmuştu.

Yağan yağmur bu gece O'nun yardımcısı olmuştu. Ayağındaki botların bıraktığı izlere aldırmadan geldiği yolu tekrar adımlamaya başladı. Son kez arkasını döndüğünde bıraktığı manzara içindeki azabın hafiflemesine sebep olup bakışlarına huzurun nahifliğini katmıştı.

Kelimesi tamamlanınca artık O'nu bulacaklardı. Bu azapla ne kadar durabilirdi ki?...

Ufak tefek delillerin bulunmasına izin vermişti. O, ne kadar isterse o kadar O'na ulaşabilirlerdi.

Huzurluydu...

Mutluydu...

Ama bunların hepsi geçiciydi. Nefret etmek istediği geçmişinden bir yandan edemiyor, bir yandan da özlüyordu. O'na O'nu hatırlatan tek kişiydi hayran olduğu. Tıpkı geçmişte hayran olduğu kişi gibi... Geçmişindeki ilhamını hatırlatan tek şahıstı. Artık O'ndan ilham alsa da geçmişinde hayran olduğu kişiyi de hatırlatıyordu O'na. Tıpkı O'na benziyordu.

Annesine...

(+18 sahne sona ermiştir.)

&

"Biliyorsunuz ki hemoglobin, alyuvarlar arasındaki en önemli madde. Hem ve globin zincirlerinden oluşmakta."

Hematoloji dersi hakkında bir paneldeydik. Ozan Doğan hünerlerini konuşturuyordu.

"Bir hemoglobinde dört globin zinciri, dört de hem vardır. Hemoglobin; alfa, beta, gama ve delta olmak üzere birbirine kovalent olmayan bağlarla bir arada tutunmuş dört polipeptid zinciri içerir."

Salon karanlıktı arka kısımda oturuyorduk. Sağımda Mert, solumdaysa Sevim oturuyordu. Erdem de Sevim'in yanına yerleşmişti. Bu aralar sürekli yan yana olmaları gözümden kaçmamıştı.

Ozan Doğan'ı dikkatle dinlerken Mert'in huzursuzca kıpırdanıp sertçe nefes vermesi bakışlarımı ona çevirmişti.

"Ne oldu Mert?"

Mert biraz evvel sağ bacağı üstteyken bu sefer bacaklarının yerini değiştirip sol bacağını sağ bacağının üstüne atmıştı. Bakışlarını kürsüden ayırmayıp çenesini yana yatırdı. "Sıkıldım."

Cümlesi üzerine göz devirip bakışlarımı kürsüye yönlendirdim. "Bu kadar da belli etme bari. Benim de dikkatimi dağıtıyorsun."

"Hemoglobinin yapısal olarak kusurlu olmasına anormal hemoglobin denir."

Omuzumda hissettiğim eline yandan baktığımda "Rahatsızlık verdiğim için pardon." Deyip elini bacağına koydu.

"...ve alfa Talasemi olarak ikiye ayrılır." Başını kaçırmıştım.

"Bak, iki dakika dikkatimi dağıttın kaçırdım ne dediğini." İnsanlar rahatsız olmasın diye kısık sesle konuşuyorduk.

Sırıtıp bana doğru eğildi. "Beta."

Anlamaz gözlerle ona baktığımda sırıtışı büyüdü. "Talasemi hastalığının kaça ayrıldığını anlatıyor. Biri alfa biri de beta. Gama ve delta zincirlerinin herhangi bir etkisi yok."

Dudaklarımı aşağı kıvırıp onu süzdüm. "Sen zekisin diye, beni engelleme canım."

Yüzüne yapmacık bir ego yerleştirip sırtını koltuğa yasladı. "Takıldığın yer olursa sor bana Ezgiciğim."

Ben de göz devirip başımı imayla salladığımda Erdem Sevim'in üzerinden eğilip konuşmaya başladı. Sevim temas etmemek adına sırtını koltuğa daha da yaslamıştı. "Mert bir tek senin sesin geliyor vallahi."

Mert de benim üzerimden Erdem'e doğru eğildiğinde ben de kendimi Sevim gibi koltuğa yaslamıştım.

