Tacın Bedeli

By okelzeynep

48.9K 3.9K 8.7K

● Wattys2019 Ödülleri - Tarihi Kurgu Kategorisi Kazananı Tacın Laneti'nin Devam Hikâyesidir ● • • Okumadan ön... More

|GİRİŞ|
|KARAKTERLER|
|KAPAK TASARIMLARI|
|0|
|1|
|2|
|3|
|4|
|5|
|6|
|7|
|ÖNEMLİ DUYURU|
|8|
|9|
|10|
|11|
|12|
|13|
.i
|14|
|15|
.ii
|16|
|17|
|18|
|19|
|20|
.iii
|21|
|22|
|23|
|24|
|25|
|26|
|27|
|28|
.iv
.v
.vi
|29|
|30|
.vii
.viii
.ix
|31|
|32|
|33|
.x
|34|
|35|
|36|
|37|
|38|
|39|
|40|
|41|
• final
• a way back home (+bonus bölüm)
• veda (+yazardan notlar)

.xi

543 45 77
By okelzeynep

Ara Bölüm Şarkısı;
Taylor Swift - Safe And Sound

×××

1519 - İngiltere

A Safe Place

...

Aceline Brunella'nın günleri hep, büyürken annesinden gördüğü ve İngiltere'ye adım attıkları gün uygulamaya başladığı, sabit bir düzene göre giderdi. Gece uyumadan yarın yapılacakları kafasında oluşturur, sabah günün ilk ışıklarıyla kalkarak da düzeni rayına oturturdu. On kadar küçük bir yaşta bunca sorumluluğu üstlenmek zordu elbette, fakat yıllar geçip o küçük kız çocuğunu büyütmüş, Aceline artık on sekizinde genç bir kız oluvermişti. Eskiden olduğu gibi zor gelmiyordu ona. Eskiden olduğu gibi zor gelmemesi gerekiyordu, en basit haliyle.

Düzeni belliydi. Uyanır uyanmaz yatak odasında hazırlanıyor; yatağını topluyor, geceliğini çıkarıp giyiniyor, saçlarını yıkıyor, tarıyor ve topluyordu. Ardından kardeşlerini ya da babasını uyandırmadan mutfağa inip her şeyi kontrol ediyor, gün içerisinde alınması lazım herhangi bir şey var mı diye soruyordu. Yakınlardaki pazardan taze süt, yumurta ve peynir alınması için önceden hesapladığı ve her farklı günü temsil etsin diye ayrı keselere koyduğu paraları vererek çalışanlardan birini gönderiyordu. Çok geçmeden babası uyanıyor, Aceline da kardeşlerini uyandırıp giyinmelerine yardım ediyordu.

Kahvaltı, öğle yemeği, kardeşlerinin dersleri, babasının saraya gidişi derken evin sessizleştiği saatlerini salonda geçirmeyi tercih ediyordu. Leo'nun ağaca tırmanırken söktüğü pantolonlarını dikiyor, Anna'nın istediği elbiseler için kumaşlar kesiyordu. Onları katlayarak kenara koyduktan sonra ise evin gelir ve giderlerini listelediği kağıtları babasının çalışma masasına bırakıyor, yine mutfağa gidiyor, yine eksik var mı diye soruyor, akşam yemeğinde kardeşlerinin canlarının istediği yemeğin pişirilmesiyle alakadar oluyordu. Ders aralarında Leo ve Anna'ya meyve kesiyor, dersleri bitince de tekrarlarını yaptırıyordu.

Akşam olduğu vakit haftada bir kez mutlaka annesine mektup yazardı. Olanları anlatır, annesini bilgilendirir ve Fransa'daki haberleri isterdi. Mektubu yazmayı bitirdiği an mutfağa iner, günlük gelip yemeği halleden Bayan Wylie ve evin temizliğiyle sorumlu kızlarını evlerine uğurlar, babası gelene kadar kapıları kilitler, kardeşleriyle salonda oyalanır ve sohbet ederdi.

Gece rutini de bundan farksız değildi. Akşam yemeği yendikten sonra kardeşlerini yatırıp babasının yanına çıkar ve gün içinde olanlarla ilgili konuşurdu. Evi son kez toparlar, düzenler, mumları söndürüp yorgun bedenini kendi odasına sürüklerdi. Yatağa uzanır, yarını planlar, eksikleri hesap eder ve nihayet gözlerini kapatıp uykuya dalardı.

Peki ya, kendi için yaptığı bir şey yok muydu?

Sevdiklerinin mutluluğu ve refahı onu da mutlu ediyor, yüzlerindeki memnun tebessümlerle kendini şımartıyordu. Bir de bahar vakti bahçeden topladığı çiçekleri evin bazı köşelerine koymaktan hoşlanır, onu da zaten bahar haricinde yapamazdı.

Kısacası böyleydi. Aceline Brunella'nın çocukluğu bu evin duvarları içinde kaybolmuş, kızın kendi bile ne olduğunu anlayamadan hem abla hem de anne rolüne bürünmüştü. Birazdan bahsi geçecek gün ise, diğer günlerden hiçbir farkı olmayan bir gündü onun için.

Sabahın ilk ışığıyla uyanmıştı yine. Gelmek üzere olan yazın habercisi niteliğindeki tatlı esintileri, pencereleri açarak ve evi havalandırarak karşılamıştı. Hazırlanarak mutfağa inmiş, Bayan Wylie ve kızlarının sohbetine ortak olmaya çalışmıştı.

"Günaydın, Bayan Wylie." diyerek gülümsemişti.

Yüzüne bakılmadan düz bir "Günaydın." almıştı, kadından.

Kızları ise surat asarak cevap vermemiş, mutfaktan çıkıp görevlerini halletmeye yönelmişti.

Şaşırtıcı değildi. Kızları pek haz etmezdi aileden. Üç genç kızı da evin temizliğiyle ilgilenir, çoğu zaman sessiz sessiz söylenerek işlerini yaparlardı. Anneleri öyle değildi ama. Birkaç yıl önce dul kalan Bayan Wylie, parasını veren aileyi ve ailenin çocuklarını sevmiyor gibi davranmayı seçse de, Aceline biliyordu ki kadının kalbinde yumuşak bir noktası vardı. Anna ders aralarında mutfağa kaçtığında kıza süt kaynatır ve oluşan kaymak tabakasını sevmediğini bildiğinden sütü kıza vermeden önce mutlaka kaymağını alırdı. Leo'nun yumurtasını oğlanın ağız tadına göre haşlar, Aceline'ın sevdiği elma turtasına fazladan tarçın koyardı. Belki Eric Brunella'dan gerçekten haz etmiyor olabilirdi. Öyle ki etin en yağlı kısımlarını hep ona ayırır ve en güzel pişmiş yerlerini çocuklara verirdi. Ya da pişirdiği tatlıları çocuklara göre yapar, adam eve geç geldiğinde maalesef ona kalmadığını söylerdi. Doğru düzgün çocuklarıyla ilgilenmediği ve her işi en büyük kızına yıktığı için, ne kadar Aceline şikayetçi olmasa da, Bayan Wylie'nin Eric Brunella'yı kendince cezalandırma yöntemi bunlardı.

