MEDUSANIN ÖLÜ KUMLARI (Kitap...

Von Maral_Atmc6

7M 637K 1.2M

Elzem Akay'ın sıradan ama güzel bir hayatı vardı. En iyi okullarda okumuş, en güzel oyuncaklara ve kıyafetler... Mehr

KİTAP KAPAĞI VE DUYURU
(1) Mühür ve Kalkan.
(2) Tarot Kartı.
(3) Kim Olduğunu Biliyorum.
(4) Kalkanlar.
(5) Neredeyiz Biz?
(6) Parazitler.
(7) Akademiye Doğru Yolculuk.
(8) Ben Ve Hizmetçi Olmak Mı?
(9) Kazara Ayin.
(10) Sürpriz Misafir.
(11) Kim Efendi Kim Köle?
(12) Ruhumdaki Mühür.
(13) Zindan ve Ruh.
(14) Kayıp Şaşkın Bir Ruh.
(15) İstenmeyen Öğrenci Olmak Zor.
(16) Saflar Tutuluyor.
(17) Karanlığın Gizlediği Korkular.
(18) Aksilikler Bir Değil Ki!
(19) Buz Festivalinin Korkunç Yüzü.
(20) Meydan Okuma.
(21) Bitmeyen Gece.
(22) Çocuk Kadın.
(23) Küçük Baş Belası.
(24) Evlilik Mi?
(25) Yorgun Düşüyor Gibiyim.
(26) Sürpriz Ziyaretçiler.
(27) Gizli Gerçekler.
(28) İhanet.
(29) Prenses Ari Ve General Karun.
(30) Geçmişe Doğru Yolculuk.
(31) İnfaz.
(32) Oyun İçinde Oyun.
(33) Yolculuk.
(34) Zindanlarda Ki Sır.
(35) Bedenimdeki Azap.
(36) Veda.
(37) Geri Dönmeyeceğim.
(38) Avcılar.
(39) İktidar Yarışları.
(40) Asıl Suçlu Kim?
(41) Zehirli Elmayı Bir Tek Pamuk Prenses Yemezdi.
(42) Kovulmadım, İstifa Ettim!
(43) Ölümsüz Olmak Mı?
(44) Bir Nefes Kadar Yakınındayım.
(45) Küçük Zararsız Yalanlar.
(46) Büyük Sürpriz.
(47) Hayal Kırıklığı.
(48) Ruh Kapanı.
(49) Geçmişin Enkazı.
(50) Aradığımız Masumiyet.
(51) Benim Şarkım.
(52) Sessiz Çığlıklar.
(53) Bazı Günahların Affı Olmuyordu.
(54) Medusanın Kızı.
(55) Kalbim Yasta.
(56) Ninfalar.
(57) Tanrıların Piyonu.
(58) Geldiğin Yere Geri Dön!
(59) Zamanın Ötesinde.
Duyuru
(60) Tanrı Tanımaz Asi.
(61) Büyü Artık!
(62) Bana Anılarımı Geri Ver.
(64) Küllerinden Doğmak.
(65) Garip Bir Meyve.
(66) Ansızın Gelen Teklif.
(67) Rüyalarda Buluşmak.
(68) Canavar Ve Güzel.
(69) Geleceği Düşlemek. (FİNAL!)
Buraya Toplanınn

(63) Kendinin Gölgesi.

68.8K 7.3K 11.2K
Von Maral_Atmc6

Annem bizi uğurlarken acaba çatlak bir kadına elleriyle gönderdiğinin farkında mıydı? Bir işaret alacaksınız demişti ve aldığımız işaret yılanlarla haşir neşir olan bir kadından gelmişti. Kadının beyni tek başına bir dünya gibiydi. Kim ne derse desin anlayacakmış gibi görünmüyordu. Işıktan Gelen kızı bağladığı halde sanki bunu yapan kendisi değilmiş gibi kızla samimi bir şekilde konuşuyordu. Bizimle daha doğru düzgün tanışmadan yılanını üzerimize salmıştı. Biz mi dedim? Pardon çünkü benim üzerime salmıştı! Beyaz yılan yerde sürünerek bana doğru gelirken ne düşüneceğimi bilmiyorum. Umarım gerçekten beni teyzesi falan sanmıyordur çünkü bir yılanın teyzesi olmak gibi bir düşüncem yok! Yılan bana doğru süründükçe kaçmak için daha çok etrafıma bakıyordum. Soya denen kadına yaptığı gibi boynuma dolanmasını istemiyorum. Hadi ama, bu yaratıkları korkunç ve tehlikeli bulan bir tek ben olamam. Tanrı aşkına, o bir yılandı! Ya bir anda beni ısırırsa? Şifacı olduğum için zehirlere bağışıklığım olabilir ama bu korkmadığım anlamına gelmiyordu.

Safir ile aramızda birkaç adım kalmıştı ki ürkerek, "Itır," dedim. "Öldür şunu aksi takdirde onun ruhunu emmek zorunda kalacağım." Bu konuda şaka yapmıyorum. Eğer bana doğru gelmeye devam ederse gerçekten onun ruhunu emebilirim.

Itır bana, "Korkak," diyerek Safir'e doğru yürüdü ve diz çökerek ona elini uzattı. "Merhaba Safir," dediğinde Safir rotasını değiştirerek Itır'ın eline doğru sürününce rahat bir nefes aldım. En azından bana gelmekten vazgeçmişti.

Safir, Itır'ın koluna dolanınca sosyopat kardeşim ona gülümseyerek başını okşadı. "Sen çok tatlı bir yılansın," dediğinde tiksinti içinde yüzümü buruşturdum. Merak ediyorum bu akıl hastası kardeşimin dünya üzerinde korktuğu bir şeyler var mıydı? Yılan o, yılan! Nasıl tatlı olabilir ki?

Kardeşim ve benim tatlı anlayışım çok farklıydı.

Mara aklımdan geçenleri az çok tahmin ettiği için güldü. "Kardeşin bir yılanın soyundan gelirken yılanlardan korkmasını beklemek saçma olmaz mıydı? Elzem, kardeşin Medusa'nın hayatta olan tek torunu farkında mısın?" deyince itiraz edecek herhangi bir şey söylemedim çünkü bu gerçeği zaten biliyordum.

Soya, Safir ile oynayan Itır'a bakıp gülümsedi. "Seni sevdi," diyerek beni gösterdi. "En azından bazı caniler gibi onu öldürmeyi düşünmedin." Bana cani derken haksızlık yapıyordu çünkü normal bir insan gibi yılan görünce korkuyorum.

Itır, Safir'i tutarak ayağa kalktı. "Seninle kan bağımız var, değil mi?" dediğinde Soya ona tebessüm ederek başını salladı. "İblis annenin teyzesiyim, yani senin de büyük teyzenim," dediğinde Itır'ın dudaklarında içten bir gülümseme belirdi. Onu ilk görüşüydü ama aralarındaki akraba bağı teyzesini hissetmesini sağlamıştı. Biz daha kendimiz gibi olan insanları bulmadan kardeşim hemen teyzesini bulmuştu.

Cansu denen kız, "Hey!" diyerek bize sesini duyurmaya çalıştı. "Acaba birileri beni çözmeyi düşünüyor mu?" diye homurdandığında Soya kıkırdadı. "Affedersin seni unutmuşum," dedi. "Eski Doğa yerine karşımda cesur bir savaşçı bulunca birkaç tedbir almak zorundaydım. Ve daha fazla yıldırım istemiyorum, ciddiyim daha fazla yıldırım yok," diyerek kırbacın yılan şeklindeki başını sıktı. Kırbaç Cansu denen kızın bedeninden küçülerek çözülmeye başladı. Gittikçe küçülen kırbaç Soya'nın bileğine dolandı ve bilezik şeklini aldı. Tılsımlı bir silah olduğunu düşünmeye başladım.

Özgür kalan kız kırbaçtan dolayı kızaran kollarını ovuştururken ona doğru yürüdüm. "Daha önce karşılaşmıştık değil mi?" dediğimde yeşil gözleri sıcaklığını bana sunmak istercesine bakıyordu. "Evet ve o günden beri tekrar karşılaşacağımız günü bekliyordum," diyerek bana elini uzattı. "Ben Cansu," dedi. "Kaçık kadının teki evimi basıp odamın ortasında bir portal açmasaydı ve beni buraya kaçırmasaydı daha iyi şartlarda tanışabilirdik." Anlaşılan Soya ona unutulmaz bir gece yaşatmayı başarmıştı.

"Bende Elzem," dedim ve elini tuttum fakat hatırladıklarım yüzünden elimi çekmek istedim. Lakin Cansu, "Sorun değil," diyerek bana içten bir şekilde gülümsedi ve elimi sıktı. "Sen bana zarar vermezsin. Bunu seni ilk gördüğüm an hissettim." Bir ruh emici olmamı umursamadan elimi tutmaya devam etti. "Aramızdaki garip bağı sende hissediyor musun?" dediğinde gözlerini bir saniye bile benden ayırmıyordu. "Sana karşı anlam veremediğim bir sıcaklık var içimde." Tuhaf ama benzer duyguları bende hissediyordum.

Mara'nın huysuz sesini duydum. "Klanlardandır canım o!" diyerek yanımıza geldi ve Cansu'ya döndü. "İkinizin klanı arasında hiç bozulmayan bir ittifak var. Tek sebebi bu," dedikten sonra kolumu tutup beni sertçe yanına çekti. Böylelikle Cansu'yla birleşen ellerimizi ayırmayı başarmıştı. Mara bana ters ters bakarken, "Daha bu gece gördüğün biriyle bu kadar samimi olmamalısın!" diyerek beni azarlayınca kıkırdadım. Cansu'yu kıskanmış olamaz değil mi?

Soya denen kadın kafası karışmış gibi, "Çok tuhaf," dediğinde Cansu ve bana baktı. "Önceki yaşamınızda ikiniz çok yakın arkadaştınız," dedikten sonra bu seferde ben ve Mara'ya baktı. "Siz ikiniz de kedi ve köpek gibiydiniz, ya da patlamaya hazır ateş ve barut gibi." Dudaklarını sarkıtarak kafasını kaşıdı. "Şimdi ise tam tersi. Anılarınızı aldığınızda verdiğiniz tepkileri görmek için orada olmayı isterdim." Bu kadın yine ne saçmalıyordu? Ben ve Mara doğduğumuzdan beri iyi geçiniriz hangi kedi ve köpekten bahsediyordu?

Soya, "Her neyse," diyerek elindeki kitabı gösterdi. Kitabın üzerinde büyük harflerle MÜHÜR VE KALKAN yazıyordu. "Geçiti açmak için sizin bu kitaptaki büyüye ihtiyacınız var," diyerek sırıttı. "Benim yazdığım bir kitap olduğu için ben zaten içindekileri ezbere biliyorum." Kitabı ondan alıp yazarı kontrol ettiğimde Soaireya Gizel yazıyordu. Kitabın çıktığı tarihi ise kendi iyiliğim için kontrol etmedim çünkü milattan önce kalmış bir kitap gibi görünüyor. Bir ara bu kitabın tıpatıp aynısını çatı katımızda gördüğüme yemin edebilirim. Fakat daha sonra gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuştu.

Soya, "Önce bir konuda emin olmalıyım," diyerek bize baktı. "Hepiniz gitmek istiyor musunuz? Çünkü geri dönmek için elli yıl beklemek zorunda kalırsınız. Ben Araf'a dönmeyi düşünmüyorum ve Meliz sadece elli yılda bir ortaya çıkan kanlı ayda geçiti açabilir," dedikten sonra kendisiyle övünürcesine sırıttı. "Medusa'nın Ölü Kumları büyüsü bana ait olduğu için böyle bir şart koşmuştum." Ne diyebilirim ki iyi halt etmiş.

Bizler gitmek istediğimizi onaylamıştık fakat Cansu sessizliğini koruyordu. "Ailen için mi?" diye sordum. Belki o da ailesini bırakıp gitmek istemiyordur.