"Bu sesi duyabilmek için her gece kaç kız beni işletiyor senin haberin var mı?"

Sevim ve ben kıkırdadığımızda önümüzde oturan Alp arkasını dönüp ters bakışlarını bize çevirdi. Erdem de aynı şekilde bakışlarıyla ona karşılık vermiş, gözlerini Alp'e dikmişti. Kahverengi dalgalı, omuzuna değen saçları vardı. Sakalları çenesinde toplanmış, ince dudaklarının üzerinde estetisyene yaptırıldığını düşündüğümüz güzel bir burnu vardı. Koyu renk gözlerinin önünde siyah kalın çerçeveli gözlüğüyle tam bir inek öğrenciye benziyordu.

Mert, Erdem'in bakışını görünce o da aynı şekilde gözlerini Alp'e çevirmişti. Kaşlarını çatıp ters bir şekilde bakışlar atsa da gerçekten bu bakış Mert'in yüzünde emanet gibi duruyordu. Mert'in yüz ifadesini görünce gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.

Alp'in bakışları kısa bir an Mert ve Erdem'in gözleri arasında gittikten sonra aynı yüz ifadesiyle "Biraz daha sessiz, lütfen" dedi. Çocuk haklıydı. Mert'le Erdem pozisyonunu bozmamış hâlâ ikimizin üzerinden eğik pozisyonda birbirleriyle karşı karşıyaydılar.

"Biz de onun için uğraşıyoruz, zaten."

Erdem'in yaptığı açıklama tüm mantık çerçevesini kırarken Mert şaşkınlıkla bakışlarını Erdem'e çevirmişti. Alp'in kaşları çatılmış, Erdem'in verdiği cevabın mantıksızlığında mantık aramaya çalışıyor gibiydi.

"Ulan insan kardeşini satar mı be!"

Tüm bu diyalogların kısık bir sesle ve bu pozisyonda dönmesi gülmemi katlandırsa da kendimi tutup Sevim'le göz göze geldim. Sevim'in hâli de benden farksız sayılmazdı.

Erdem'in Mert'e attığı bakış sanki uçan bir gergedanı görmenin şaşkınlığını taşıyordu. "Ne alaka oğlum?"

Mert istifini bozmadan devam etti. "Sen beni susturmaya çalıştığını söyledin resmen isim vermeden."

Alp diyaloğun uzadığını görünce sıkıntıyla nefesini sertçe verip önüne döndü. Alp'in verdiği nefesin sesini duyunca Mert tekrardan Alp'in olduğu tarafa bakmıştı. "Millet rahatsız oldu senin yüzünden. Neyse uzatma." Üzerimden doğrulup eski pozisyonuna geri dönmüştü.

Erdem'in yüzündeki şaşkınlık ifadesi artıp göz kapakları daha da açılırken söylenerek kendini geri çekti. "Kendi kendine pisliğini bize bulaştırdı. Oturdu yerine Allah'ın dengesizi."

Yüzümdeki tebessüm oluşurken Ozan Doğan'ın sesini daha yüksek duyduğumuzda bakışlarımızı kürsüye kilitledik. Göz göze geldiğimizde tebessümüm daha da büyüdü.

"Eski Yunanca'da 'Büyük Deniz' anlamına gelir. Herediter ve kodominant bir hastalıktır."

Sevim bana doğru eğildiğinde gözlerimi Ozan Doğan'dan ayırmadan ben de başımı onun tarafına eğdim. "Herediter ne demekti ya?"

Bakışlarımı ayırmadan cevap verdim.

"Kalıtsal demek."

Anladığını beli edercesine başını salladığında Erdem'in Sevim'e "Bana da sorabilirsin." Dediğini işittim.

"Hangi globin zincirinde sorun varsa onunla isimlendirilir. Sorun olan zincir ya eksiktir ya da hiç yoktur. Bu hastalık dünyada en sık genetik geçiş gösteren bir hastalıktır. Çekinik genle taşınır ve taşıyıcı olan anne babadan doğacak olan her bir çocuk için bu hastalığa sahip olma oranı yüzde 25'tir."