"Bu sabah bir eksik var mı?" diye sordu Aceline, üç kızın mutfaktan tek kelime etmeden çıkışını görmemezlikten gelerek.

Bayan Wylie hamurunu hazırladığı ekmekten kalan unu ellerinden yere çırptı. "Süt alınması gerekiyor."

"Fakat dün özellikle fazla alınmasını söylemiştim."

"Havalar ısınıyor, bozulmasın diye kullandım."

Aceline gülümsemesini saklayarak başını aşağı yukarı salladı. "Peki, bugün yine aldırırım." dese de, sütün gizlice kime kaynatıldığını ve neden çabuk bittiğini bilmiyormuş gibi yaptı. "Bir şeye ihtiyacınız olursa bana seslenmeniz yeterli."

Öğle saatlerine kadar her şey normal ilerledi. Babası uyandı, kardeşlerini uyandırdı. Kahvaltılarını ettiklerinden emin olduktan sonra babasını uğurlayarak kardeşlerini derslerine hazırladı. Anna'nın saçlarını ördü, Leo'nun diktiği pantolonlarını odasına yerleştirdi. Dadıları gelip de çocukları kütüphaneye aldığında ise Aceline salona geçerek dünden kalan işlerini bitirmeye koyuldu. Biraz zaman geçti, onu geçen birazcık daha zaman takip etti. Normal başlayan günün normal düzenini bozan yegane şey, derste olmaları gereken kardeşlerinin bahçeden gelen sesleriydi.

Aceline elindekileri bırakarak pencereye yöneldiğinde Leo'nun yine ağaca tırmandığını, Anna'nın da ağacın altında durup abisine bir şeyler anlattığını gördü. Salondan çıktı, kütüphanede oturup çayını yudumlayan kadına baktı.

"Bayan Hartfield, çocukların derste olmaları gerekmiyor mu?" diye sordu, ellerini nazikçe önünde birleştirip.

İşe yeni alınan orta yaşlarındaki bu huysuz kadın ise rahatsız olmadan omuz silkti. "Bahçede oynamak istediler."

Bu kadar mıydı? Akıl alır gibi değildi. Ona ödedikleri para, Anna ve Leo'ya uygun eğitimi vermesi içindi ama kadın rahatına bakarak oturuyor, oturup çay içtiği saatin parasını almayı bekliyordu.

Kötü düşünme, diye uyardı kendini. Kardeşlerinin zorla oturtulup katı bir eğitim görmesindense dersten kendi rızalarıyla bu kadar kolay çıkmaları daha iyiydi, değil mi? Yine de, farkındaydı ki bu, yaşanmaması gereken bir durumdu. Ve Aceline durumu en olumlu şekilde ele almalıydı.

"Bayan Hartfield, Anna ve Leo'nun isteklerine karşı anlayışlı tutumunuzu takdir ediyorum fakat çocukların oyun oynama saatleri zaten var. Rica etsem onları derse çağırabilir misiniz?"

"Beni dinlemiyorlar." dedi, kadın. Başını kaldırdı, genç kıza saniyelik bir bakış attıktan sonra yeniden çayına yöneldi. "Eğer onları derse getirtebilirsen ben de dersimi işlerim."

Aceline dişlerini sıkarak burnundan derin bir nefes aldı, usulca ağzından verdi. Gülümsedi. Başını salladı. Odadan çıkarak bahçeye adım attı.

Bayan Hartfield ile ilgili rahatsız olduğu şey şuydu ki, kadın hep bunu yapıyordu. İşe alınmasının üstünden uzun bir süre geçmemiş olsa da işe alındığı günden beri daima bir sorun çıkartıyor, daima kafasına buyruk hareketler sergiliyordu. Aceline'ın kendi elleriyle hazırladığı müfredata uymamak, kendince değiştirmek, düzeltmek şöyle dursun, çocuklara gerekli özveriyi sunmuyor ve eğitimlerinin onların yaşındaki bireyler için ne denli önemli olduğunu anlayamıyordu. Yoksa dadıları ve muallimeleri olarak dersin içeriği ve programını değiştirmesi o kadar da kötü bir şey değildi. Ama eğitimlerinin önemli olduğunu göz ardı edemezdi, etmemeliydi.

Sabırla bu sorunun da üstesinden geleceğini umarak bahçedeki elma ağacına doğru yürüdü. Uzayan çalıların ve bakımsız bahçenin içinden dikkatle geçti, ellerinden birini gözlerine siper ederek kardeşlerine yaklaştı. Şimdi seslerini daha net duyabiliyor, yapmaya çalıştıkları şeyi daha net anlayabiliyordu.

"Onu istemiyorum, şuradakini kopar." diyordu, Anna.

Leo ise tırmandığı ağaçtan düşmemek için dallardan birine sarılmış, Anna'nın gösterdiği elmaya ulaşmaya çalışmış ama başaramamıştı. "O çok uzakta. Başka bir tane alacağım."

"En güzelleri en üstte olanlar."

"Elim yetişmiyor, Ann!"

"Yetişiyor işte, gözümle görüyorum!"

Yine Anna ve Leo arasında klasik bir atışma yaşanıyordu belli ki. Anna bir şey istiyor, Leo da onu almak için uğraşıyordu. Aceline öğleden sonra güneşine gözlerini kıstı, elini alnından çekti. "Düşüp yaralanacaksın." demesiyle iki kardeşi de hareketsiz durdu bir süre. Leo ulaşmak üzere olduğu elmadan uzaklaştı, Anna yüzünü ablasına dönmeden etrafa bakınmaya başladı. "Ve pantolonun yine sökülmüş." dedi, nefesinin altından. "Lütfen ağaçtan iner misin, Leo?"

Leo suçlu suçlu ağaçtan inerken Anna ablasına döndü. "Ona çıkma diyorum ama yine de çıkıyor." diyerek suçu güzelce abisine attı.