Kalbindeki ağır hüznü soluduğumda gülümsemeye çalıştı. "Ailem dört yıl önce bir uçak kazasında hayatını kaybetti," deyince böyle bir cevap beklemediğim için üzülmüştüm.

Soya, "Öldülerse ne olmuş?" deyip güldü. "En azından kurtulmuşlar, ya ölümsüz olanlar ne yapsın. Ben ölemiyorum bile."

Afallayarak Soya'ya döndüm. "Ölmek mi istiyorsun?"

"Çoğu zaman evet."

"O vakit intihar et."

"Tavsiyen için teşekkür ederim ama arkamda Soaireya Gizel canına kıyacak kadar zayıf dedirtmem."

"Kolayı var bırak birileri seni öldürsün."

"Sonra da Medusa'nın yeğenini öldüren kişi olarak tanrılar tarafından kahraman ilan edilsin, değil mi? Bu hiç olmaz."

"Üçüncü seçenek: bırak tanrılar seni öldürsün."

"Bunu yüz yıllardır deniyorlar zaten ama gördüğün gibi hâlâ yaşıyorum."

"Bence sen ölmek istemiyorsun."

"Bence ben bana yakışan bir ölüm bulamıyorum. Kainat üzerinde nefes alan son canlı da ölürse o zaman gönül rahatlığıyla ölebilirim."

"Neden ölmek için herkesin ölmesini bekliyorsun?"

"O zaman arkamda konuşacak kimseler kalmaz," dediğinde sinirlerimi bozduğu için güldüm. Ölmek için tek şartı buysa o zaman mümkünse yaşamaya devam etsin.

Cansu'da bizimle gelmeyi kabul edince Soya büyü kitabını Mara'ya uzattı. "Ben kapıyı açacak büyüyü yaptıktan sonra sen başlayacaksın. Daire oluşturun ve sırası gelen kitaptan büyü sözlerini okusun," dedikten sonra bana döndü. "Kapı açıldığı an büyüyüp beni de içine çekmesin diye hemen uzaklaşacağım," dedi ve gözleriyle Itır'ı gösterdi. "Itır ve annesi Meliz benim hayatta kalan tek yakınım. Artık onlar sana emanet. Sen benim emanetlerimi Araf'ta koru ben de senin burada bıraktığın emanetlerini koruyacağım," dedikten sonra güldü. "Özellikle içlerinden birini." İçlerinden biri derken?

Tam olarak ailemden kime ayrıcalık vermişti bu deli kadın?

Soya, "Hadi başlayalım," dediğinde hepimiz soluğumuzu tutmuştuk. Bu işin sonunda kendimizi nerede bulacağımızı bilmiyorduk.

Umarım beklentilerimi karşılayan bir yerdir.

*****

Vücudumda bir ürperti hissedince inleyerek gözlerimi açmaya çalıştım. Üşüme hissi dört bir yanımı sardığı için bir türlü uyanamıyordum. Çok üşüyordum ve bu, daha çok uykumu getiriyordu. En son olanları hatırlamaya çalıştım. Sıra bana gelince Soya'nın dediği gibi kitaptaki büyü sözlerini tekrarlamıştım. Daha sonra yerde açılan girdap hepimizin aklını başından almıştı ama asıl korkutucu olan bu değildi. Öncesinde bedenlerimizdeki yaşam enerjisinin dışarıya çıktığını görmüştüm. Farklı renklerde çıkan enerjilerimiz havada süzülüp birbirine karışmıştı. Bir ateş topu gibi yere çakılınca toprak yarılmış ve korkutucu bir girdap çıkmıştı. Son hatırladığım bilincimi kaybederken girdabın içine doğru savrulduğumdu. Bundan gerisini hatırlamıyorum. Şimdi ise katlanılmaz bir soğuğu yaşıyordum. Neden bu kadar soğuk? Ankara'da havanın sıcak olduğuna eminim, ya da büyüyü yaparken hâlâ sıcaktı.

Ne yaptık? Koskoca bir şehrin dengesini mi bozduk?

"El-Elzem," diyen titrek bir ses duyduğumda gözlerimi açmak için kendimi zorladım. "Elzem uyan, donuyorum burada." Sanırım bu konuşan kişi Cansu denen kızdı.

Gözlerimi açınca üzerime eğdiği kafasını gördüm. Üzerinde ince askılı beyaz bir gecelik vardı ve o, göğüs dekoltesi vererek üzerime eğilmişti. "Şu anda benim yerime burada yatan bir erkek olsaydı buralar yanmıştı. Böylelikle bizde üşümezdik," dediğimde kıkırdayarak kolumu tuttu ve ayağa kalkmama yardım etti. "Sapıkça espriler yaptığına göre iyi durumdasın." Donmak dışında evet.

Ayağa kalktığımda, "Gecelikle olduğunun farkında mısın?" diyerek ona küçük bir hatırlatmada bulundum. Evet, gerçekten üzerinde bir gecelik vardı. Beyaz geceliğinin göğüs dekoltesi dantellerden oluşuyordu. Uzunluğu ise kalçalarının biraz altındaydı. Kumral saçları omuzlarından salınan kız, bu haliyle nefes kesiyordu. Fakat etrafımız hep kar olduğu için üşümekten tir tir titriyordu. Kar mı?

Kaşlarımı çatarak etrafımı incelemeye başladım. Yaşadığım şaşkınlıktan ötürü, "Yok artık," diyerek yutkundum. Kışın ortasında ne işimiz var? Her yer beyaz örtüyle kuşanmıştı. Şimdi neden bu kadar çok üşüdüğümü anlıyorum. Etrafımızdaki ağaçlar ormanda olduğumuzu gösteriyordu. Soğuk bir orman, fazla soğuk. Ağaçların dallarına biriken kar güzel bir görüntü oluşturuyordu. Güzel olduğu kadar ürkütücü bir görüntü diyebilirim. Neredeydik biz? Ankara'da olmadığımıza eminim.

Titreyen ellerimi kollarıma sürterek ısınmaya çalıştım. Cansu'yu kınıyordum ama benim giydiklerimin de gecelikten farkı yoktu. Üzerimde askılı, siyah bir yarım atlet vardı. Karnımı açıkta bırakan atletin altına pantolon giymediğim için kendime kızıyorum. Neden kısa bir şort giydim ki? Sanki spor salonuna gitmek için evden çıkmış gibiydim. Peki, ya giydiğim ince topuklu ayakkabılara ne demeli? Hayatımda yaptığım en berbat kombin! Özellikle kara kışın ortasına doğru yolculuğa çıkarken çok kötü bir kombin olmuş. Hadi ama, odamda rahat bir şeyler giyerek pencereden dışarıya bakıyordum. Daha sonra annem beni çalışma odasına çağırmıştı. Gideceğimizi duyunca o an ki heyecanla üzerimi değiştirmek aklıma gelmemişti. Ama evden çıkarken topuklu ayakkabıları giymeyi akıl etmişim. Sanki podyuma çıkıyorum. "Dağın başında bunlarla yürü de akılsız başın cezasını ayakların çeksin!" diye kendimi azarladım. Daha ilk saniyede evden ayrıldığıma pişman olmaya başladım.

Sırt çantamı düzeltip, "Mara ve Itır nerede?" dedim çünkü o ikisi görünürde yoktu.

Cansu pembeye dönen burnuyla bana bakarken, "Bu yakınlara düşmüş olmalılar," dedi ve nefesinin sıcak buğusuyla ellerini ısıtmaya çalıştı. "Biz hangi cehennemdeyiz?"

Kızları bulmak için yürürken, "Ben nereden bileyim," dedim. Kim bilir neredeyiz.

"Sen neden bizimle gelmeyi kabul ettin?" Anladığım kadarıyla buraya gelmek son anda verdiği bir karardı.

Güldü. "Kaçmak için diyelim."

"Kimden kaçmak için?"

"Geride bıraktığım herkesten," diyerek iç çekti. "Ailem öldükten sonra hayatım tepetaklak oldu. Yakın arkadaşım gözlerimin önünde can verdi," dediğinde artık gülmüyordu. Karın içinde bata çıka ilerlerken yürümek hiç kolay değildi. "Onu ben öldürdüm." Acısını hissettim. "Bir maganda sürekli kornaya basıyordu. Ona yol vermedim diye bana kızıyordu. Daha sonra gaza yüklendi ve arabayı yolumun üstünde durdurdu. Arkadaşım polis çağırmam için çok yalvardı ama onu dinlemedim." Başını çevirip bana baktığında bu sefer soğuktan dolayı değildi dudaklarının titremesi. "Onu dinlemeliydim ama dinlemedim." Son cümlesinde ne çok keşke saklıydı.

"Arabadan indim ve yolumu kesen adamla tartışmaya başladım," dediğinde o anı tekrar tekrar yaşıyormuş gibi gözlerinin yeşili değişmeye başlamıştı. "Sürekli bağırıyordu. Yüzüme karşı tükürükler saçarak bağırıyor ve bana kızıyordu." Şimdi ise göz bebeği tamamen beyaza dönüştü. "Çok fazla bağırması ve bana hakaret etmesi beni sinirlendiriyordu," dediğinde bedeninde cızırtılı sesler çıkartarak ortaya çıkan elektrik akımını gördüm. "O an ilk kez güçlerimle tanıştım. Bir anda gökyüzünde şimşekler çaktı ve ben içten içe bunu benim yaptığımı biliyordum," dediğinde kıvılcımlar çıkan parmaklarına bakıyordu.

"O gün de parmaklarımda meydana gelen akımı gördüm. İşte o an kontrolümü tamamen kaybettim. Bana ne olduğunu bilmediğim için korkuyordum. Karşımdaki adam gördüğü şeyler yüzünden korkup kaçmıştı fakat Nil kaçmadı. Belki de en çok o korkuyordu ama kaçmadı. Çıkan elektrikler yüzünden acı çektiğimi düşündü ve beni kurtarmak için bana dokundu. O an son gördüğüm havada savrularak yere çarpan bedeniydi." Sustuğunda gözlerinden bir damla yaşın süzülmesine izin verdi. "Doktorlar onlarca voltluk elektrik akımına kapıldığı için kalbinin durduğunu söylediler. Benim dışımda gerçeği bilen yoktu. Görgü tanıklarının ifadeleri ise onlar için inandırıcı değildi. Bir süre sonra her şey unutuldu," dedi. "Ama ben her şeyi hatırlıyordum ve hâlâ unutamıyorum. Yaşadığım yerde bana ne olduğumu anlatan birileri olsaydı kendimi kontrol etmeyi öğrenirdim. Çok sonradan öğrendim lakin artık Nil yoktu." Arkadaşının ölümünden sonra öğrendiği şeyler ona arkadaşını geri vermemişti. Bu yüzden anlık bir kararla bizimle gelmeyi istemişti, değil mi? Ondan ailesini ve yakın arkadaşını alan şehirden kaçmak istemişti.

"Bunlar derin yaralar," dedim. "Birine anlatırken zorlanır insan."

Beni onayladı. "Evet."

"Bana hemen anlattın."

Gözlerime baktı ve içtenlikle tebessüm etti. "Alışveriş merkezinde karşılaştığımız günden beri sana anlatmak istediğim çok şey var," dediğinde bir sessizlik olmuştu. Aynı tuhaf sıcaklık dört bir yanımızı sarmıştı. Tam olarak kimdi bu kız? Neden içimden ılık bir sevgi ona doğru akıyordu? Yaralıydı ruhu bunu hissediyorum. Beni kendisine yara bandı olarak gördüğünü hissediyorum.

Bakalım zamanın ikimiz için ne gibi sürprizleri olacaktı.

Topuklu ayakkabılarla yürümek hiç kolay değildi. Sürekli bir şeylere takılıp duruyordum. Üstelik üşüyen vücudum yüzünden kendimi buzdolabının içine girmişim gibi hissediyorum. Itır ve Mara'nın kokularını soluyarak ilerliyordum. Evet, kızların yakınlarda gelen ruhlarının kokusunu takip ediyordum. Kar tüm şiddetiyle üzerimize yağarken hareket etmek hiç kolay değil. Kızlara yaklaştığımızda Itır'ın endişeyle, "Elzem!" diyen sesini duyunca, "Itır!" diye bağırdım ve sesine doğru koştum.