Telefonuma gelen bildirimin titreşimiyle başımı önüme eğip telefonumu çıkardım.

Ezgi

Yazan kişi Yavuz'du. Ne olmuştu ki?

Efendim?

Nasılsın?

İyiyim, sen?

Ben de iyiyim.

Bana yazması tuhafıma giderken mesaj yazmaya devam ettim.

Herhangi bir gelişme mi var?

Şu anlık yok.

Durup dururken ne olmuştu da yazmıştı bu adam bana? Tam yazacağım sırada bildirim geldi.

Bugün müsait misin?

Şu an bir paneldeyim.

Sonrasında eve geçeceğim.

Peki.

Neydi bu şimdi? Kafamı kaldırdığımda Mert'in yandan bana baktığını fark ettim. Kaşlarımı çatıp bende ona yandan sert bir bakış fırlattığımda gözlerini kaçırdı. Gözlerimi kürsüye çevirdiğimde yanıma yanaşıp "Valla bir şey görmedim. Kusura bakma kuşum, yanlış bir hareketti. Sadece gözüm kaydı."

Mert'in bu huyunu seviyordum. Ciddi bir durum söz konusu olduğunda gerektiğinde yanlışını kabul edebilen bir yapısı vardı ve onu tanıdığım kadarıyla dürüsttü.

Ona bakıp 'Sorun yok' dercesine başımı salladığımda tekrar önüme döndüm.

"İşte buradan anladığınız üzere kan; tek başına bile bir insanı öldürebilir ya da besleyebilir. Vücudumuz öyle bir fonksiyona sahip ki hiçbir organ birbirinden bağımsız çalışamaz. Bunları besleyen de kandır. Sadece bir hücresinde bile muazzam işlevler var. Düşünün ki bir hücresi hemoglobin dört zincir içeriyor ve bu mikroskobik zincirin bir tanesinde bile bir sıkıntı olsa; ortaya diğer nesillere aktarılabilecek bir hastalık çıkıyor."

Salondaki herkes pür dikkat Ozan Doğan'ı dinliyordu. Mert bile...

İstemsizce dudaklarımda minik bir tebessüm oluştu. Evet, bir kanda bile tahmin edemeyeceğimiz işlevler vardı. Onun yapı taşları da dahil.

"Bir kanın yapı taşı bile insan vücudunun keşfedilmeye değer bir gezegenden farkı olmadığını gösteriyor. Her bir zerresi incelense bile yine o zerreden farklı bir zerreyle bağ çıkabiliyor. Kan buna en büyük örnek."

Salondan çıkarken Erdem ve Sevim önde ilerliyordu. Mert ise onlara yetişmek istese de arkada beni tek bırakmak istemediği için yanımda duruyordu sanırsam.

"Ezgi?"

Boyu benden uzun olduğu için yüzüne bakmak amacıyla başımı kaldırma gereği duydum. 1.80'e yakındı herhalde.

"Efendim?"

Bakışları önümüzde yürüyen Sevim ve Erdem'in üzerindeydi. "Ben evlilik görüyorum. Sen?"

Sevim ve Erdem'e bakarak konuştuğu için ne demek istediğini anlamıştım. Gülümsedim. "Ben de görüyorum desem?"

Bana bakıp sırıttı. "Oh bee! İçim rahatladı. Bir tek ben görüyorum zannettim. Aslında bir zamandır görüyordum bu evliliği ama bugün şu piç yanıma oturmayıp Sevim'in yanına kurulunca emin oldum."

Sevim ve Erdem önümüzde yürüyorlar ve sanki etraflarında olup bitenden soyutlanmış gibi sadece birbirlerine odaklanmış, muhabbet ediyorlardı.

Onların üzerinde olan bakışlarımı ayırmadan Mert'e karşılık verdim. "Ateş bacayı sarmış gibi görünüyor, haklısın."

Mert tekrardan sırıtıp kolumdan tutarak onların yanlarına sürükleyince ne olduğunu anlamaz bir ifade yüzüme yapışmıştı.

"Siz niye bizi yalnız bırakıyorsunuz bakayım?"