"Canın elma istedi diye beni dersten çıkaran sendin!"

"Hayır, ben sadece şu an elma yesek ne güzel olurdu dedim. Ağaçtan koparmayı sen önerdin."

"Yalan söylemeye devam et ve seninle bir daha asla konuşmayacağım."

"İkiniz de buraya gelin." derken kardeşlerini yan yana getirdi. Anna'nın yüzüne düşen bir tutam saçını kızın kulakları arkasına sıkıştırdı, Leo'nun kirlenen avuç içlerindeki tozları çırptı. Bir adım geriye gidip kollarını göğsünde birleştirdi ve ikisine de üstten baktı. "Dersten çıkmak hakkında ne demiştim?"

Anna hemen kaşlarını çatmıştı. "Ama bu adil değil! Hava çok güzel ve biz içeride tıkılıp kaldık."

"Dersten çıkmak hakkında ne demiştim?" diye yineledi kendini, Aceline.

Leo'nun başı öne düştü. "Eğitimimiz bizim sorumluluğumuz ve sorumluluklarımızı yerine getirmekle yükümlüyüz."

"Eğitiminiz sizin sorumluluğunuz ve sorumluluklarınızı yerine getirmekle yükümlüsünüz. Öyle değil mi, Anna?"

"Yine de adil değil." diyerek inat etti. "Leo kendi dersi bitince kolayca çıkıyor ve ben orada kalıyorum. Üstelik Bayan Hartfield çok sıkıcı ve kaba biri. Vaktimi onunla harcamak istemiyorum diye beni suçlayamazsın."

"Derslerini, vaktini harcayan şeyler olarak görmemelisin. İleride daha donanımlı biri olmanı sağlayacaklar."

"Sen niye ders almıyorsun o zaman?"

"Ben gerekli eğitimi Fransa'da gördüm." dedi ve kenara çekilerek ikisine birden evi gösterdi. "Şimdi lütfen içeri geçip derslerinize devam edin. Bahçeye oyun saatiniz geldiğinde çıkabilirsiniz."

Leo doğruca Anna'nın kolunu tutmuştu. İnadından ödün vermeyen Anna suratını asmış, fakat abisine veya ablasına daha fazla itiraz edemeden yürüyüp gitmişti.

Aceline, kardeşlerinin gidişlerini ve eve girişlerini izlerken ikisiyle, özellikle de Anna ile, ne yapacağı konusunda hiçbir fikrinin olmadığını düşünüp durdu. Acaba dersleri konusunda fazla mı katı davranıyordu? Hata kendisinde miydi? Onları biraz serbest bırakmak daha mı iyi olurdu... Böyle böyle devam eden birkaç soru kafasını kurcalıyor, genç kız da yine adımlarına dikkat ederek bahçeden eve yürüyordu.

Fakat derslerine ağırlık vermeleri kötü bir şey değildi ki. Aksine, olması gereken buydu. Her ne kadar şu an öyle hissetmeseler ve yaşamlarını öyle sürdürmeseler de onlar, aristokrat bir ailenin çocuklarıydılar. Gördükleri eğitimin bundan daha ağır olması lazımdı. Daha kaliteli ve daha detaylı. İngiltere'ye taşındıkları zaman Aceline'ın eğitimi yarım kalmış olabilirdi ama küçükken, yürümeye ve konuşmaya başladığı ilk saniye girmişti o hayatın içine. Ablaları Katherina da aynı şekilde eğitim almıştı. Hatta Aceline'a kalsa, Anna ve Leo'nun da o eğitimi almasını sağlardı fakat, buradaki paralarının ve itibarlarının el verdiği en iyi seçenek maalesef bundan fazlası değildi.

Hepsini sorgulayarak, düşünerek, başka bir çözüm yolu var mı arayışına girerek geçirdiği vakit, kısa denebilecek bir zaman aralığı olmaktan uzaktı. Belli etmese bile kalan işlerini hallederken, çalışanların maaş giderlerinin raporunu yazarken, ev ihtiyaçlarının listelerini yaparken ve yavaştan değişen mevsimin neden olacağı hazırlıkların notlarını tutarken dikkati hep aynı yerde toplanmış, devamlı aynı şeylerin üstünde durmuştu.

Leonardo artık on altı yaşına bastığına göre, birkaç yıl sonra babasıyla birlikte saraya gitmeye başlayacaktı. Onun derslerini hafifletebilirdi belki. Ama Anna henüz on iki yaşında olup, derslerinin hafifletilemeyeceğini idrak etmeliydi. Bu konuyu onunla konuşabilirdi; neden olmasın, Anna'yı şevklendirse ve derslerinin neden önemli olduğunu sakin bir dille anlatsa, Anna'nın kendisini anlayacağını ve mantık yürütüp tavrını değiştireceğini umuyordu. Sonuçta, ikisi de sonsuza dek çocuk olarak kalmayacaklardı. Onlar için en iyisini istemek Aceline'ı kötü bir abla yapamazdı.

Kararını verdiğini düşünerek işleri arasına kısa bir mola koydu. Leo'nun biten dersleri sonrası odasında kitap okuduğundan emin olup, Anna'nın devam eden derslerini kontrol etme amacıyla alt kata indi. Bayan Hartfield'den bugünlük dersini erken bitirmesini rica edecek, ardından Anna'yı yanına alarak aklındaki malum konuşmayı yapacaktı. Eğitiminin yararlarından bahsedecek, çok da sıkıcı olmadıklarını söyleyecek ve eğlenceli kılmak adına yapılabilecekleri anlatacaktı. Fakat eli kapıyı tıklatmak için havaya kalktığında, içeriden gelen sesleri duymasıyla havada asılı kaldı.

"Senin gibi ukala bir kızla uğraşmaktan zevk aldığımı mı sanıyorsun? Eğer söylediklerimi o küçük kafana sokmazsan, sokman için gerekli önlemleri almak zorunda kalacağım."

"Ben de eğer bana bir daha elini sürersen o elini koparıp sana yedirmek zorunda kalacağım!"

Aceline şoka uğramanın etkisiyle tek bir saniye dahi beklemeden kapıyı sertçe açtı. Bayan Hartfield'ın parmakları sıkıca Anna'nın koluna geçmiş, Anna ise öfkeden kıpkırmızı olmuş yüzüyle kapıya dönmüştü.

Genç kızın odaya daldığını gören Bayan Hartfield, Anna'nın kolunu bırakmadan kaşlarını çattı. "Siz Fransızlarda terbiye diye bir şey yok mu?" derken Anna'yı ablasına doğru itekledi. "Kardeşine büyükleriyle nasıl konuşacağını öğretmeyi akıl edemedin mi?"