Ağaçların içinden çıkan kardeşimin boynuna atladığımda güldü ve ayaklarımı yerden keserek beni etrafında çevirdi. "Buldum seni," dediğinde ayaklarımın üzerinde durmamı sağladı. Titrediğimi görünce bir şifacı olduğumu unutup, "Hasta olacaksın," diyerek üzerindeki tişörtü çıkarmak istedi. Fakat kollarını tutarak ona engel oldum. "Ben bir şifacıyım Itır, üşüsem bile hasta olmam." Daha önce bir kez bile hastalanmadım ve bundan sonra da hastalanmayacağımı biliyorum. Fakat o bir şifacı olmadığı için aynı şeyler onun için geçerli değildi.

Itır'dan ayrılıp Mara'ya baktım. "Sen de iyi misin?" Bana başını salladıktan sonra gökyüzünü işaret etti. "Yılın en yoğun karı bizim gelişimizle başladı. Bilemiyorum," diyerek üzerimize âdeta avuç avuç yağan kara baktı. "Sanki gökyüzü bizim gelişimizi Araf halkına duyuruyor." Kim bilir yine ne gördü de böyle düşünüyor. Mara, Araf halkı dediğine göre demek ki gerçekten de Araftaydık.

Sitem ederek, "Soğuk havalarda hoşlanmıyorum," dedim ve Mara güldü. "Oysaki 1 Ocakta doğduk değil mi?" Ne yazık ki evet.

Cansu soğuktan dolayı ayakta zor dururken, "Şimdi ki rotamız ne?" diye sordu. Tıpkı benim gibi bir an önce sıcak bir yere sığınmak istiyordu.

"Ninfaların kraliçesi rüyamda bana bir akademi göstermişti. Oraya gidelim," dedikten sonra Mara'ya döndüm. "Bizi akademiye götürebilir misin?"

"Bir kâhin olabilirim ama bahsettiğin yerin kokusunu alamam, değil mi?" Haklıydı fakat Mara sırıtarak, "Ama bahsettiğin akademiyi çoğu kez gördüm," dedi. "Bu ormanı ve Araf'taki birçok yeri sık sık görüyordum ama gördüklerime bir anlam veremiyordum. Gördüğüm şeylerin önceki yaşamımıza ait olduğunu bilmiyordum," deyince rahat bir nefes aldım. Bizi akademiye götürebilirdi.

****

Topuklu ayakkabılar yüzünden her adımda karın içine gömülürken yürümek hiç kolay değildi. Soğuk hava tıpkı bir kırbaç gibi tenimi kamçıladığı için zangır zangır titriyorum. Bu soğuğa ölümsüzlük bile dayanmazdı. Eğer bir an önce sıcak bir yer bulamazsak hepimiz donarak can verecektik. Tüm günümüzü akademiyi bulmak için heba etmiştik. Güneş batarken akademiye ulaşmak belki de en büyük şansımızdı. Eğer bir saat daha gecikseydik karanlık çökecekti ve karanlıkta yolumuzu bulamazdık. Öyle bir şey olsaydı geceyi donmuş bir vaziyette ormanda geçirirdik. Belki de donan bedenlerimiz vahşi hayvanlara yem olurdu. Neyse ki Mara tam zamanında bizi akademiye getirmişti.

Ortaçağda olduğumuza artık emindim. Gördüğüm insanların kıyafetleri canlı renklerden çok uzaktı. Kahverengi tonlarındaki bez kıyafetlerin içinde fazla bakımsız görünüyorlardı. Kadınlar çoğunlukla bone takıyor erkekler ise şapka. Bu soğukta kimisi odun taşıyordu kimisi de kuyudan su çekiyordu. Hepsi ölümsüz değildi çünkü fâni ruhların kokusunu da soluyordum. Sanırım bu insanlar akademideki çalışanlardı. Onlar bize biz de onlara şaşkın gözlerle bakıyorduk. Buradakilerin yaşam tarzı alışık olduğumuz hayattan çok uzaktı. Akademiye baktıkça kendi dünyamdaki fakültelerle kıyaslıyordum. Ankara'daki uzun binalardan çok uzak bir görüntüydü. Tıpkı bir şatoya benziyordu. Gökyüzüne uzanan kuleleri olan bir akademiden bahsediyorum. Şu zamana kadar bir tane bile elektrik direği görmediğime göre burada elektrik yoktu.

Gördüğüm her şeyle şaşkınlığım katlanarak artıyordu. Nasıl bir yere geldiğimizi hâlâ anlamış değilim. Bizi gören herkes durup yaratık görmüş gibi bakıyordu. Özellikle beni görenlerin korkudan rengi atıyordu. Her defasında kısık sesle bana bakıp konuşmaları can sıkıcıydı. Az önce küçük bir kız çocuğu beni görünce, "Tanrı Tanımaz Asi geri döndü!" diye bağırarak akademiye girmişti. Bu lânet insanların neden bana böyle hitap ettiğini biri bana derhal açıklamalı!

Kendimi burada uzaylı gibi hissetmeye başladım!

Bahçeden içeri girdiğimizde kapıyı koruyan askerlerin bile şaşkınlığını solumuştum. Büyük bahçenin ortasında duruyorduk ve kızlar hayretler içinde etrafına bakıyordu. Aynı şaşkın ifadeyle bahçedeki öğrenciler de bize bakıyordu. Daha önce Ninfaların kraliçesi bana burayı gösterdiği için göreceklerim konusunda hazırlıklıydım. Bu yüzden fazla şaşırmadım. Bize yönelik fısıltılar çoğalınca Itır, "Elzem," diyerek etraftaki insanları gösterdi. "Bu çağdışı insanlar bu kadar kapalı giyinirken senin mini şortun çok göze çarpıyor," deyince somurtarak önüme döndüm. Kışın ortasına düşeceğimizi bilseydim şort ve yarım atletle evden çıkmazdım herhalde! Donuyorum ya burada!

"Cansu'da açık giyinmiş," dediğimde yanımdaki kız bana ters ters baktı. "Koltuğumda televizyon izlerken iyi bir kombin yapamazdım, değil mi?" diyerek mini geceliğiyle onu evinden kaçıran Soya'ya lânetler yağdırmaya başladı. "O kaçık kadın kendi iyiliği için bir daha karşıma çıkmasın! Buradaki insanlar bana baktıkça kendimi çıplak hissediyorum!" Belki de her gün kısa gecelikle ortalarda gezen birini görmedikleri içindir. Mara ve Itır akıllılık edip evden çıkarken pantolon ve tişört giymişti. Fakat ben ve Cansu'nun durumu içler acısıydı.

Burada kendisini çıplak hisseden sadece Işıktan Gelen kız değildi!

Bahçenin ortasında durduğumuz için insanların göz hapsindeydik. İzleniyorduk, yani hissettiğim izlenme duygusu normaldi, değil mi? Fakat bu kadar çok kişinin göz hapsinde olmak tedirgin ediciydi. İzlemek dışında neyi beklediğimizi bile bilmiyorum. Yaşlı bir kadına bakıp, "Burada yetkili birileri var mı?" dedim fakat onunla konuştuğum için ecel terleri döken kadının elindeki meyve sepeti az kalsın düşecekti. Cevap vermek şöyle dursun kadın benden kaçmanın derdindeydi.

Itır sabırsızca, "Aradığımız yetkili kim?" diye mırıldanarak etrafına baktı.

Mara ise, "Birini mi arıyorduk?" dedi kafası karışmış bir halde. "Neden illa yetkili olmak zorunda?"

Titreyerek yerinde kıpırdanan Cansu, "Donuyorum," dedi ellerini çıplak kollarına sürterek. "Birisi şu yetkili kişiyi bulsun!"

Ve ben homurdanarak, "Bilerek mi yetkili deyip duruyorsunuz?" dedim. "Sanki sosyal medyada benim başlattığım bir akımı devam ettiriyor gibisiniz." Üçü ciddi misin dercesine bana bakınca gülerek önüme döndüm. Ama hepsi papağan gibi ben ne dersem onu devam ettiriyorlardı.

Kısa boylu bir kadın arkasında iki muhafızla dışarı çıkarken, "Kalkanlar," deyip gülümsedi. "Uzun zamandır dönüşünüzü bekliyorduk." Öyle mi? Bahçedeki insanlar tam tersini hissettiriyordu. Bana bakıp kendi aralarında uğursuz dediklerini duyduğuma eminim.

Kadın bize yaklaşıp karşımızda durunca her birimize tebessüm ederek bakıyordu. "Çok uzun zaman oldu," dediğinde kendimi tutamayıp, "Tanışıyor muyuz?" dedim. Sözlerim kadının tebessümünü silerken onu bir gerçeğe uyandırmıştı. "Sanırım hâlâ anılarınızı geri almadınız," dedi ve buna rağmen bize gülümsemeye çalıştı. "Benim adım Efsun." Arkasındaki akademiyi gösterdi. "Buranın müdiresiyim." Üşüdüğümüzü görünce telaşla, "Burası çok soğuk, hadi içeri girelim," deyince rahat bir nefes aldım. Sonunda bizi içeri davet etmeyi düşünmüştü.

Efsun Hanım'ın peşinden akademiye girip üst kata çıkmaya başladık. Kandil ve şamdanlarla aydınlanan akademide gerçekten elektrik yoktu. Üstelik içeride de bizi gören herkes kısık sesle konuşmaya başlamıştı. Birbirlerine bizi gösterip konuşup duruyorlardı. Onlara göre kısık sesle ama bana göre duyacağımız bir yükseklikte konuşuyorlardı. Efsun Hanım'ı takip ederken ister istemez etrafımdaki seslere kulak kabartıyordum.

"Gerçekten geri döndüler," diyordu birileri. "Onca olanlardan sonra buraya geri dönecek kadar yüzsüzler."

"Şuraya bak nasıl da kimseyi umursamadan yürüyor. Bize yaşattığı yıkımı zerre kadar düşünmüyor olmalı!"

"Tüm ailemin ölümünü izledim. Herkes sevdiklerinin ölümünü izledi onun yüzünden. Bu uğursuz burada olmamalıydı!"

"Kendi kardeşi için onlarca insana kardeş, eş, evlat acısı yaşatacak kadar acımasız! Ne var zamanı geriye aldıysa, bu bize yaşattıklarını unutturmuyor!"

"Onu burada istemiyorum!"

Ve daha bunun gibi birçok şey söylüyorlardı. Geçmişte tam olarak ne yaşandı bilmiyorum fakat tüm bu sözlerin hedefinde ben vardım. Bütün bu insanları bu kadar kızdıracak ne yapmış olabilirim? Koridorda ilerlerken ansızın durdum çünkü bu kısmı daha önce yaşadım. Hatırlamıyordum fakat bunu yaşadığımı Ninfaların kraliçesi bana göstermişti. Ben durunca kızlar ve Efsun Hanım'da durmuştu. Şimdi koridordakiler daha çok bana bakıp konuşuyorlardı. Başımı çevirdim ve onun portresine baktım. Kimseyi umursamadan onun portresine dokundum. Itır, "Ne yapıyorsun Elzem?" dediğinde gülümseyerek ona portreyi ve üzerindeki tarihi gösterdim. "Kendi devrinde çok can yakmış olmalı." Bilerek bu sözleri tekrarlamıştım. Kim bilir belki de birçok kez bu anı yaşadım. Her şey kuralına uygun olsun istedim.

Efsun Hanım, "Savcı Bey mi?" dedi. "O hâlâ yaşıyor." Yaşadığını yakın zamanda öğrenmiştim ama adının Savcı olduğunu daha yeni öğreniyorum. Savcı ha? Adı çok hoş.