Erdem ve Sevim bir anda Mert'in hareketi üzerine şaşkınlığa uğramış, bakışlarını ikimizin üzerinde gezdiriyordu. Erdem elini ensesine götürdü. İkisi de yaramazlık yaparken yakalanmış çocuklar gibi gözlerini kaçırıp mahcup olduklarını bize hissettirmişlerdi. "Siz geride kalmışsınız kardeşim. Biz sizi yalnız bırakmadık."

Mert Erdem'e inanmadığını belli eden bakışlar fırlatırken Sevim'in yüzü kızarmaya başlamıştı. "Arkanıza baksaydınız o zaman kardeşim. Bekçi Bekir'in eşeği miyiz biz, bizi arkada bırakıyorsunuz?"

Sevim bakışlarını kaldırıp Mert'e baktı. Hâlâ bakışlarını kaçırıyor muydu o yoksa bana mı öyle geliyordu?

"Mert sen de uzatmayı çok seviyorsun. Çocuk geride kalmışsınız diyor, fark etmedik demek istiyor işte."

Kurduğu cümle karşısında kaşlarım havalanıp dudaklarım aşağı kıvrılmıştı. Tam dudaklarımı aralamıştım ki Mert kolumu dürtüp konuşmaya başladı. "Bak bak bak..." sonuncusunda a harfini uzatarak söylemişti.

"Bence siz Tıp Fakültesi'ni falan bırakın. Sizden güzel avukat olur. Birbirinizi güzel savunuyorsunuz çünkü."

"Ya Mert!" diye güldüğümde elini omzuma attı. Diğer elinin işaret parmağını dudaklarına götürdü. "Şşş, ben bunlara yeterim Ezgiciğim. Sen kendini yorma."

Hastanenin bahçesine doğru iniyorduk. Kapıdan çıktığımızda soğuk bir rüzgar yüzümüze tokat gibi çarpmıştı. Erdem bu sefer kaşlarını çatıp çenesini yana yatırınca sinirlendiğini anladım. "Mert." Sesi tok ve sert bir tonda çıkmıştı.

Mert omuzumdaki elini çekip kabanının yakalarını düzeltti. "Buyurun? Mert Kalkan benim efendim."

"Sen her şeyi dalgaya al böyle. Başka sözüm yok sana."

Gerçekten ciddi konuşmuştu ve alındığını düşünüyordum. Anlaşılan Sevim'le kendisinin arasındaki şeyi dalgaya aldığımızı düşünmüştü. Sevim bakışlarını ona çevirirken Mert sırıtışını soldurup her zamanki gibi ortalığı yumuşatmaya çalışmıştı. "Bir şey demedim ya. Sadece takılmak istedim. Yoksa ben de fark ettim bizim geride kaldığımızı. Ezgi yavaş yürüyordu."

Göz kapaklarım daha da açılırken şokla Mert'e baktım. Dudaklarım aralanmış, gözlerim Mert'in esmer tenli yüzünde dolanıyordu. Bana kırptığı gözle aralanmış dudaklarımı kapattım. Hiç de öyle bir şey yoktu ama bu seferlik öyle olsundu.

İkisinin de yüz ifadeleri değişmezken kendilerine çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. "Hem bana attığın iftirayı unutmadım, Mert."

Çardağa otururken Mert kaşlarını çattı. Karşımızda ince bir gövdeye sahip dallarındaki yapraklar rüzgara teslim olmuş çıplak bir ağaç bulunuyordu. Sağımızda küçük bir geri dönüşüm kutusu arkamızda ise yağmurdan ıslak kalmış toprağa sahip çimenler vardı.

"Oğlum Alp'e karşılık vermeni beklerken beni öne sen sürdün, şerefsiz."

Sevim araya girdi. "Valla doğruyu söyledi. Sessizliği sağlıyordu."

Bak işte, yine birlik olmuşlardı. Yanımda oturan Mert, Sevim'e üstten bir bakış attı. "Yine bir savunma mekanizması. Neyse susuyorum. Alp şerefsizinin o güzel burnunu dümdüz edecektim de kardeşim sağ olsun."

Aklıma gelen şeyle araya atıldım. "Harbi ya. O Alp'in burnu estetik mi o kadar merak ediyorum ki. Allah vergisiyse Maşallah."