Aceline hızla kardeşini tutup kendine çekti. "Ne yaptığınızı-"

Fakat Anna ablasına konuşma fırsatı vermeden kadının üstüne yürüdü. "Saygımı hak ettiğini sanıyorsan aptalın önde gideni olmalısın!"

"Görüyor musun, tam olarak bundan bahsediyorum." dedi Bayan Hartfield, parmağıyla Anna'yı işaret ederek. "Bu bir kız çocuğu değil, bir canavar."

"Sana canavarı göstereceğim-"

"Anna!" diyerek sesini yükseltse de, kardeşini koruma içgüdüsüyle kendine yakın tutmaya devam ediyordu. "Derhal abinin yanına çık."

"Ama-"

"Derhal, dedim."

"Bana dediklerini duymadın mı?! Kızman gereken kişi ben değilim!"

Aceline gözlerini iyice açarak sessizliğini korudu. O sırada Leo sesleri duyup çoktan aşağı inmiş, neler olduğunu anlayamadan bir ablasına bir de kardeşine bakmıştı.

"Leo, Anna'yı alıp odasına götürür müsün?" dedi, Aceline. "Kapınızı kapatın ve beni bekleyin."

"Neler oluyor ki-"

"Lütfen, Leo."

Leo çaresizce başını salladı ve Anna'nın elini ablasından teslim alarak dışarı çıktı. Anna'nın sesleri hâlâ merdivenlerde yankılanıyor ve durmadan kadına laf sayıyordu. Aceline ise kapıya yöneldi ve odanın bulunduğu koridorun ucundan izleyen meraklı üç çift göze aldırmadan, kapıyı kapatarak Bayan Hartfield ile kendisinin yalnız kalmasını sağladı.

"Bu işi parası iyi diye kabul ettim." diyordu, Bayan Hartfield. "Fakat her gün uğraşmak zorunda kaldığım saygısızlığa kıyasla aldığım paranın yeterli olmadığı kanaatindeyim. Biri hiçbir şeyi beceremiyor, diğeri dilini tutamıyor. Kardeşlerin olacak o çocuklara saygı aşılamadan, buraya gelip onlara ders vermemi bekleme."

Aceline yüzünü kadına dönerek, rengi öfkeden koyulaşmış gözlerine zıt bir edayla ellerini sakince karnında birleştirdi. "O halde gidin, Bayan Hartfield." dedi.

"Anlamadım?"

"Ülkenizde geçirdiğim sekiz yıl boyunca gözlemlediğim ve deneyimlediğim kadarıyla açık konuşabilirim ki, maalesef saygıdan bahsedip saygının zerresini göstermeyen siz ve sizin gibi bir sürü insan tanıdım. Şahsi fikrimi merak ediyorsanız, ben gerekirse bir sekiz yıl daha aynı şeylere göz yumabilirim. Bana istediğinizi diyebilir, dilediğiniz kadar hakaret edebilirsiniz. Umursamam, önemsemem. Öyle ki bence herkes, kim olurlarsa olsunlar, karşılık beklemeden saygıyı ve nezaketi hak eder." dedikten sonra kadına doğru ağır bir adım attı. Başını dikleştirdi. "Fakat kimse kardeşlerim hakkında böyle konuşamaz. Kimse kardeşlerime hakaret ederek, kendilerini savunduklarında onları saygısız olmakla suçlayamaz. Onları kollarından kavrayarak itekleyemez, sesini yükseltemez. Aldığınız paraya kıyasla çalıştığınız bu ortamı yeterli bulmamanız sizin sorununuz. Ve eğer baş edemeyeceğinizi düşünüyorsanız, gitmeniz hepimiz için en iyisi olacaktır."

Bayan Hartfield doğru düzgün sesi çıkmayan bu genç kızın sözlerine şaşırmış, sinirlenmiş, gözlerini kısarak tıpkı onun gibi çenesini havaya kaldırmıştı. "Beni baban işe aldı, küçük hanım. Paramı baban ödüyor. Senin beni kovmak gibi bir yetkin yok." diyerek sırıttı. "Babanız çocuklarının terbiyesizliğini savunacak biriyse, savunmadan önce olanları benden duymalı."

"Eğer dilediğiniz buysa günü burada geçirip babamın eve gelmesini beklemekte özgürsünüz. Fakat babam evde yokken kararları ben verir, sorumlulukları ben yerine getiririm." dedi. "Ve şu an babamı evde göremiyorum."

"Beni kovamazsın."

"Lütfen dersleriniz için getirdiğiniz eşyalarınızı toplayarak evden çıkın, Bayan Hartfield. Paranızın geri kalanını haftanın başında elinize ulaştıracağım."

"Benden başka herhangi birinin Fransız bir aile için çalışmayı, çocuklarına ders vermeyi kabul edeceğini mi zannediyorsun?"

"Kendimi tekrarlamayacağım."

Böylece Bayan Hartfield'ın Brunella çocukları ile geçirdiği kısa süreli işi, uzun yıllar dilinden düşürmeyeceği bir saygısızlık örneği haline gelecek ve çevresine anlattığı saçma bir hikayeden ibaret olacaktı. Ders verdiği çocukların yüzlerine bakmadan eşyalarını topladı ve durmadan söylenirken evden çıkıp gitti. Bir daha da geri gelmedi.

Onun gidişinin hemen ardından Aceline kız kardeşi ile konuşmaya çalışsa da kimse Anna'yı odasından çıkaramamıştı. Leonardo olanları öğrendikten sonra sırf ablasını üzmemek adına sinirlerine hakim olmuş, Aceline yarım kalan işlerini sinirden titreyen elleriyle tamamlamıştı. Ev yine sessiz, yine ıssızdı. Hava kararıp da babalarının gelme saati yaklaştığında bile ev, sessiz kalmaya devam etmişti.

"Yemekler hâlâ sıcak." dedi, Bayan Wylie. "Kızlar masayı kurdu. Başka yapacak iş yoksa yollar tenhalaşmadan eve gideceğiz."

Aceline düşünceli gözlerine rağmen gülümsedi ona. "Teşekkür ederiz, Bayan Wylie."

Ama yaşlı kadın onu böyle görmeye dayanamadı. Suratı ciddi, sesi soğuk olsa da daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yaparak elini zar zor Aceline'ın omzuna koydu. "O kadını kovmakla en iyisini yaptın. Sakın kendini boşuna üzme."

Aceline şaşırmıştı. "Teşekkür ederim..."