Etraftaki insanların benim hakkımdaki sözlerine daha fazla dayanamadığım için oyalanmayı bıraktım. Efsun Hanım'ın çalışma odasına girdiğimizde, "Kahyayı bana gönder Omar," diyerek ona eşlik eden muhafızını dışarı çıkardı. Odanın içi arzu ettiğimiz sıcaklıktaydı fakat bir an önce ısınmak istediğimiz için hepimiz şöminenin etrafını sardık. Isınmak için yanan ateşe iyice yaklaşmıştık.

Bizler ısınana kadar Efsun Hanım bizi hiç rahatsız etmedi. Hepimiz nihayet tenimizdeki soğuk havayı atınca odada bulduğumuz koltuklara oturduk. Kapı çaldı ve içeriye simsiyah giyinen suratsız bir kadın girdi. Efsun Hanım ona, "Kızlar için sıcak çorba ve yemek getir," dediğinde bile kadının kindar gözleri bir tek benim üzerimdeydi. Ben bütün bu insanlara ne yapmış olabilirim?

Beni gören herkes ya korkuyor ya da nefret kusuyordu.

Efsun Hanım, "Elif Hanım?" diyerek uyaran gözlerle ona baktı. "Neyi bekliyorsunuz?" deyince kadın son kez iğrenerek bana baktı ve dışarı çıktı.

"Sen ona aldırma," diyen kadın içtenlikle bana baktı. "Buradaki çoğu kişi gibi hâlâ geçmişte olanları unutmadı. Aslında ikimizin arasında da sorunlar vardı," dediğinde iç çekti. "Ama ben bunun üstesinden gelmeyi başardım. Meliz'in desteğiyle tutunduğum hayallerden vazgeçmeyi başardım." Tam olarak neden bahsettiğini bilmiyorum ama ruhunda bana yönelik herhangi bir düşmanlık sezmiyorum.

Kısa süre sonra kahya bir hizmetçiyle bizim için bir tepsi yemek göndermişti. Kızlar yemeklere saldırırken ben hiç aç değildim. Sessizlik içinde kızların yemeklerini bitirmesini beklerken Efsun Hanım, "Burada istediğiniz kadar kalabilirsiniz," dedi. "Dilerseniz diğer öğrenciler gibi burada derste alabilirsiniz." Şimdilik sadece kalacak bir yer bulana kadar kalmak istiyordum. Burayı yeteri kadar bilmediğim için dersler bekleyebilirdi.

Kapı bir anda açılınca nefes nefese bir çocuk içeri girdi. Efsun Hanım ona, "Kapıyı kırsaydın bari Asil," dediğinde çocuk onu duymuyormuş gibiydi. Koşmuş gibi bir hali vardı. Hızlıca odaya göz gezdirdi ve gözleri Cansu'da durunca, "Günışığı," diye fısıldadı. Günışığı mı?

Çocuk elini kolunu nereye koyacağını bilmez bir halde şaşkındı. Uzun saçları yüzüne dökülürken onları çekme zahmetine bile girmedi. Elâ gözleri Cansu'ya baktıkça dikkat çeken bir ışıltıya ulaşıyordu. "Günışığı," derken gözlerini ondan ayırmıyor ve aceleyle ona doğru yürüyordu. Cansu'ya olan bakışları fazla derindi. Cansu ise yemek yemeyi bırakıp ayağa kalkmıştı. Büyük ihtimalle neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Asil onun yeşillerinde nefessiz kalırken, "Doğa," diyerek karşısında durdu. Rüyada olmamak için dua eder gibi bir hali vardı. Cansu ise şaşkınca ona bakıyordu. Karşısında duran ve ona Doğa diyen kişinin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bu çocuğun karanlık ruhunda buram buram soluduğum sevgiye hayret ettim. Cansu'ya olan bakışları kesinlikle öylesine değildi. Zaten kalbinde taşıdığı saf aşkı ruhuna yansıdığı için sevgisinin derinliği şüpheye yer bırakmıyordu. Cansu buraya ilk kez geldiğine göre tam olarak nerede tanışıyorlardı? Çünkü bu çocuk onu yakından tanıyormuş gibi bakıyordu. Ruhunda ona karşı büyük bir özlem taşıyordu. Cansu'nun yeşillerinde kaybolurken Asil, onun her zerresine kadar özlemle bakıyordu. Kontrolü dışında iyice ona yaklaşıp, "Doğa," dedi boğuk bir sesle. "Geri geldin." Artık umudunu yitirmeye başladığı bir anda çıkıp gelmiş gibi konuşmuştu. Ve daha fazla sabrı kalmamış gibi bir saniye bile düşünmeden eğilip onu öptü. Evet, bizim burada olmamızı umursamadan bunu gerçekten yaptı.

Cansu şaşkındı. Hiç tanımadığı bir adam tarafından bir anda öpülmeye başlamıştı. Yakışıklı fakat bir o kadar da sapık biri tarafından öpülmeyi beklemediği çok açık. Ve bu adam ona Doğa diyerek sürpriz bir şekilde onu öpmüştü. Şu anda yaşadığı sıradışı durum yüzünden tepki bile veremiyordu. Öylece donup kalmıştı. Yabancı biri hoyratça dudaklarını sömürürken yaşadığı şoktan dolayı tepki veremiyordu. Nihayet olanların farkına varınca hemen onu iterek kendinden uzaklaştırdı. "Sen aklını kaçırmışsın!" diye yüksek sesle konuşurken elinin tersiyle dudaklarını sildi. "Beni öpmeye nasıl cesaret edersin!" Onun yerinde kim olsa bu tepkiyi, hatta daha fazlasını verirdi.

Asıl şaşkınlığı Asil yaşıyordu çünkü ondan böyle bir çıkış beklememiş gibiydi. "Sorun seni öpmem mi?" diyerek ona yaklaştı. "Karımı öpmemin nesi yanlış?" Karım mı dedi o?

Cansu, "Karın mı?" derken çıldırmak üzere olduğu için bedeninde elektrikler çıkmaya başlamıştı. "Şimdi beni dinle haydut adam!" diyerek işaret parmağını ona doğru tuttu. "Ben kimsenin karısı değilim çünkü daha önce hiç evlenmedim. Özellikle senin gibi bir sapıkla evlenecek kadar henüz aklımı yitirmedim!" Eğer bir daha onu öpmeye cüret ederse onu parçalarına ayırabilirdi! Bunu yapacak potansiyeli olduğunu tahmin etmek zor değil.

Cansu'nun bu sert çıkışıyla Asil nihayet olanları anlamıştı. Boğuluyormuş gibi sesli bir şekilde havayı içine çekerken, "Beni hatırlamıyorsun değil mi?" dedi. Az önce yaşadığı büyük mutluluk yerini derin bir hüsrana bırakmıştı. Hep korktuğu şeyi yaşıyor gibiydi. Sanırım tanışıklıkları tek taraflıydı, ya da artık öyleydi. Çünkü Cansu onu hatırlamıyor gibiydi.

Cansu karşısındaki adamı ne denli kırdığından habersiz, "Önceki yaşamımda aramızda neler geçti bilmiyorum ama umurumda da değil," dedi acımasızca. "Anladığım kadarıyla ilk yaşamımda adım Doğa'ymış ama şimdi Cansu," diyerek son derece kararlı bir şekilde Asil'in gözlerine baktı. "Eski hayatım umurumda değil çünkü hatırlamıyorum. Ben bugünü yaşıyorum ve bu hayatımda seni etrafımda istemiyorum!" dedi. Onu paramparça ettiğinden habersiz bunları söylemişti.

Asil bizim önceki yaşamımızda yer almışsa şu anda kaç yaşında olduğunu hesaplamaya korkuyorum.

Hadi ama, bizim yaşlarımızda gösteriyordu.

Asil en başa döndüklerini anlayıp derin bir nefes aldı. Kaderi ona sürekli aynı şeyleri yaşatıyormuş gibi bakıyordu. Sanki Cansu her iki hayatında da ona acı çektirmeden onun olmuyor gibi bakıyordu. Yine de bir yanı mutluydu çünkü Cansu geri dönmüştü. Farklı bir kadın olarak dönmüş olması Asil'in umurunda değil gibiydi. Onca yıldan sonra geri döndü ya, bence onu kendisine âşık etmeye çalışabilirdi. Artık yanındaydı gerisi zerre kadar umurunda olmamalıydı. Sonuçta ona karım dediğine göre önceki hayatlarında aralarında bir şeyler geçmişti. Demek istediğim daha önce evlendiklerine göre Cansu'da onu sevmişti. İkinci kez onu kendisine âşık etmesi ne kadar zor olabilir ki?

Asil, "Beni hatırlamıyor olabilirsin ama önceki yaşamında seninle evliydik," demişti ki Cansu'nun üzerindeki gecelik daha yeni gözüne çarptı. "Bu üzerindeki şey de nedir?" dediğinde fark ettiği küçük detayla beyninden vurulmuşa döndü. Kaşlarını çatarak baştan ayağa onu inceledi. İp gibi bir askısı olan bir gecelik giydiğini görünce bir küfür savurdu. Giydiği şeyin uzunluğu kalçalarının birkaç santim altındaydı. Karısı dediği kadın karşısında çıplak denecek bir vaziyette duruyordu ve şu anda yalnız değillerdi. Kıskançlıktan yüzündeki kaslar seğirirken, "Neden çıplaksın?" diye esip gürledi.

Cansu üzerine bakarak, "Çıplak değilim ki," dedi kaygısızca. "Evet, üzerimde bir gecelik var ama daha önce kimseyi gecelikle görmediniz mi? Gören herkes kadın görmemiş gibi tepki verip duruyor." Medeniyet yüzü görmemiş bir çağda gecelikle durduğunun farkında mı?

Asil öfkeden renkten renge girerken, "Sen ne zamandır bu halde dışarı çıkıyorsun?" dediğinde kontrolsüzce kızın üzerine yürüdü. "Asil Kılıç'ın karısı bu halde erkeklerin içine çıkamaz!" derken kalan son kontrolünü de kaybetmişti. Cansu'nun bileğini tutup, "Yürü Doğa!" diyerek onu peşinden dışarı çekti. Cansu bağırarak, "Bırak beni haydut adam! Ben senin karın değilim!" diye bağırsa da Asil onu dinlemeyip peşinden sürüklemişti. Onu nereye götürüyor ki?

Giden ikilinin arkasından şaşkınca bakarak Efsun Hanım'a döndüğümüzde, "Arkadaşınız için endişelenmeyin," dedi ve güldü. "Asil ona zarar vermez. Önceki hayatında ikisinin evli olduğunu biliyor muydunuz?" Asil sayesinde az önce öğrenmiş olduk. Kim bilir kızı nereye götürdü.

Efsun Hanım ayağa kalkarak, "Uzun bir yoldan geldiniz, eminim dinlenmeye ihtiyacınız vardır. Size odalarınıza kadar eşlik edeyim," deyince hepimiz ayağa kalkarak tekrar onun peşine takıldık. Şu ana kadar ruhunda herhangi bir art niyet sezmediğim için şimdilik ona güvenmeyi seçtim.

Savcı'yı ne zaman görecektim?

*****

Yataktan dönüp durmayı bıraktım ve oflayarak yataktan çıktım. Duvardaki saate bakınca gecenin ikisi olduğunu gördüm. Saat çok geç olmuştu fakat ben yerimi yadırgadığım için uyuyamıyordum. Odam konaktaki odama göre fazla küçük ve gösterişsizdi. Tek kişilik yeni yatağım tahtanın üzerinde yatıyormuşum gibi sertti. Uzun zamandır kullanıldığı çok belli olan eski bir dolap ve köşedeki küçük çalışma masası dışında odada pek eşya yoktu. Yerdeki eski halıyı ve insanı kasvete boğan gri perdeleri saymıyorum bile. Kapının arkasında ayaklı bir askı ve yatağımın yanında küçük bir komidin vardı. Bunun dışında odada hiç eşya yoktu. Alıştığım lüks yaşama çok uzak olduğu için buraya uyum sağlayacağımdan emin değilim. Şöminenin yanındaki odun sepetinden oda soğumasın diye şömineye birkaç odun attım. Burada kalorifer bile yoktu!