Sevim gülümsedi. "Ay gerçekten ya. Hangi doktor yaptı acaba? Ya da Ezgi'nin dediği gibi Allah vergisiyse bir şey diyemem."

Erdem hızla elini sarı saçlarının arasından geçirip konuşmaya katıldı. "Bakıyorum da dedikodu damarınız tutmuş."

Mert gülerek sırtını yasladı. "Cidden, götü boklu Alp'in minik burnunu konuşuyoruz he. Değmez ya o çocuk için günaha girmeye."

Elimin tersiyle Mert'in karnına bir şaplak yapıştırdım. Şaplağımı hiç beklemiyor olacak ki eliyle karnını tutup hafifçe öne eğildi. "Bak Mert, bugün sen çok olmaya başladın. Biraz evvel sen açmadın mı Alp'in konusunu?"

"Tamam da biz yaptığı hareketi konuştuk. Bizene Alp'in fındık burnundan anasını satayım." Omuzlarını silkerek ellerini havaya kaldırmıştı.

"Aynen, doğru söylüyor kardeşim."

Erdem'in cevabı üzerine Sevim ve ben aynı anda Erdem'e baktık. "Bu sefer de siz birlik oldunuz ha!" dedim Mert'e dönerek.

Mert yüzünü hafifçe buruşturarak bana karşılık verdi. "Biz her zaman biriz. Arada uyuşmadığımız noktalar olabilir. Ama konu Alp'in burnuysa kesinlikle bu konuda erkek dayanışmasındayız."

"O zaman Alp'in hareketleri sizi, burnu da bizi ilgilendiriyor. Öyle ya?." Sevim kolunu çardaktaki masaya dayamıştı.

Erdem de kolunu Sevim gibi masaya dayarken konuştu. "Yoo, hareketleri bizi ilgilendirebilir ama burnu hiçbirimizi ilgilendirmez. Allah vergisidir falan çarpılmayalım."

"Evet, haklısın kardeşim."

Bu sefer Sevim'le Mert'e aynı anda baktığımızda "Ya siz takılmayın bana. Ben canım kimi isterse onu tutarım" demişti.

Saatime baktığımda üzerimdeki yorgunluğu atabilmem için eve gidip dinlenmem gerektiğini düşündüm.

"Ben kalkıyorum. Muhabbetiniz bol olsun. Eve gidip dinlenmem gerek."

Ayaklandığımda önce Erdem daha sonra da diğerleri ayaklandı. "Ben de eve geçeceğim valla. Hava soğuk. Biz de ne kafayla çardakta oturup titreye titreye konuşuyorsak..."

Erdem'e gülümsedim. "Valla bana soğuk çok işlemiyor ama tercih sizin."

Çardaktan inerken onlar da arkamdan çıkışa doğru ilerlemeye başlamışlardı. "Görüşürüz gençler."

Mert elini havada sallayıp genel bir veda selamı verdikten sonra sola doğru yönelip adımlarını hızlandırmıştı. Sevim ve Erdem de "Görüşürüz!" diyerek karşılık verdikten sonra sağa doğru dönüp ilerlemeye başlamışlardı. Beraber çıkmaları gözümden kaçmazken, bu duruma şaşırmamıştım.

Karşı kaldırıma adımlarımı yönlendirip pastanenin önünden geçerken aklıma Yavuz'a numuneleri teslim ettiğim gün geldi. Hava yağmurluydu ve beni eve bırakmıştı. Aklıma durup dururken gelen bu anı karşısında kaşlarım çatılırken yan tarafımda çalan ani korna sesiyle irkilerek başımı o tarafa çevirdim. Tanıdık arabayı görmemle camı yavaşça açılmaya başlandı. Yavuz'un burada ne işi vardı?

Başını eğerek açık camdan benimle göz teması kurmaya çalıştı. "Bin bakalım."

Cümlesi karşısında kaşlarımı çatmıştım ki uzanıp kapıyı açtı. Arabaya bindiğimde ısıtıcılar vasıtasıyla arabanın içi ısınmış her zaman ki o koku arabayı sarmıştı; fujer parfümünün kokusu.