Bayan Wylie ise elini hemen geri çekerek önlüğünü çözdü. Duvardaki ceketini aldı, önünü bağladı. "İyi geceler, Aceline."

"İyi geceler, Bayan Wylie."

Onlar gitti, Aceline tek başına kaldı. Babası gelene dek kapıları ve pencereleri kilitledi. Yemek odasına geçip sandalyelerden birine oturdu. En iyisini yaptığını düşünmek istiyordu ama Bayan Hartfield'ın sözleri bir türlü zihnini terk etmiyordu. Dedikleri doğruydu, kimse bu işi kabul etmekle ilgilenmiyordu. Kimse düşman olarak gördükleri bir aile için çalışmak istemiyor, özellikle de çocuklarına ders vermekten kaçınıyordu. Ne yapacaktı şimdi, koca bir belirsizlik çukuruydu. Babası çok kızar mıydı acaba? Peki ya kardeşlerinin eğitimi, onu ne yapacaktı? Bir yolunu bulmak zorundaydı. O kadının davranışlarından sonra kardeşlerini ona hayatta emanet edemezdi. Babasıyla konuşmasına da izin veremedi. Çünkü ne diyeceğini, ne cevap vereceğini adı gibi biliyordu.

Bana da sarayda hakaret ediyorlar. Bazen sessiz kalmak en güçlü silahtır, diyecek; yerine başka birini bulamayacağını bildiğinden Bayan Hartfield'ı uyarıp, bir daha aynı şeyin tekrarlanmamasını söyleyerek konuyu orada kapatacaktı.

Fakat söz konusu kardeşleri olunca, Aceline böyle bir şeye izin veremezdi. O odaya girdiği ve kadının elini Anna'nın kolunda gördüğü saniye sinirleri hoplamıştı. Anna'ya canavar, Leo'ya da dolaylı yoldan beceriksiz diyen birini kardeşlerinin yanına yeniden yaklaştırmak şöyle dursun, onlara bir şeyler öğretmesine izin vermesi kesinlikle mümkün değildi.

Yemek odasının girişindeki ayak sesleri dikkatini dağıtınca başını kaldırıp kardeşlerinin yüzlerine baktı. Hemen gülümsedi, yemeklerini koymak adına ayağa kalktı. "Babam yine geç gelecek sanırım." dedi, hiçbir şey belli etmeyerek. "Biz başlayalım, o da geldiğinde yer."

Leo ablasına yardım ederek tabakları köşede duran yemek tepsilerinin yanına götürmüştü. Anna ise suratı asık, ablasının yüzüne bakmadan masaya yerleşti. Cevap vermedi, öfkesini gizlemedi.

"Bayan Wylie ciğer pişirmiş." derken tabaklara yemek koyuyordu, Aceline. "Tatlı olarak da en sevdiğinizden yapmış. Elmalı turta ve kuru üzümlü kurabiye. Eğer tabaklarınızı bitirirseniz iki dilim yemenize izin vereceğim."

Leonardo gülümsedi ve tabakları teker teker masaya götürdü. "Fazladan yeme hakkımı turta yerine kurabiyede kullanabilir miyim?" diye sordu, turtayı ablasının sevdiğini bilerek.

"Elbette kullanabilirsin. Peki ya sen, Anna?"

"Canım ne kadar isterse o kadar yerim. Kural koymana ihtiyacım yok."

Leo kardeşine şu an yapmamasını yalvaran işaretler gönderdi.

Aceline ise sandalyesine oturup derin bir nefes aldı. "Neden böyle düşünüyorsun?"

Anna ablasına öyle sert bakmıştı ki, nefret dolu bakışları onun yaşında bir çocuk için çok ağır kaçıyordu. "Çünkü sen benim annem değilsin ve bana ne yapacağımı söylemenden bıktım."

"Anna, bir daha sakın böyle konuşma." diyerek dişlerini sıktı, Leo.

"Sen de bana ne yapacağımı söyleme!" diye bağırdı, Anna. Yeniden ablasına döndü. "Sürekli sessiz kalmandan nefret ediyorum! Ezik ve bastırılmış bir kişiliğin var ve ben asla senin gibi olmayacağım!"

Aceline'ın tebessümü solmuş, gözlerine canının acıdığını gösteren kırgın bir bakış çökmüştü. Dilini bile oynatamadı.

Onun yerine Leo çattı kaşlarını. "Aceline ile böyle konuşamazsın."

"Kiminle nasıl istersem konuşurum! Onun dili yokmuş gibi avukatlığını yapmaya kalkma!" der demez başını geri Aceline'a çevirdi. "Bugün beni susturup odadan kovana kadar o kadına haddini bildirmeliydin- ama suçlu benmişim gibi beni susturdun! Ağzını açıp diğer insanları susturacak cesaretin yok, sürekli nezaket ve iyilikten bahsediyorsun ama korkağın tekisin!"

"Bunlar senin kelimelerin değil." diye fısıldadı, Aceline.

"Bunlar benim kelimelerim! Sen ağzını açamıyorsun diye benden de aynısını bekleme!"

"Ann, odana git!" dese de, Leo'nun sesini duyan olmadı.

"Buraya geldiğimiz günden beri herkes bizden nefret ediyor! Ben de onlardan nefret ediyorum ve onlara izin verdiğin için senden de nefret ediyorum!"

Aceline dolan gözlerini kırpıştırarak yutkundu. "Lütfen odana çık." dedi, sadece.

Anna sinirle ayağa fırladı. "Bazı insanların saygıyı ve nezaketi hak etmediğini anlaman gerekiyor! Artık bu kadar kör ve aptal olma!" dedikten sonra da koşarak yemek odasını terk etti.

Leonardo kıpırdayamadı. Aceline ağzını açamadı. Anna'nın sert sözleri yeni bir şey değildi elbette. Fakat o sert sözler hiçbir zaman Aceline'ın üstüne böylesi keskin bıçak darbeleri halinde inmemişti. Anna ablasıyla tartışacağı zaman asla böyle kötü şeyler söylemez, onu asla bu şekilde üzmezdi. Her şeyin bir ilki olduğunu ve bu tartışmaların, sözlerle yaralamaların da bir sonrakilerin ilki olacağını idrak edemediler, öngöremediler. İleride daha kötülerini yaşayacaklarını, abla ve kardeşin birbirlerinin yüzünü görmeden aylar geçireceğini, barıştıkları an ise iğrenç bir cinayet sonucu son kez ayrılacaklarını henüz bilmiyorlardı.