Canım sıkıldığı için odada yanan şamdanlardan birini alıp dışarı çıktım. Herkes uyuduğu için akademi fazla sessizdi. Kapıyı kapattığım esnada olanlar oldu. Odamın karşısındaki duvara sırtını dayamış ve öylece ayakta duran adamı gördüm. Onu görünce zaman benim için durmuştu. Evet, rüyalarımın prensi şu anda buradaydı ve bana bakıyordu. Tanrım, o gerçekten yaşıyordu. Rüya değil, yanılgı hiç değil, gerçekti. Kalbim kuş misali çırpınıp dururken kontrolüm dışında ona doğru yürümeye başladım. O da duvardan uzaklaşıp bana doğru yürümeye başladı. Her ikimiz de birbirimize doğru yürürken birbirimizin gerçekliğini sorguluyorduk. Yeşillerim onun elalarını çok sevmiş olmalı ki gözlerimi bir saniye bile onun gözlerinden çekmiyordum. Yaklaştıkça ruhunu solumak heyecanımı katlıyordu. Rüyamdayken onun ruhunu gerçek anlamda soluyamazdım ama şimdi ruhu benim için yanıp tutuşuyordu. Evet, her detayına kadar ruhunu soluyordum. Başka bir kadını seviyordu, değil mi? O vakit soluduğum bu hisler neydi? Ruhundaki bu yoğun duygu neydi? Kim içindi? Ya bu özlem? Ruhu yılların vuslatıyla kim için yanıp tutuşuyordu? Benim içindi değil mi? Sevdiği kadını bilmem ama şimdi tüm duyguları sadece benim içindi.

Aramızda bir adım kala her ikimizde durduk. Boyu benden uzun olduğu için başımı kaldırıp yüzüne baktım. Şu anda ondan başka hiçbir şey umurumda değildi. Dört yılın özlemini yaşarken kimseyi umursayacak durumda değildim. Gerçek olup olmadığını test etmek için elimi uzatıp yüzüne dokundum. Bu küçük temasım bile kaskatı olmasını sebep olunca, "Sen gerçeksin," diye fısıldadım. "Gerçeksin."

Elini kaldırdı ve yanağındaki elimin üzerine koydu. "Ama sen gerçek değilsin. Rüyalarına girdiğim o çocuktan fazlası değilsin," dedi ve tuttuğu elimi yavaşça yüzünden çekerek bıraktı. Bu sözleri beni hatırladığının en büyük kanıtıydı. Şükürler olsun ki birleşen rüyalarımızı sadece ben değil o da hatırlıyordu. Fakat onda garip bir şeyler vardı. Onu bulmanın mutluluğuyla ne olduğunu düşünmüyordum.

Yaşadığım tarifsiz mutluluktan dolayı gülümserken, "Seni buldum," dedim boğuk bir sesle. Buraya onun için gelmiştim ve şimdi onu bulmuştum. Elimdeki şamdanı yere bıraktım ve daha fazla dayanamayıp ona sımsıkı sarıldım. Bedeni gerilirken, "Kayıp olan ben değildim ki," diye acı içinde fısıldadı. Onun sıcaklığında kaybolurken şu anda hiçbir şey düşünecek durumda değildim. Sadece o ve ben vardık. Bunun dışındaki her şey silinmişti. Uzun süre bir yanılgıya tutulduğumu düşünüp acı çekmiştim ve şimdi o, gerçek olduğunu bana en güzel şekilde hissettiriyordu. Keşke bunu şu anda sesli söyleme cesaretini gösterebilsem fakat onu tüm kalbimle seviyordum. Söylememe engel olan tek şey hâlâ bana sarılmamış olmasıydı. Elleri her iki yanında öylece duruyordu.

Bir sorun vardı, değil mi?

Yavaşça ondan ayrılıp kırgınlığımı gizlemeden, "Neden bana karşı bu kadar soğuksun?" diye sordum. Buz kütlesi gibi karşımda duran bu adam, rüyalarımda tanıdığım adamdan çok uzaktı.

Ruhu benim için kıvranırken bedeni bana karşı fazla donuktu. "Efsun Hanım önceki yaşantınıza ait hiçbir şey hatırlamadığınızı söyledi, bu doğru mu?" deyince başımı sallayarak onu onayladım ve aramıza görünmez duvarlardan birini daha çekti. "Dışarıda küçük bir işim olduğu için dört saat önce akademiye geldim," dedi ruhsuzca gözlerime bakarken. "Döndüğünü duyduğumda yaşadığım tarifsiz mutluluk, hiçbir şey hatırlamadığını öğrenince sönüp gitti. Dört saattir burada öylece duruyorum ama bir türlü kapıyı açıp içeri giremedim. Neden biliyor musun?" dediğinde öfkesini sezdim ama bana yansıtmamaya çalıştı. "Çünkü o kapının arkasındaki benim beklediğim Elzem değildi. Kraliçe iki ay öncesinde sana anılarını almanın yolunu söylemişti. Bu konuda hâlâ hiçbir şey yapmayan bir kadını beklemiyordum!" deyince kendimi savunacak tek kelime edemedim. Kraliçenin bizimle konuştuğunu nereden biliyordu ve anılarım neden onun için bu kadar önemliydi?

Henüz bana söylemediği bir şeyler olmalı.

Son derece kararlı bir şekilde, "Diz çöküp kimseden af dilemeyeceğim," dedim. "Bunu yapmak istemiyorum." Herkes için diz çökmem neden bu kadar önemliydi anlamıyorum!

Tam bir şey söyleyecekti ki üzerimdeki kıyafetleri fark etti. Gözleri önce çıplak omuzlarımda oyalandı, daha sonra bakışları biraz daha aşağıya indi ve yarım atletin açıkta bıraktığı karnıma baktı. Gözlerinde âdeta şimşekler çıkartırken dişlerini sıktı. Ruhunda usul usul yükselen tehlikeyi sezince arkaya doğru bir adım attım. Beni korkutmayı başarmıştı. Bakışları biraz daha aşağıya inince tedirgin olmaya başladım. O böyle en ince ayrıntısına kadar beni izlerken rahat olmam mümkün değildi. Kısa şortumu ve açık bacaklarımı görünce her iki yanında duran elleri yumruk olmuştu. Öfkesini benden gizlemeye çalıştıkça yumruklarını sıkıyordu. Bu da parmak boğumlarının gerilmesine neden oluyordu. Dişlerinin arasından âdeta tıslarcasına, "Elzem!" dedi. "Bu ne hal?" Şimdi gel de medeniyetten geri kalmış birine bunu açıkla.

"Buraya gelirken Araf hakkında hiç bilgim yoktu," diyerek ona doğruları söyledim. "Kendi dünyamda giydiğim şeylerin bu kadar çok dikkat çekeceğini bilemezdim." Zaten buraya geldiğimden beri kıyafetlerim en çok benim için sorun haline gelmişti.

Başını çevirdi ve göz ucuyla koridoru kontrol etti. Neyse ki herkes uyuduğu için kimse yoktu çünkü şu anda biri bana baksa rahat durmayacak gibiydi. Ruhunda ölümün kokusunu solurken bu konuda ona güvenmiyorum. Bana değen her gözü acımasızca katletmek ister gibi bakıyordu. Öfkeden titreyen vücudu korkudan ondan uzaklaşmayı istememe neden oluyordu. Beni bu halde gördükçe daha fazla şuurunu yitiriyordu. Gözlerinin elası değişmeye başladığında endişe içinde, "Öyle abartılacak bir şey yok," dedim. "Biraz sakin olur musun?"

Kaşlarını çatarak beni susturdu. "Sen buradaki herkesin iştahını kabartırken sakinleşmem mümkün değil!" dedi ve bileğimi tuttu. Beni odama doğru çekerek içeri girmemi sağladı. Odanın ortasında afallayarak ona bakarken, "Yarın sabah Efsun Hanım ile konuşurum senin için giyecek bir şeyler ayarlar!" dedi öfkesinden bir şey kaybetmeden. "O zamana kadar bu odanın dışına çıkmıyorsun!" dedikten sonra kapıyı çarparak çekip gitti. İrice açtığım gözlerle kapıya bakıyordum. Kesinlikle beklediğim karşılaşma bu değildi. K

Kıyafet bahaneydi çünkü onun asıl öfkesi hâlâ anılarımı almamış olmamaydı.

Bana bir kez olsun sarılmamıştı bile!

*****

Yeni kıyafetimin içinde düşmemeye çalışarak yürürken, sürekli şikayet edip duruyordum. Sabah uyandığımızda odamda mavi bir elbise bulmuştum. Çok uzun ve kapalı olduğu için içinde rahat edemiyordum. Yakası açık elbise benim için haddinden fazla uzundu. Ayak bileğime kadar uzun bir elbiseyi ilk kez giyiyordum. Önce buradaki hizmetçilerin içlik dediği ama bana göre gecelikten farkı olmayan ince, beyaz bir elbise giymiştim. Hemen ardından mavi elbiseyi giymiştim. Giyinmeme yardım eden hizmetçi elbisenin tüm iplerini arkadan sıkı sıkı bağlamıştı. Elbisenin kollarında da bağlanması gereken bağcıklar olduğu için yine yardımıma bir hizmetçi koşmuştu. Daha sonra elbisenin rengine uygun buz mavisi bir korse seçtiler. Korseyi elbisenin üzerinden sıkı sıkıya bağlayarak göğüslerimi dikleştirmişlerdi. Ayakkabı olarak sivri uçlu kısa çizmeleri hizmetçi benim için seçmişti. Omuzlarıma mavi pelerini bırakmış ve pelerinin tokasını önümde birleştirmişti. Sarı saçlarımı gümüş bir saç fırçasıyla tarayıp açık bırakınca kendimle olan işim bitmişti. Bu korsenin içinde nefes alamıyorum.

Odamdan çıkınca bana doğru gelen Itır'ı gördüm. Onun odası Tenebrislilerin olduğu koridordaydı. Üzerindeki sade elbiseye bakıp güldüm. "Siyahtan vazgeçemiyorsun değil mi?" Evet, üzerinde düz, siyah bir elbise vardı.

"Sen de kırmızı seversin," dediğinde koluma girdi ve birlikte yürümeye başladık. "Ama mavi giymişsin." Sanki odamda çeşit çeşit kıyafetler var da ben seçim yapamadım. Sabah odamda ne bulduysam onu giymiştim.

Koridorda düz bir şekilde ilerlerken iki kişi konuşarak bir odadan çıktı. Sarışın olan çocuk, "O kadar içersen erkenden sızıp kalırsın," diye arkadaşını azarladı. "Dün geceden beri akademide yer yerinden oynuyor. Sanırım büyük haberi hâlâ duymadın," dedi ama gömleğinin düğmesini esneyerek kapatan çocuk onu duymamış gibiydi.

Hem yürüyor hemde gömleğinin düğmelerini kapatmaya çalışıyordu. "Sabah sabah annem gibi dırdır yapmak yerine sadede gel Muhafız," dedi. "Ne oldu? Savcı bu sefer dayanamayıp üçümüzü akademiden kovdu mu? Kovmakta hakkı da var çünkü yüz elli yıldan fazla üçümüz buradayız. Daha dün doğanlar arkadan gelip mezun oldu ama biz buraya kök saldık. Neden akademiyi bırakmadığımızı bana açıklayabilir misin?" dediğinde arkadaşı yüksek sesle güldü. "Çünkü yapacak daha iyi bir işimiz yok, ya da gidecek daha iyi bir yerimiz yok. Sen kendi klanına dönmeyi reddediyorsun, babası Doğa yüzünden Asil'i kendi klanına almıyor ve benim de size göz kulak olmam gerekiyor," dediğinde esmer çocuk gülerek başını salladı. "Anlaşıldı bir yüz yıl daha buradayız."

Ciddi mi bunlar? Ne yani, yıllardır burada öğrenciler mi?

İşsiz olmak böyle bir şey olmalı.