"Herhangi bir gelişme mi var?"

Bakışlarını yoldan ayırmazken derin bir nefes aldı. Sanki gergin gibiydi. "Şu anlık yok."

Bunu mesajlaşırken de söylemişti. Kaşlarım tekrardan çatılırken gülümsedim. "O zaman nereye gidiyoruz?"

"Yeşillerini bana çevirip yüzümde gezdirdikten sonra, tekrar yola çevirdi. "Senin geçtiğimiz günlerde huzuru aradığın yere."

Şaşkınlıkla dudaklarım aralanırken geçtiğimiz günlerde nerede karşılaştığımızı hatırlamaya çalıştım. Deniz kenarı...

"Sahile mi?" dedim cevap arayan gözlerimi yüzünde dolaştırarak.

Dudakları derince yukarı kıvrıldığında aralandı. "Sana beklemeyi öğreteceğim. Bu yüzden cevap vermiyorum."

Sırtımı koltuğa iyice yaslayıp bakışlarımı ondan ayırmadım. "Zaten hayatımda yeteri kadar gizem yokmuş gibi, sen de kat Dedektif. Sen de vur." Yüzüme yerleştirdiğim ironik gülümsemeye karşılık verdi.

"Bu gizem yaratma değil. Ufak bir yardım diyelim. Eğitim gibi de düşünebilirsin."

Cümlesine göz devirdiğimde kısa bir an bakışlarının yüzümde aktığını hissettim. "Dikkat et Yavuz, beni eğitmek biraz zordur." Dirseğimi camın dibine dayayıp yumruk yaptığım elimi şakağıma koydum. "Zor bir öğrenciyim."

Tebessümü yandan bir sırıtışa dönüşürken iki eliyle tuttuğu direksiyondan tek elini çekip benim gibi dirseğini camın dibine koydu. "Zoru sevmesem sence bu mesleği yapar mıyım?"

Yola baktığını bile bile dudaklarımı aşağı kıvırdım ve başımı yavaşça sağa sola salladım. "O zaman sıkıntı sende mi bende mi anlayamadım."

Gülümsemesi solmazken cevap verdi. "Bence ikimizde de."

"Bu durumda sen benim öğretmenim ben de senin öğrencin oluyorsam daha başlamadan sen mesleği bırak. Ben de sınıfta kalayım."

Dirseğini camdan ayırdığında direksiyonu sola çevirdi. "Denemeden bir şey diyemem. Belki de bana göre zor değilsindir. Sonuçta herkesin kotası bir değil."

Ben de dirseğimi camdan ayırıp koltukta dik bir pozisyona geçtim. Ellerimi avuçlarım yukarı bakacak şekilde yukarı kaldırdım. "Tamam o zaman. Senin öğrencin olalım bakalım."

"O zaman ilk sınavını geçtin diyelim." Gözünü yoldan ayırmamıştı.

"Ooo, ama öğretmenler öğrencilerine torpil yapmaz Yavuz Bey." Yüzümdeki tebessüm hâlâ yerindeydi.

"Hayır, torpil falan yapmadım." Biraz evvelki gibi gülümsemese de dudaklarında kırıntıları vardı.

"Neyden geçtim o zaman ben?" bakmadığını biliyordum fakat mimiklerim benden bağımsız hareket ediyordu. Tek kaşım havalanmıştı.

"Kabullenmenin ilk aşaması." Bakışlarını kısa bir an benimle buluşturup tekrar yola çevirip devam etti. "Öğrenci olmayı kabul ettin. Tabii daha da kabul edeceğin şeyler olacak."

Gözlerimi kısarak bakışlarımı ona sabitledim. "Denemeden bilemeyiz demiştin. Yani bu tam anlamıyla kabullenme sayılmaz Yavuz."

Dudaklarından minik bir kahkaha çıktığında gözlerinin istemsiz kısıldığını fark ettim. Kaz ayakları hafif derinleşip, göze hoş gelebilecek bir görüntü oluşturmuştu.