Tadı tuzu kaçmış yemek sofrasını takip eden sessiz gecede babaları eve gelmişti. Yemek yemeden çalışma odasına çıkmış, kendini oraya kapatmıştı. Aceline masayı toplayarak babasına ve kız kardeşine yemek ayırdı, acıkırlar ihtimaline karşı onların tabaklarını bir köşede bıraktı. Yemeğin ardından mutfakta oluşan dağınıklığı Bayan Wylie'e zorluk olmasın diye toparladı. Salona çeki düzen verdi, odasına giderek geceliğini giydi.

Uyuma saatinde hep yaptığı gibi kardeşlerini ziyaret etmek istiyordu ama, Leo'nun odasına girmeden önce gözleri Anna'nın odasının kapalı kapısına kaydı. İç çekişle birlikte erkek kardeşinin odasına girdi.

Leo ve Aceline'ın ilişkisi belki de evde en huzurlu olanıydı, kim bilir. Yaş farklarının azlığı, Leo'nun sevecen huyu ya da Aceline'ın anlayışlı kişiliği ikilinin arasındaki ilişkiyi daima ılıman ve yumuşak kılıyordu. Tam da bu nedenle ablasını gördüğünde suratına kocaman bir tebessüm yerleştirdi, Leo. Çoktan uyumak için girdiği yatağında doğruldu ve belini yatak başlığına yasladı.

"İyi misin diye bakmaya geldim." dedi, Aceline. Elindeki mumu kenara koydu ve gülümseyerek yatağın ucuna oturdu. "Üşüyor musun, terliyor musun, rahat mısın?"

"Ben iyiyim." derken yorganını düzeltti. "Asıl sen iyi misin?"

Aceline yutkunsa bile başını sallayarak gülümsemeye devam ediyordu. "Elbette iyiyim."

"Anna'nın söylediklerine kulak asma." Oğlanın kelimeleri yaşından daha olgun çıkıyordu. Öne atılarak ablasının elini sıkıca tuttu. "Hiçbiri doğru değil."

"Böyle atışmalar her ailede yaşanır, merak etme." Aceline güven verici bir tebessüm sundu kardeşine. "Anna'nın onları söylerken ciddi olmadığını biliyorum."

Fakat Leo, "Hayır, abla." diyerek başını yana salladı. "Böyle düşünerek hepsini sineye çekmek zorunda değilsin. Anna tavrının yanlış olduğunu bilmeli ve senden özür dilemeli. Yarın onunla konuşacağım."

"Leo-"

"Aranızı düzeltmesini sağlayacağım, söz veriyorum."

"Aramızı düzeltmek senin görevin değil." dedi ve bir elini onun omzuna atarak saçlarını okşadı. "Eğer her sorunun çözülmesi için araya girersen bir süreden sonra sen yorulursun. Bunu yapmanı istemiyorum."

"Fakat sen yapıyorsun."

"Ben sadece sizlerin mutlu olması için çabalıyorum."

"Ve yoruluyorsun." demesiyle, ablası sessizleşti. "Bizim için yaptığın fedakarlıkların farkındayım. Takdir edilmediğini düşünme, her birini takdir ediyorum."

"Biliyorum, tatlım-"

"Ve sana yardımcı olmak istiyorum. Artık büyüdüm, Aceline. İlgilenmen gereken bir çocuk değilim. Her birimizin yükünü tek başına taşımana izin vermeyeceğim."

Aceline'ın kalbi duyduklarından ötürü yumuşacık oluvermişti. "Sizleri ya da yaptıklarımı yük olarak gördüğümü mü sanıyorsun?" diye sordu, kardeşinin kumral buklelerini yüzünden geriye doğru okşarken. "Ailemle ilgilenmeyi seviyorum."

"Ama kimse seninle ilgilenmiyor." dedi Leo, istikrarlı bakışlarla. "Ben seninle ilgileneceğim. Bana bildiğin her şeyi öğret, mesela dikiş dikmeyi öğret ki kendi pantolonlarımı kendim dikeyim. Artık derslere katılmama gerek yok, onlar yerine evde sana yardım edeceğim-"

"Leo-"

"-gün içinde yaptığın her şeyi birlikte yapacağız. Babamın eve gelmesini birlikte bekleyeceğiz, sabahları birlikte uyanacağız-"

Aceline güldü. "Leo," dedi ve durdurdu onu. "Ne kadar büyük bir kalbin var, biliyor musun?" diyerek de kardeşini utanarak güldürdü. "Ev işlerinde bana yardım etmeyi önermen harika bir davranış. Ama inan bana, yardıma ihtiyacım olduğunda bunu dile getireceğim. Ve ihtiyacım olduğunda yardım etmeye hevesli birinin varlığını bilmek güzel."

"Ama ben yine de yardım etmek istiyorum."

Aceline gözlerinin azıcık dolmasına engel olamasa da, üzüntü ile ilgili bir duygusallaşma değildi bu. Leo'yu büyütürken ne kadar iyi bir iş çıkardığının canlı kanıtına seviniyor, istemsizce duygulanıyordu. Yine de ne olursa olsun, Leo'nun teklifini kabul edemezdi. Onun derslerini bırakıp ev işleriyle kafasını doldurmasına, koca bir evin sorumluluğu altında ezilmesine göz yumamazdı. Kolay gibi görünen ama kolay olmaktan uzak bir işti. Sırf Aceline çabucak büyümek zorunda kaldı diye aynısının, kaç yaşında olduğu fark etmeksizin, Leo'ya da olmasına izin vermeye gönlü razı gelmezdi. Anna ve Leo'nun hâlâ şansları varken çocuk olarak kalmalarını istiyordu. Çocukça hatalar yapmalarını, çocukça davranmalarını. Ve evet, dersten kaçıp bahçeye çıkmalarını uygun bulmasa bile, çocukça hatalara ve çocukça davranışlara o da dahildi. Büyümekten daha iyi bir seçenekti, en basit haliyle. Büyümek zorunda kalmaktan da öyle. Zaten öyle ya da böyle büyüyeceklerdi, biraz daha çocuk kalmalarının kime zararı olabilirdi ki?

"Bana yardım etmek istiyorsan derslerini aksatma." dedi ve dolan gözlerindeki mutluluk yaşlarının akmasını güzelce engelledi. "Daima sevecen ve kibar olmaya devam et. Bir de ağaca tırmanma. Bunları yaparak en büyük yardımı etmiş olursun, anlaştık mı?"

"Fikrini değiştirmeme izin vermiyorsun. Benim hâlâ çocuk olduğumu düşünüyorsun."