Itır hiç kıpırdamadan durunca esmer çocuk ona doğru geliyordu. Gömleğinin düğmesini kapattığı için başını eğerek yürüyordu. Bu yüzden karşısındaki kızı henüz görmemişti. Fakat yanındaki sarışın çocuk bizi gördü. Önce afalladı fakat daha sonra dudakları kıvrılarak, "Azınlık?" dedi yanındaki arkadaşına. "Bu geceyi kiminle geçirmiştin?" Ruhundaki sinsi neşeyi soluyordum.

Son düğmeyi kapatmaya çalışan çocuk, "Klan liderin Feti'nin kızıyla. Evet, can sıkıntısından klanlar arasında bir savaş çıkarmaya kararlıyım," dedi ve son düğmeyi kapattığı an Itır'a çarptı. "Dikkat et hatun!" diyerek başını kaldırdı ama Itır'ı görünce sertçe yutkundu. Kolunun altına sıkıştırdığı ceketi yere düşerken, "Itır," dedi afallayarak. Kardeşimin adı taparcasına dudaklarından dökülmüştü.

Önce uzun uzun karşısındaki kızı izledi. Bunu yaparken gözlerini bir saniye olsun kırpmıyordu. Gözlerinin siyahına yaşam enerjisi dolarken, "Yaşıyorsun," dedi kısık sesle. Parmakları titrerken elini uzatıp Itır'ın sol göğsüne dokundu. Elini yavaşça onun göğsüne bastırdığında hissettiği kalp atışlarıyla gözleri doldu. "Gerçekten yaşıyorsun," dediğinde duyduğu kalp atışları için tüm hayatını feda edecek gibiydi. Cansu'dan sonra sanırım Itır'ın önceki hayatındaki sevgilisini de bulmuş olduk.

Bekle bir dakika! Yaşıyorsun mu dedi?

Diğerleri bize geri döndün derken bu çocuk kardeşimi gördüğüne değil onun yaşadığına mutlu olmuştu.

Bu da demek oluyor ki... Kahretsin, Itır önceki hayatında ölmüş müydü?

Afallayarak yerimde sendelediğimde sarışın çocuk kolumu tutarak düşmeme engel oldu. Kireç gibi bir yüzle ona bakınca başını salladı. "Evet," dedi. "Kardeşin yirmi dört yaşlarında öldürülmüştü. Yıkım onu en son öldüğünde gördü, bu yüzden böyle tepki veriyor." Itır duymasın diye bunları sadece benim duyacağım bir tonda söylemişti. Ne demek ölmüştü?

"Bu mümkün değil," dedim. "Hangi zamanda yaşarsam yaşayayım ben onu korurum. Kimse beni geçmeden kardeşime ulaşamaz." Birinin bana rağmen kardeşimi öldürdüğüne inanmam çok zordu.

Sarışın çocuk burukça tebessüm etti. "Sende şimdi ki gibi değildin. Herkes tarafından aldığın darbelerin yorgunluğunu taşıyordun. Bu yüzden zamanında yetişemedin ama onu kurtaran da sendin. Silinmek pahasına zamanı neden yıktın sanıyorsun?" dediğinde elim ayağım buz tutmuştu. Itır için mi zamanı yıkmıştım? Neden bundan şüphe ediyordum ki? Az önce ben varken kimse kardeşime zarar veremez diye düşünen ben değil miydim? Haklıydım hangi çağda olursa olsun kardeşimi korurdum. Artık zamanı yıkmam bir anlam kazanmıştı.

Itır'ın katili kimdi?

İçimden düşündüğüm bu soruyla sarışın çocuk, "Şimdilik bilmesen daha iyi," deyince kollarımı göğsümde birleştirdim. "Aklımda geçen her şeyi nasıl biliyorsun?" Gülerek omuz silkti. "Zihnin mühürlü olmadığı için şu anda tüm Muhafızlara açık bir durumda." Muhafızlardan biri miydi? Bir Muhafızın ne gibi yetenekleri var onu bile bilmiyorum. Şu mührü nasıl yaptıklarını bir an önce öğrenmeliyim.

"Büyük ihtimalle tanıyorsundur ama ben Elzem," diyerek ona elimi uzattım. Fakat bir Oyunbazın elini tutmak tehlikeli olduğu için bunun yerine yumruğunu göğsüne koyarak başını eğdi. "Muhafızlardan Hafız Soylu." Sanırım buradaki tanışma faslı böyle oluyordu.

Ona Itır'ın karşısında duran çocuğu gösterdim. "Peki, bu kim?"

"Savcı'nın kardeşi."

"Ondan hoşlanmadım. Özellikle klan liderinin kızını duyduktan sonra."

Güldü. "Eskiden de ondan pek hoşlanmazdın."

"Peki senden?"

"Bence benden hoşlanıyordun," dediğinde gülerek önüme döndüm. Umarım bu konuda beni kandırmıyordur çünkü nefret ettiğim biri de çıkabilirdi.

Itır'ın, "Sen artık elini çekecek misin?" diyen sinirli sesiyle tekrar onlara döndüm. Esmer çocuğun eli hâlâ onun göğsündeydi. Çocuk hemen elini çekti çünkü dışarıya karşı hoş bir görüntü sunmuyordu. Sonunda Itır'ın varlığını idrak edince ona bakıp, "Bir şey yapmak istiyorum ama muhtemelen hoşuna gitmeyecek," dedi.

Itır kaşlarını çatarak, "Aklından bile geçirme!" dedi. "Beni öpersen suratını dağıtırım."

Gözlerinde haylaz pırıltılar oluştu ve "Seni öpmek istediğimi nasıl anladın?" diye sordu. Kim olsa anlardı çünkü gözleri sürekli Itır'ın dudaklarına kayıyordu.

Itır öldürücü bakışlarını ona çıkartırken, "Sürekli dudaklarıma baktığın için olabilir mi?" diyerek bir nevi beni haklı çıkardı.

Esmer çocuğun yüzünde muzır bir ifade oluştu. "Seni öpersem tam olarak bana ne yaparsın?"

Itır, "Ne mi yaparım?" diyerek kaşlarını çattı. "Çenende ciddi bir hasar açabilirim. Seni önceden uyarıyorum çünkü yumruk atmak işimin bir parçası." Kız bugüne bugün boksördü sonuçta.

Karşısındaki akıl hastası çocuk güldü. "Anlaştık," dedi ve aralarındaki son adımı kapatarak Itır'ın üzerine eğildi. Daha Itır karşı koymadan onun yüzünü kavradı ve öptü. Yiyeceği yumrukları göze alarak bunu yapmıştı. Ve en önemlisi benim gözlerimin önünde bunu yapmıştı!

"Kimin kardeşi olduğu umurumda değil!" dediğimde gözlerim koyu kızıl rengine dönüştü. "Hemen şimdi onun işini bitireceğim!" Onun ruhunu emmek üzereyken Hafız gülerek kolumu tuttu. "Onun bir şerefsiz olduğunu kabul ediyorum ama ona çok şey borçlusun. Geçmişte sana az iyiliği dokunmadı." Bu sapığın bana ne gibi bir iyiliği dokunabilir ki? Büyük ihtimalle başıma sürekli bela açıp durmuştur.

Homurdanarak sakinleşmeye çalıştım. Itır neden hâlâ onu kendinden uzaklaştırmadı? Neyse ki korktuğum gibi olmadı ve Itır ona herhangi bir karşılık vermedi. Ona karşılık vermiyordu ama onu itmiyordu da. Öyle şoka falan girmişliği de yoktu. Öylece durup karşısındaki çocuğun doya doya onu öpmesine izin veriyordu. Bu kız tam olarak ne yapmaya çalışıyordu? Savcı'nın kardeşi onun dudaklarına son kez küçük bir öpücük kondurup ondan ayrılınca Itır'ın dudakları kıvrıldı. "Bitti mi? Şimdi sıra anlaşmanın bana düşen kısmını yerine getirmeye geldi," dedi ve hayatımda gördüğüm en şiddetli yumruğu onun çenesine geçirdi. Ne yani, bunun için mi bekliyordu?

Kardeşimi bazen gerçekten anlamıyorum!

Itır'ın yumruğu çok sert olduğu için onu bir adım geriye itmişti. Sersemlemiş bir halde başını ikiye sallayıp kendisine gelmeye çalıştı. Çenesini tutarken ruhunda yükselen bu şehvet de neyin nesi? Tahrik olmuş olamaz değil mi? Koyulaşan gözlerle Itır'a bakıp güldü. "Bu anlaşmayı çok sevdim fazla ateşli. Bunu daha sık yapalım," deyince Itır yüksek sesle güldü. "Sen aslında bayağı dengesizsin değil mi?" deyince ağız dolusu küfrettim. Nedense bu ikisi bir anda gözüme fazla uyumlu göründü çünkü görünüşe göre o da Itır gibi şiddetten besleniyor! Kardeşim neden her yerde kendi gibi olanları buluyor ki!

Çocuk yumruğunu göğsüne bastırdı ve büyük bir saygıyla kardeşimin önünde eğildi. "Azınlıklardan Gediz Gevheri," diyerek Itır'a baktı. "Adımı lanetlediğim için herkes telaffuz edemez," diyerek bu konuya açıklık getirmişti. Hangi aklı başında insan adını lânetler ki?

Itır, "Yani adın yasak mı?" diye sordu. "Sana adınla hitap edemeyecek miyim?"

"İkinci kez adımı lanetlediğim için bu detayı göz önünde bulundurmuştum," deyip çapkınca Itır'a göz kırptı. "Senin dışında kimse adımı kullanamaz." Neden bu konuda sadece ona ayrıcalık tanımıştı?

Resmen adını Itır'a özel kılmıştı.

Itır, "Ama az önce herkes telaffuz edemez demiştin?" deyince güldü. "Herkes olduğunu mu düşünüyorsun?" dedi ve Itır'ın dudaklarında oluşan gülümsemeyi seyre daldı. Bu ikisi daha ilk günden gözlerimin önünde flört ediyordu!

Erkeklerden nefret eden kardeşim nereye gitti ve bu kız kim?

"Pekâlâ, bu kadar yeterli," diyerek araya girdim ve Itır'a ters ters baktım. "Az önce duyduğun şeyleri hatırlatırım. Geceyi geçirdiği kızı çok çabuk unuttun!" dedikten sonra Savcı'nın baş belası kardeşine döndüm. "Seni bir daha kardeşimin yanında görürsem bu kadar sabırlı olmam!" dediğimde bu konuda şaka yapmıyordum. Geceyi başka bir kadınla geçirip sabahında kardeşime asılan birine rızam yoktu.

Itır'ı kolundan çekerek ondan uzaklaştırdım. İkimiz merdivenleri yürürken Gediz denen çocuk arkamdan arkadaşına, "Her defasında yoluma çıkmak zorunda mı?" diyordu. "Ayrıca sana ne Hafız geceyi kiminle geçirdiğimden!" diye küfretti. "Elzem'i görünce bilerek bana bunu sordun p*ç kurusu! Şimdi işin yoksa kardeşine ulaşmak için ablasıyla tekrar uğraş dur! Ben neden hep aynı şeyleri yaşamak zorundayım!" O arkadaşına kızarken biz çoktan onları geride bırakmıştık. Anladığım kadarıyla geçmişte de benimle pek iyi şeyler yaşamamış.

Aşağıya indiğimizde koridorda âdeta yeri göğü inleterek, "Elzem!" diye bağıran biri hızlı adımlarla bana doğru geliyordu. Bu dün gece Cansu'ya karım diyen çocuk değil miydi? Yanılmıyorsam adı Asil'di. Kılıcını kınından çıkaran akıl hastası, "Günışığımı derhal eski haline çeviriyorsun!" diye gürledi. "Kızdırdığın tüm tanrılardan bugün özür dileyeceksin!" deyince korku içinde elindeki kılıca bakıyordum. Aklını kaçırmış olmalı!

Itır gülerek, "Anlaşılan burada bir hayli düşman kazanmışsın," dediğinde eteklerimi tutarak merdivenleri çıkmaya başladım. Burada kalıp beni doğramasını izleyecek değilim ya!