"Öyle mi dersin Ezgi?" Yeşillerini gözlerimle buluşturduğunda bakışlarında anlamlandıramadığım bir durgunluk oluşup gülümsemesi solarken gözleri yan tarafımda bulunan cama kaymıştı. Başıyla orayı işaret ettiğinde devam etti. "Beklemeyi sana öğrettim diyebiliriz. Hem de sen farkında olmadan. Bak, geldik."

Geçtiğimiz gün karşılaştığımız sahildi burası. Evet, farkında olmadan beklemiştim diyebiliriz. Arabayı yolun kenarına park ederken başımla onayladım. "Deneme aşaması ikimiz için de fena değildi o hâlde."

Yan tarafımda bulunan dikiz aynasına bakarken iki kaşını da havaya kaldırıp başını olumlu anlamda salladı. "Kesinlikle."

Arabadan inip kayalıklara ulaşmak için yüksek kaldırımın kenarına oturup bacaklarımı kayalıklara sarkıttım. Yavuz arkamdan gelirken kalçamı sürterek kendimi serbest bırakıp ayaklarımın kayalıklara dengeli basmasını sağladım.

Bir adımımı diğer kayalıklara attığımda Yavuz, seri bir hareketle kayalığa inmişti. Sol ayağımı da çaprazında bulunan kayalığa attığımda sağ ayağımı da yanına getirdim. Yavuz benden daha hızlı hareket ederek hemen yan tarafımdaki kayalığa gelmişti. Sağ tarafımda kalıyordu. Önümdeki kayaya sağ ayağımı atarken dengem bozulur gibi olduğunda açıkta olan ellerim istemsizce havada sallandı. O esnada yan kayalıkta olan Yavuz "Sana yardım edeyim" diyerek sağ elimi avuçlarının arasına alıp bana destek verdiğinde gözlerim gözleriyle buluşmuştu. Bakışlarımı çekip önümdeki kayaya çevirdim.

"Teşekkür ederim."

Avucumu sarmış olan elini ayırmazken dudaklarını araladı. "Rica ederim."

Elimi çekmeme fırsat vermeden diğer adımını da çaprazımızda kalan kayaya attığında ben de ardında bıraktığı kayaya adım attım. Normalde üşüyen bir insan olduğunu geçtiğimiz gün buraya geldiğinde söylediği sözlerden anlamıştım. Ne için gelmiştik buraya?

Ve üşüyen biri olmasına rağmen avucuna değen avucumdan bedenime ılık bir ısı yayılmıştı.

Elimi tutarak gittiği yolda adımlarımı daha sağlam atıp dengeli bir şekilde ilerlememi sağlamıştı. Önümdeki kayada durduğunda bulunduğun büyük kayaya oturup dizlerimi kırarak kendime çektim. Arkasını dönüp, siyah kaşe ceketinin önünü birleştirerek benim yanıma oturdu. İçine haki yeşili bir kazak giymiş, siyah kot pantolonunun altına ise yine siyah renkte mat bir Cap Toe bot giymişti. Diğer günlerin aksine bugün basıc bere takmamıştı.

Benim gibi dizlerini kırdığında birbirimize değen bacaklarımızı fark edip anlamayacağı şekilde hafifçe bacaklarımı sola doğru çektim. "Buraya neden geldik?"

Deniz kenarında olduğumuz için bu kesim daha çok esiyordu. Rüzgar dalgalı saçlarımı havalandırırken onunda şimdiden saçlarını dağıtmıştı. Bakışlarını kayalara dalgalarını sertçe çarpan denize dikti.

"O gün seni burada gördüğümde..." derin bir nefes aldı. "Ufak bir an da olsa sana eşlik ettim ve buranın gerçekten huzur verdiğini anladım."

Ben de bakışlarımı tıpkı onun gibi dalgaların çırpınışını veren denize yönelttim. Denizin tuzlu kokusu buram buram burnuma dolmaya başlamış, daha şimdiden bu çırpınış sesleri kalbimi huzurun esintisiyle okşamaya başlamıştı. Zihnimin hafiflemeye başladığını hissediyordum.

Başımı olumlu anlamda salladım. "Evet, ben de huzuru hissetmiştim burada."