"Benim için bir süre daha çocuk olarak kalabilir misin, peki?"

"On altı yaşındayım, Aceline."

"Bir yıl daha?" diyerek tatlılıkla gülümsedi. "Bir yıl daha çocuk olarak kal, zaten sonrasında seni çocuk olarak görmek zorlaşacak."

Leo, ileride bunun için ablasına teşekkür edeceğini bilmeden iç çekti ve pes etti. "Bir yıl daha." dedi, sıkıntıyla. "Ama on yedi olduğum saniye büyüdüğümü kabulleneceksin."

"Söz veriyorum."

"Tamam..."

"Şimdi doğruca yatağa. Saat geç oldu."

Leo yatağa geri uzandı, ablasının yorganın köşelerini düzeltmesine karşı koymadı. Aceline kardeşinin alnına hoş bir öpücük bırakmış, gülümserken mumunu alarak kapıya yönelmişti.

"Seni seviyorum, Leo." diye fısıldamıştı.

"Ben de seni seviyorum." diyerek gülmüştü, kardeşi de.

Leo'nun baş ucundaki mumu söndürüşünü izledi, gözlerini kapattığından emin oldu. Yavaşça çıktı odadan. Kapıyı da yavaşça kapattı.

Burnundan aldığı ve usul usul geri bıraktığı nefesi az kalsın ellerindeki mumun ışığını söndürüyordu. Gözleri bir kez daha Anna'nın kapısına kaydı. Ona kırgın olabilirdi. Söylediklerini sindirmesi an itibariyle imkansız gibiydi ama, kardeşini görmeden uykuya dalamazdı. Çoktan uyumuş da olsa en azından saçlarını okşamadan, yanağından öpmeden başını yastığa koyması Aceline için mümkün değildi. Sonuç olarak kapısını sessiz hareketlerle açtı ve odaya göz attı. Başının yanındaki mum hâlâ yanıyor, Anna ise sırtı kapıya dönük bir şekilde uzanıyordu.

"Uyanık olduğunu biliyorum. Mumun yanıyor." diye fısıldadı, elinde olmadan.

Anna'nın kısa sessizliğini "Beni yalnız bırak." sözcükleri bozdu.

Aceline başını bükerek dudaklarını yaladı. "Peki." dedi. "Eğer acıkırsan kibritlerin nerede olduğunu biliyorsun." Arkasını dönüp gidecekken ise Anna'nın burnunu çekişini duydu ve durdu. Ağlıyor muydu... Ağlarken onu yalnız bırakamazdı. Üstelik- kalbindeki bütün ağırlığı kenara atarak pes etti. Onunla konuşup sorunun ne olduğunu anlamadan, çözmeden, Anna'nın yeniden gülümsediğini görmeden gitmeyecekti. Kapıyı kapatarak mumu şöminenin üstüne bıraktı. Yatağa yaklaştı ve başını uzatıp Anna'nın yana dönmüş yüzünü görmeyi denedi. "Anna?"

"Beni yalnız bırak dedim, anlamıyor musun?"

"Neler olduğunu anlatmadan gitmiyorum."

Sert bir edayla "Bir şey olduğu yok." derken, yaşlarını sinirle ablasından gizlemeye çalıştı. Burnunu çekti ve yüzünü yastığa gömdü. "Git."

"Anna."

Anna aniden kafasını kaldırdı ve ancak o zaman ne hâlde olduğunu gösterdi. "Git diyorum sana, git işte! Beni yalnız bırak!"

Aceline'ın kalbi gördüğü manzarayla bin küçük parçaya ayrılmıştı. Kırmızı şiş gözler, ıslak yanaklar, pembeleşmiş bir burun... "Anna." diye fısıldadı ve hızla yatağa, onun yanına oturdu. Anna'nın karşı koyuşlarına aldırmadan eliyle kızın kolunu okşadı. "Neler olduğunu anlat bana. Bütün bunlar seni odadan çıkardığım için mi?"

"O iğrenç kadını azarlamak yerine beni azarladığın için!" diyerek diğer tarafa döndü. Burnunu çekti yine. "Ben yanlış hiçbir şey yapmadım."

"Yanlış bir şey yaptın demedim ki."

"Ama beni savunmadın- o kadına beni savunduğunu göstermedin! Yarın eve geldiğinde yine aynı şeyleri söyleyecek bana!"

Aynı şeyler mi... "Ne demek aynı şeyler? Sana neler diyordu?"

Anna'nın sesi gitti. Akıttığı yaşlarını sildi ama tek kelime edip cevap vermedi.

"Anna? Sana neler diyordu?"

"Boş ver."

"Lütfen anlatır mısın?"

"Niye anlatayım ki, beni yine savunmayacaksın."

Aceline iç çekti. Normalde Bayan Hartfield'ın artık burada çalışmayacağını kadının yerine başkasını bulduktan sonra söyleyecekti ama, Anna'nın savunulmadığını düşünmesine ya da savunulacak kadar önemli hissetmemesine daha fazla dayanamazdı. "Odadan çıkmanı istedim çünkü odada kaldığın süre boyunca Bayan Hartfield sana kelimeleriyle saldırmaya devam edecekti. Daha fazla o ortamda durmanı istemedim." dedi. "Ve eğer bilmen gerekiyorsa Bayan Hartfield ve ben yalnız kalınca küçük bir sohbet ettik. Artık bizimle çalışmayacak."

Anna'nın gözleri ablasının oturduğu tarafa kaysa da bedeni hareket etmedi. "Onu kovdun mu?"

"Sadece işini uygun koşullar altında yapamayacaksa gitmesinin daha iyi olacağını söyledim."

"Yani onu kovdun?"

"Kovmak ağır bir kelime-"

"Onu benim için mi kovdun?" diyerek sırt üstü uzandı.

Aceline gülümsedi ve başını eğdi. "Sizlere saygılı davranmayan kimse çatımız altında duramaz." dedikten sonra bir kez daha okşadı kolunu. "Bilmelisin ki Anna, eğer sizlerin haklı ve karşı tarafın haksız olduğu bir durum varsa, ben daima sizi savunacağım. Herkese karşı kibar ve iyimser yaklaşmam, o kişilerin haksız ya da kötü olduğunu görmüyorum demek değil. Tıpkı çoğu zaman konuşmamamın ve sessiz kalmamın, söyleyecek hiçbir şeyimin olmamasından kaynaklanmaması gibi." Gülümsemesini kaldırdı, birazcık ciddi bir ifade takındı. "Diğer insanların senin gibi davranmaması, olaylara senin verdiğin tepkiyi vermemesi onların kalbini kırabileceğin ve onları küçük göreceğin anlamına gelmez. Bunu sakın unutma. Masada bana söylediğin şeyler kalbimi kırdı, evet. Fakat ondan da öte kalbimi kıran şey, benim sana bundan daha iyisini öğrettiğimi sanmamdı."