Asil arkamdan, "Nereye kaçabilirsin ki!" diye bağırıp o da koşmaya başladı. "Dünden beri Günışığı beni ne kadar çarptıysa bir o kadar kılıcımla kafanı keseceğim!"

"Rica ederim bırak peşimi!" diye bağırarak üst kata çıktım ve tekrar merdivenlere yöneldim. "Kız seni hatırlamıyor işte. Üzerine gitmek yerine onu tekrar kendine âşık etmenin yollarını ara!"

"Ya da sen tanrıların önünde eğilip diz çökersin ve sorun hallolur!"

"Ne münasebet!" Bağırarak daha hızlı koşmaya başladım. "Bir tanrıçanın diz çöktüğü nereden görülmüş!" Lânet olsun, etraftaki herkes bize bakıyordu!

"Sen tanrıça değilsin işgüzar kadın!" diye peşimden koşarken gök gürültüsünü andıran bir sesle gürledi. "Bu gerçekle yüzleş artık!"

"Bu da sizin ayıbınız! Bir böcekten daha üstün olduğumu biliyorum!"

"Kıskanmadığın bir tek Ninfalar mı kalmıştı? Tanrı aşkına sen neden böylesin!"

"Kraliçe olmak en çok benim hakkım ama!"

"Git o zaman kralla evlen! Adam zaten sana yanık ama yeter ki öncesinde benim işimi hallet!"

"Ben sadece Savcı'yı istiyorum!"

"Ne yapalım? Sen kraliçe ol diye Savcı'yı kral mı yapalım? Tanrı aşkına biz ne konuşuyoruz böyle! Alt tarafı bir özür dileyeceksin!" diye isyan ettiğinde nefes nefese üçüncü kata çıktım ve rastgele bir kapıdan içeri daldım.

Kapıyı içeriden kilitleyip sırtımı kapıya yaslayarak rahat bir nefes aldım. Nefesimi düzene koyarken dışarıdan Asil'in ettiği küfürleri duydum. Neyse ki çok geçmeden uzaklaşan adım seslerini duydum. Sonunda gitmişti. Elimi kalbime bastırıp, "Şükürler olsun," dedim. Ona yakalanacağım diye çok korkmuştum.

Bir dakika, ben kimim odasına girdim?

Usulca başımı kaldırdım ve Savcı'yı görünce donup kaldım. Tekli bir koltukta oturuyordu ve elinde içki kadehini tutuyordu. Saçları darmadağındı, sinirden sürekli saçlarını karıştırmış gibiydi. Gömleğinin önü açıktı sanki kendisini bırakmıştı. Yerdeki boş içki şişelerini gördüm. Sabaha kadar içmiş gibi bir hali vardı. Yatak dağınık, raflardaki tüm kitaplar odanın içine saçılmıştı. Burada küçük çaplı bir deprem olmuş gibiydi. "Savcı," deyip temkinli adımlarla ona doğru yürüdüm. "Sorun ne?" Onu üzen veya sinirlendiren bir şey olduğu çok açık.

Öylece bana bakıyordu. Uzun uzun bana bakan gözleri bir arayış içindeydi. "Onu tamamen kaybetmiş gibiyim," dediğinde yenilgi içinde başını salladı. "Senin aksine bana siz derdi ama sen der gibi bakardı. Bunu özlüyorum." Acı çekiyordu. O kadar çok acı çekiyordu ki artık bunu gizleyemiyordu. Biri onda derin yaralar açmıştı ve durmaksızın o yarayı eşip kanatıyordu.

"Adımı doğrudan hiç söylemedi ama hep merak ettim." Gözlerini bile kırpmadan bana bakarken, "Hep merak ettim," dedi. "Adımı söylediğinde neler hissedeceğimi hep merak ettim." Kederli bir şekilde bana bakmaya devam etti. "Hiçbir şey hissetmedim. Sen adımı söylediğinde hiçbir şey hissetmedim," dediğinde beynimden vurulmuş gibi hareketsiz kaldım. Odanın ortasında öylece durarak donup kaldım. Fark ettiğim şeyler yüzünden donup kalmıştım. Sevdiği kadınla beni kıyaslamıyordu, değil mi? Bahsettiği kadın aslında en başından beri bendim.

Gerçekleri nihayet görebiliyorum.

Dün buraya geldiğimizden beri kızların karşısına önceki hayatlarında olan sevgilileri çıkmıştı. Benim karşıma çıkan kişi ise Savcı'ydı. En başından beri neden rüyalarıma girdiğini sorguluyordum. Sebebi buydu değil mi? Daha önce Araf'a gelmiştim. Burada Savcı'yı tanımış ve onu kendime âşık etmiştim. Zamanı yıkarak yeniden doğduğum için burada yaşadığım her şey silinmişti. Fakat onun anılarında silinmemişti. Bu yüzden sürekli bahsettiği kadını aramak yerine benim rüyalarıma giriyordu. O aslında rüyalarda olsa bile sevdiği kadının yanındaydı. Onu büyütmüş, en güzel şekilde eğitmiş ve ona gelmesini beklemişti. Yüz yıl boyunca onu bekleten o kalpsiz kadın aslında bendim. Kıskandığım, çoğu zaman nefret ettiğim o kadın aslında bendim. Odadaki her şey üzerime üzerime gelirken düşmemek için duvara tutundum. Bu olanları aklım almıyordu. Anlamakta güçlük çekeceğim kadar sıradışı bir durumun içindeydim. Nasıl bir erkek yüz yıl boyunca bir kadını bekler ki? Bebeklikten bu yana sevdiği kadının büyümesine adım adım şahit oldu. Bu çılgınlıktı. Ben şu anda ne düşüneceğimi ne tepki vereceğimi bilemiyorum.

Bu anormalliğin ötesinde bir durumdu.

Her şeyi anladığımı anladı. "Aynı kişisiniz ama aynı değilsiniz," diye gerçeği bana itiraf etti. "Onun gibi bakmıyorsun, onun gibi gülmüyorsun, onun gibi yürümüyorsun ve en önemlisi," deyip gözlerime baktı. "Onun gibi hissettirmiyorsun."

İçinde bulunduğum karışık durumdan ötürü sersemlemiş bir haldeydim. "Ama o benim."

"Değilsin," derken bana karşı fazla acımasızdı. "Yapabilirim sandım, onu senin içinde yaşatabilirim sandım ama olmuyor. Seni ona benzetirsem o olursun sandım ama olmuyor." Gözleri durgunca halıdaki desenleri izlemeye başladı. "Sen ısrarla onu bana vermiyorsun!" Başını kaldırdığında bakışları sitemliydi. "Onu vazgeçilmez kılan yaşadıklarından sonra dönüştüğü kişiydi. Yaşanmışlıklar bizi olduğumuz kişi yapar ve o, acısını gözlerindeki buğuda taşıyıp çok güzel gülen bir kadındı. Gururunun bile bir sebebi bir asaleti vardı. Peki, senin neyin var?" dedi hesap sorarcasına? Sözlerinin altında ezilirken ona verecek bir cevabım yoktu.

"Tanrılara karşı direttiğin bu gururun bir amaca hizmet etmiyor. Neden onlara karşı gururlu olmak zorunda olduğunu bile bilmiyorsun çünkü bir cevabı yok. Tanrıların karşısında dik durup gururuna sarılan benim Elzem'imdi çünkü bunun için sebepleri vardı. Canını yakanların önünde eğilecek bir kadın değildi. Peki, senin canını kim yaktı? Pamuklar içinde büyüyen bu kadını birileri incitti mi? Neyin kibri ve gururu bu? Hâlâ anlamadın değil mi? Sen bir gölgesin," diyerek yavaşça ayağa kalktı. "Gerçek Elzem Akay'ın gölgesi ama kendisi değil." Şu zamana kadar hep susmuştu ama söylemek istediği çok şey olduğunu biliyordum. Fakat bu denli ağır sözler duymayı beklemiyordum.

Yürüyüp karşımda durdu. "İyi bir hayat sürdüğün için senin adına tüm kalbimle mutluyum." Burukça gülümsedi. "Lakin kendi adıma üzgünüm. Benim sevdiğim kadın sana bu hayatı vermek için kendisini feda etti." Benden ölmüşüm gibi bahsetmeyi bırakmalıydı çünkü hâlâ yaşıyorum. Bu sözleri hak edip etmediğimden bile emin değilim.

Gözleri duygusuzca bana bakıyordu. Bana böyle bakmaması için her şeyi feda edebilirdim. "Tüm gece düşündüm ve anladım ki o, bir daha asla bana dönmeyecek," dedikten sonra yorgun adımlarla kapıya doğru yürüdü ve kapının kilidini açtı. "Sen artık gidip hayatını yaşayabilirsin çünkü ben onun yasını tutacağım. Yıllar önce öldüğünü daha yeni anlamışken bu yası onun için tutacağım," dedi ve kenara çekilip dışarı çıkmamı bekledi.

Ondan aldığım kadını hatırlamazken bugün gerçek anlamda beni yaralamayı başardı.

Tek kelime etmedim. Bu sefer susan taraf ben olduğum için hızlı adımlarla odasından çıktım. Arkamda kapanan kapıya durup baktım. Bu kapı yüzüme kapatılmış gibi canımı yakıyordu. "Böyle olsun istemedim." Ne için pişmanlık çektiğimi bile bilmiyorum. Canımı yakan bir şeyler vardı, hepsi bu. Bildiğim tek şey çektiğim acıdan ibaretti.

Tanrıların önünde diz çöküp af dilemediğim için bana kırgındı.

Ben bunu yapmadıkça o özlediği kadına asla kavuşamayacaktı.

Peki, bunu yapmak benim için neden bu kadar zordu?

Ondan duyduğum şeyler yüzünden gözlerimden bir damla yaş akarken Asil'i gördüm. Aslında gitmemişti. Sırtını duvara yaslamış beni bekliyordu. Yanağımdan süzülen yaşa baktı. "Savcı seni üzdü mü?" Ona cevap vermeyince yanıma gelip bileğimi tuttu ve beni peşinden çekti.

Rastgele boş bir odaya girip beni terasa çıkardı. "Bak," diyerek bahçede bir yeri gösterdi. Gösterdiği yere bakınca Cansu'yu gördüm. Bir ağacın yanında duruyordu ve bir çocukla gülerek sohbet ediyordu.

Asil, "O da beni üzüyor," dedi. "Bir saati geçti ikisinin sohbeti. Ona yaklaşmama bile izin vermiyor." Çaresizlik içinde bana baktı. "Elzem o çocuk onun gibi bir Işıktan Gelen. Ona kapılıp gitmesinden korkuyorum. Ben bu kızı yüz yıldır bekliyorum. Onun için kendi klanıma, aileme sırtımı çevirdim. Bir Işıktan Gelen'in bir Tenebrisi sevmesi milyonda bir ihtimaldi ve ben geçmişte bunu başardım," dediğinde o da çok yorgundu. Artık bir şeyler için savaşamayacak kadar tükenmişti. "Etrafı Işıktan Gelenlerle doluyken bir Tenebrisi sevme ihtimali artık milyonda bir bile değil."

"Artık bunu yapacak gücüm yok," dedi yılgınlık içinde. "Neden biliyor musun? Çünkü ona bakınca uğruna savaşacağım kadını göremiyorum. Bu kadın benim Günışığım değil ve onu bana sadece sen geri verebilirsin. Yüz yıllık bir bekleyişin karşılığı bizler için bu olmamalıydı," dedikten sonra beni bırakıp gitti. Savcı'dan sonra omuzlarıma yeni bir yük ekleyip gitmişti.

Şimdi düşün Elzem, ne yapman gerektiğini iyi düşün ve ona göre bir karar ver.

Bunca insanın kaderi neden benim diz çökmeme bağlıydı ki? Bu kaldıramayacağım bir yüktü.

Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. "Adil savaşmıyorsunuz," dedim göremediğim tüm tanrılara. "Bu kadar vicdan azabını bana yüklemeniz adil değil." Rüzgâr saçlarımı savururken soğuk hava ürpertti. "Beni kuşatmış gibisiniz, dört bir yandan saldırıyorsunuz. Bu adil bir rekabet değil. Benim tanrılarım değilsiniz asla da olamayacaksınız çünkü tanrı bu kadar acımasız olamaz." Onlar gerçekten var olabilirdi ama benimle uğraşan bu tanrıların varlığını kabul etmek içimden gelmiyordu. Beni köşeye sıkıştırdıkları için onların önünde eğilmek içimden gelmiyordu. Ninfaların kraliçesini bu işin içine katan tanrılardı. Kraliçeyi elçi olarak seçip sundukları tek şartı öğrenmemi istemişlerdi. Fakat sadece benim değil kızların ve Araftakilerin de bu küçük detayı öğrenmelerini istediler. Kendi rızamla asla diz çökmeyeceğimi biliyor olmalılardı. Bu yüzden diğerlerini işin içine kattılar. Böylece tıpkı Savcı ve Asil'in yaptığı gibi herkes benim üzerime gelip duracaktı. Tanrılar gerçek anlamda beni köşeye sıkıştırmayı başardılar.

Sinsice hazırlanmış planlarında hiç açık yoktu.

Başımı eğip önüme döndüğümde, "Bir yolu olmalı," diye mırıldandım. "Anılarımızı almanın başka bir yolu olmalı, olmak zorunda!"

Peki, ya hiçbir yolu yoksa? Bunun tek yolu tanrılardan geçiyorsa? O zaman ne yapacaktım?

Yenilgiyi kabul edip diz çökebilir miydim?












































Evet, bir bölümü daha burada sonlandırdık. Sizce Elzem'in bundan sonraki adımı ne olacak? Gerçekten köşeye sıkıştığını kabul etmeliyiz.

Peki, Asil isyanında haklı mıydı? Artık tıpkı Oyunbazlar gibi Işıktan Gelenler de akademide ders alırken Doğa'yı kaybetme ihtimali var mı?

Ya Savcı? Elzem'e karşı olan bu soğukta tutumunda haklı mı? Kızların döndüğünü öğrenince uzun yıllardır beklediği kadını göremediği için o da kötü durumda.

Gelelim Itır ve Gediz ikilisine. Sanırım keyfi yerinde olan tek çift olma yolunda ilerliyorlar. Itır eskisi gibi olmadığı için artık biraz daha ılımlı. Gediz'e gelirsek o zaten hiçbir şeyi ciddiye almıyor. Eminim Itır'ın anıları hiç gelmezse onu bile sorun etmez. Onun ilgilendiği tek konu Itır'ın hayatta olması.

Tabii bir de Üç Silahşörlerin akademiye demir atmaları var tabii. Sanırım şu zamana kadar yazdığım en kaygısız üçlü. Baksanıza bir yüz yıl daha akademide kalırız diyorlar.

Mara ve Dehliz'in karşılaşmasını yazmadım çünkü bu bölümde olanlar akademide yaşandı. Dehliz akademide olmadığı için onları bu bölümde yazmadım.

Aynı durum Meliz için de geçerli ama yeni bölümde hem Dehliz'i hem de Meliz'i göreceğiz.

Gördüğünüz gibi kızların her şeyi unutması dışında Araf'ta değişen pek bir şey yok. Bundan gerisi kurguyu toparlamak için yazdığım bölümler olacak. Malûm finale çok az kaldı.

Kızlar Araf'a geldi ama ben daha liderleri, diğerlerini falan yazamadım çünkü bu bölüme sığdırdığım şeyler sadece kızların partnerleriyle karşılaşmaları oldu.

****

Şimdi gelelim başka bir konuya. Çoğu kez buna benzer açıklamalar yaptım fakat panodaki duyurularımı sanırım küçük bir kesim okumadığı için burada da açıklayayım dedim. Sık sık aldığım şikâyetlere cevap vermek istiyorum.

"Yaralasarla ilgileneceksin diye MÖK'e bölüm yazmıyorsun."

- İnanın ki bölümlerin gecikme sebebi YS değil. Zaten YS ile olan meşguliyetim çoktan bitti. Öyle sandığınız gibi gece gündüz bununla uğraşmıyorum.

"Bölümler neden gecikiyor artık?"

Ben en iyisi şuraya günlük rutinimin birazını yazayım ama öncesinde çocukların okula giriş ve çıkış saatlerini yazmak istiyorum.

Zeze sabahçı saat 8:00'de okula giriyor ve 12:30'da çıkıyor.

Fatma birinci sınıf ve öğlenci. Okulu saat 01:10'da başlıyor ve 18:00'da çıkıyor.

Ali ve Enes ortaokula başladı ve onlar da öğlenci. Dersleri 1:40'da başlıyor ve 19:30'da bitiyor.

Hepsinin arasındaki yarım saat farkını fark ettiniz mi? Sanki okulun bana bir garezi varmış gibi. Peki, evimin okula yakın olmadığını söylersem? Ya okula ulaşmak için resmen dağa tırmanır gibi dik bir yokuş çıktığımı? Bu lânet yokuş bittikten beş dakika sonra zaten okula yetişiyoruz. Eğitime giden yolda ben neden dik yokuşa tırmanıyorum aklım almıyor.

Saatinden önce okulun kapısını açmıyorlar. Sabah Zeze'yi bırakıp eve geliyorum ve evdekilere kahvaltı hazırlıyorum. Onları doyurmak, ortalığı toparlayıp evi temizleyene kadar zaten öğle oluyor. Koştur koştur Zeze'yi okuldan alıp eve gelene kadar Fatma'nın ders saati geliyor. Beslenmesini hazırlayıp onu okula bırakıp eve gel derken bu seferde oğlanların ders saati geliyor. Onları alıp okula bırak, eve gel derken bu seferde Zeze'nin öğleden sonra olan özel okulu başlıyor. Aceleyle ona öğle yemeği hazırla, üniformasını çıkartıp kıyafetlerini giydirmeliyim. Özel okulun ders programına göre çantasını hazırla derken zaten canım çıkıyor. Zeze'yi gönderip evde kalan işleri bitirip akşam yemeğini pişireyim derken Fatma'nın okuldan çıkış saati geliyor. Üstelik Zeze'nin çıkış saatiyle çakışıyor. Koştura koştura Fatma'yı okuldan almalıyım ki Zeze için geç kalmayayım. Kızlar eve gelince zaten artık bende derman kalmıyor. Oğlanların çıkış saatine kadar o kısacık zamanda kızlar izin verirse belki dinlenirim, ama o da belki.

Daha sonra oğlanlar gelir, eşim gelir ve her yer çanta ve üniforma. Hepsini toplayıp akşam yemeği için masayı hazırlarım. Yemekler yenilince de bulaşıkları hallet. Bitti mi? Keşke ama hayır. Daha Zeze'yi çalıştırmalıyım, Fatma'ya ilk harfini sayfalarca yazdırıp pratik yaptırmalıyım ve oğlanların ödevlerine yardım etmeliyim. Onların uyku saatine kadar da bunlarla meşgul oluyorum.

Nihayet hepsi yataklarına çekilince son bir kez evi toparlar, ortaya saçtıklar kalem, defter hangisine aitse çantalara koyarım. Tabii ezberimde olan ders programlarını saymıyorum bile. Yarınki ders için her birinin defterini kitabını çantasına koyarak öyle çocuk odasından çıkarım. Ev sessizliğe büründü mü uykumdan feda ettiğim saatlerde yazılıyor bu bölümler. Tabii arada yaptıklarımı saymıyorum bile. Kitaplarımla ilgili meşguliyetim, imza günlerim, yaptığım paylaşımlar, yorumlara verdiğim cevaplar falan bütün bu koşturmaların arasında oluyor genelde.

Bu benim normal bir günde yaşadığım şeyler.

Şimdi diyeceksiniz ki çocukların dersleri arasında yarım saat varmış. Gidip gelmek yerine hepsini oraya götür ve sırası geleni okuluna yolla. Bunu da denedim ama hiçbiri okula yarım saat önceden gidip orada giriş saatini beklemek istemiyor. En son Zeze'yi 12:30'da alıp oğlanları 01:40' bıraktığımda Zeze eve gelmek için 01:30 saat beklediği için ve oğlanlar da okula girmek için 01:30 saat beklediği için isyan çıkardılar. Malum Zeze 12:30'da çıkıyor ve abilerinin okula giriş saatini beklemeden eve gelemez. Abileri de dersleri 01:40'da başladığı halde bir buçuk saat öncesinde okulda olamaz. Fatma arada zaten verem eder beni orada. Böyle olunca da bana da hepsini tek tek okula bırakıp almaktan başka çare kalmıyor. Tüm kış aldığım kiloları artık böylece vermiş olurum. 🤦🏻‍♀️

Şimdi kesin birileri ama öncesinde okul yoktu der. Evet, yoktu ama inanın bana okuldan önceki rutinim de bundan daha iyi değildi. Kendime ayıracak doğru düzgün zamanım bile olmuyor çoğu zaman. Şu son birkaç bölümü nasıl yazdığımı bile bilmiyorum. Durup dinlensem belki ortaya daha iyi bölümler çıkartacağım. Fakat bölüm azıcık gecikince olur olmadık şeyler yazılıyor panoma ve ben, bunu bile yapamıyorum. Kitaba ara vereyim diyorum ama finale bu kadar az kalmışken ara vermek de benim içime sinmiyor. Bu kadar koşturmacanın içinde yorgun bir zihinle yazdığım bölümler de ancak böyle olabilir. Sonra biri bölümü beklediği gibi bulmaz ve yazar oraya, "Eski tadı yok artık." İyi de yorgun bir beden ve yorgun bir zihinle yazılan bölümler istesem de çoğu kişiyi tatmin edemez.

Bölüm geciyor ve mutlaka biri yazar şunu, "Kitabı unuttum bölüm bir türlü gelmiyor okumayı bırakıyorum." Birileri dört çocukla meşgul kolay değil ancak yazıyor deyince hemen, "Anladık dört çocuğu var ama bu bahane eskidi," diyorlar. Ama bu benim ardına saklandığım bahanem değil gerçeklerim. Yukarıda bir günümün nasıl geçtiğini sırf bu yüzden yazdım.

Çocuk bu, bitki değil ki toprağını değiştir, suyunu ver ve güneşe bırak büyüsün. 🤦🏻‍♀️

Lütfen bölüm gecikince bu yazdıklarımı göz önünde bulundurup bana zaman tanıyın. Bakın panoma yeni bölüm ne zaman diye yazmayın demiyorum, bunda sorun yok. Hatta çoğu zaman yeni bölüm ne zaman diyenlere bölümün son durumunu ben onlara söylüyorum.

Ama bölüm gecikince okumayı bırakıyorum gibi şeyler yazmayın. Bırakmak isteyenler bunu sessizce yapsın çünkü orada böyle şeyler yazınca birileri mutlaka altına yazıyor ve bir bakıyorum ki tartışma çıkmış. Gerçekten biraz nefes almaya ihtiyacım var. Sizden tek ricam bazı şeyleri benim için zorlaştırmayın kolaylaştırın. Seviliyorsunuz.🌸

Yeni bölümde görüşmek dileğiyle hepiniz Allah'a emanet olun. 💙

Weiterlesen

Das wird dir gefallen

7K 742 6
Derin denizlerin en derinlerinde ışıklı bir yol gördü genç kadın. Zihninin kendisine oyun oynadığının farkındaydı ama tek istediği su yüzünde ciğerle...
77K 389 1
Yıllar önce terk ettiği sevgilisi, elinde bir silahla gecenin karanlığında Umut'un arabasına bindiğinde, yaşanacak olayların fitili de ateşlenmiş old...
295K 4.8K 31
Kocam ve arkadaşımın inlemeleri koridorda yankılandı.Bir an kalbim duracak gibi oldu. Gabriel, "Bir saniye bekle burada," dedi ve odamın kapısını açt...
3.3K 118 10
Seninle paylaşmak istediğim o kadar çok şey var ki..Hangisiyle başlasam bilmiyorum.Seninle.. evimi, kanepeyi hatta televizyon kumandasını bile paylaş...