Bakışlarımı ona çevirdiğimde gözlerini kapatmış, kendini etrafındaki huzur verici unsurları dinlemeye odaklamış gibiydi. "Peki neden tek gelmedin de beni getirdin?"

Gözlerini açmadan dudaklarını araladı. Tuz kokan rüzgar aramızda dans ediyor gibiydi.

"Tek geldim."

Cevabı üzerine hafifçe kaşlarım çatıldı. Gözlerini araladığında ormanın en koyu tonuna sahip gözleriyle gözlerim denk gelmişti. "Ama o gün ki tattığım huzuru tadamadım Ezgi." Tekrardan gözlerini kapattığında bu sefer kollarını kendine çektiği bacaklarına sarıp devam etti.

"Ve şu an huzurluyum."

Cümleleri bu esen soğuk rüzgarı ılıklaştırıp kalbimde anlamlandıramadığım bir meltem estirmişti.

Ben de kollarımı bacaklarıma sarıp gözlerimi yumdum. Şu an buranın verdiği huzur... Tarif edilemezdi. Denizin tuzlu kokusunu kendine sarmış olan rüzgar saçlarımı bir kez daha savururken sadece bu sessizliği dinlemek istedim.

Yavuz da konuşmuyordu. Kıyıya vuran köpüklü dalgaları dinliyorduk; esen rüzgarı, varlığımızı...

"Biliyor musun Ezgi?"

Sesi üzerine gözlerimi aralayıp ona baktım. Göz kapakları hâlâ yeşillerine örtülüydü. Hafiften titremeye başlamış gibiydi.

"Yaklaşık on bir senedir yalnızlığıma o kadar alışmışım ki onun varlığını bile hissetmemişim."

"Nasıl yani?" dedim onu anlamaya çalışıp bakışlarımı yüzünde gezdirerek. Gözlerini tekrar araladığında denize diktiği yeşillerindeki derinlik; sanki ufuk çizgisinin ardına ulaşacak gibiydi.

"Şu ana kadar yalnız olduğumu..." derin bir nefes alıp devam etti. "Şimdi yalnız olmadığımı hissedince fark ettim."

Bakışlarını bana çevirip gözlerini tekrardan gözlerimle buluşturduğunda aynı derinlik hâlâ yerini koruyordu. Diliyle dudaklarını ıslatıp yutkunduktan sonra konuşmasını sürdürdü.

"Beynimdeki kurtlar yavaş yavaş susmaya başlıyor. Zihnim hafifliyor. Kalbim se-" cebinde çalan telefonla cümlesi yarıda kesilmiş, kaşları çatılmıştı. Ani bir sinirle açtığı telefonu kısa bir an dinledikten sonra gözlerindeki derinlik yerini donukluğa bırakmıştı.

Donuk bakışları beni bulduğunda, yüzündeki mimiklerin buz kesmesi esen rüzgardan değil, aldığı haberdendi. Kalın dudaklarından dökülen tek kelime, soğuk rüzgarın kalbime buz gibi bir hançer saplamasına sebep olmuştu.

"Gökçe..."

##

Bu bölüm Şair'i daha çok gördünüz. Düşünce yapısı hakkında fikirleriniz neler?

Cinayet sahnesi nasıldı?

Peki Ezgi ve Yavuz'un diyalogları?

Yeni bölümün daha erken gelmesini istiyorsanız biraz daha etkileşim kasmamız gerek.

Yorumlarınızı heyecanla okuduğumdan emin olun💫

Seviliyorsunuz Ölümcül Okurlarr💙

Continua a leggere

Ti piacerà anche

5.5K 597 31
"Kimse gerçekten sevmedi mi seni?"
14.5K 3.6K 69
" Kan ağlayan bir gecede , bütün hayat devriliverir göğsüne. Enkazı şiirlerden , can kayıpları yokluğundan oluşur. " Bk. 25.02.19
4.7M 396K 94
1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İkincisi, tutsak alınan son kişi olmasıyd...
66.9K 268 2
Kitap düzenlemeye girmiştir anlam hatları olabilir düzenleme bitene kadar başlamamız önerilir "Ada abla biraz gezelim mi Babam sen ben üçümüz " dedi...