Anna hemen "Fakat beni savunmadığını sanmıştım, sinirliydim-" diyerek inat etmeye çalışsa da, ablasının bakışlarıyla sustu. Yorganın altından çıktı, oturdu ve burnunu çekerek başını büktü. "Özür dilerim."

"Peki benden neden özür dilediğini biliyor musun?"

"Çünkü kalbini kırdım."

"Ne yaparak?"

"Sana kötü şeyler söyleyerek."

"Bilmene sevindim." deyip ifadesini yumuşattı. "Şimdi lütfen bana Bayan Hartfield'ın sana neler söylediğini anlatır mısın?"

Anna önce tereddüte düştü. Gözlerini kaçırdı, yorganının uçlarını sıktı. "Annem burada değil diye böyle olduğumu söyledi." dedi, sesini istediği tonda çıkarmayı başaramayarak. "Sorunlu bir çocuk olduğumu. Kimsenin beni sevmemesinin onu şaşırtmadığını."

"Ne zaman söyledi bunları?"

"Yalnız kaldığımız her zaman böyle şeyler söylüyordu."

Aceline belirsiz bir öfkeyle kadına içinden lanetler okudu. Keşke önceden haberi olsaydı da, nezaketini bir seferliğine rafa kaldırsaydı. "Niçin bana anlatmadın?"

Anna hemen gardını geri kuşandı. Kırılganlığını sertçe gizledi. "Çünkü benimle alay edip, bebek gibi ablana mı şikayet edeceksin diyordu. Ben bebek falan değilim. Ayrıca onunla kendim baş edebiliyordum, senin bilmene gerek yoktu."

Nereden başlayabilirdi ki... Ne diyebilirdi; kardeşine iyi örnek olmak ve sinirine yenik düşerek Bayan Hartfield'e hakaret etmek arasında gidip geliyordu zihni. Anna'nın, onun yaşında bir çocuk için fazla kaçan öfkesine, sertliğine, üzerine kalın bir kabuk örmesine ve bunun gibi onlarca küçük detayına seyre daldı. Başaramamışım, dedi kendi kendine. Onları korumak için yarattığım bu güvenli yeri yeterince güvenli yapamamışım. Kalplerinin kırılmasını ve incinmelerini tam anlamıyla engelleyememişim.

"Anna, beni iyi dinlemeni istiyorum." diyerek kardeşinin başka yöne kaçan gözlerini kendine çevirdi. "Sevgi, kolay hissedilen bir şey değildir. Herkes hissedemez. Onu hissedemeyen insanların kalpleri, uzun süre susuz kaldığı için çatlayan ve sertleşen toprak gibidir. Bayan Hartfield'ın kalbi de öyle işte. Aynı sevgisizliği, ümitsizliği ve nefreti kelimeleriyle sana aşılamasına izin vermemelisin."

"Ama doğru değil mi? Annem nerede, neden bizi merak edip gelmiyor? Belki de o yanımızda değil diye böyleyimdir."

"Annem istemediği için değil, gelemediği için burada değil. Fakat bu bizi sevmiyor anlamı taşımıyor ki." Elini yanağına koydu. "Ve sende hiçbir sorun yok. Sana baktığımda zor şartlar altında büyüyen, buna rağmen küçük şeylerden zevk alan, eğlenceli, zeki, biraz yaramaz ama ışıl ışıl bir kız görüyorum. Kendini benim gözlerimden görebilseydin, haklı olduğumu fark edebilirdin."

"Sadece beni rahatlatmak için böyle konuşuyorsun."

"Sence ben yalan söylemeyi becerebilen biri miyim?"

Anna buruk ve sert ifadesinin altından istemsizce güldü. "Hayır."

Bunu gören Aceline ise onun gülüşüne ortak oldu. "O halde doğruyu söylediğimi biliyorsun. Hem, kimsenin seni sevmediği yalanına nasıl inanabilirsin? Annem her mektubunda seni soruyor, Katherina'nın seni sevdiğini ve çok özlediğini yazıyor. Leo senin için bu hafta dördüncü pantolonunu yırttı. Babam her gece siz uykuya daldıktan sonra sırf gün içinde göremiyor diye gelip sizleri öpüyor. Hatta Bayan Wylie'nin bile favorisi sensin, sütün neden çabucak bittiğini bilmiyor muyum sanıyorsun?" deyip kardeşini daha da güldürdü. "Ve ben," dedi, eğilip alnını öperken. "Seni bu dünyadaki her şeyden daha çok seviyorum. Ömrümün sonuna kadar da seveceğim."

"Söz mü?"

"Söz."

Anna kesinlikle hafiflemiş, rahatlamış ve öfkesiyle sertliğini omuzlarından atmıştı. Şu an böyleydi. Fakat yaşı ilerledikçe bazı şeyler aynı kalacaktı ne yazık ki. Sevilmeye olan güvensizliği, diğerlerine beslediği nefreti, nefretlerine duyduğu öfkesi ve diğer her şey uzun yıllar yakasını bırakmayacaktı. Sevdiklerini kaybetme korkusu ve dışarıdaki nefretin yoğunluğu ise küçük kızın yakın bir zamanda kendi öz ablasını yanından uzaklaştırmasına neden olacaktı. Kısacası yalnız ve sevgisiz kalmaktan delice korkup; sevdiklerini, onu terk edecekleri acı günü beklemeden kendi elleriyle itekleyecekti. Pişman olacaktı. Yanlış yollarda çözüm arayacak, geçmişe dönebilmeyi dileyecekti.

Ama bunların hepsi için daha çok erkendi. On iki yaşındaki Anna ablasına sarıldı, öpücüklerine karşılık verdi, yatağına uzandı ve yüzünde memnun bir tebessümle gözlerini kapattı.

Aceline ise kardeşinin başucundaki mumu söndürmüş, sessiz adımlarla odasından çıkarak kapıyı kapatmıştı. Tam alt kata inip koridordaki mumları da söndürmek üzereyken, babasının çalışma odasının kapısı açıldı. Eric kızını çağırdı ve odaya geri dönerek gelmesini bekledi.

Bayan Hartfield'ın kovulduğunu öğrenmiş miydi acaba? Aceline'ın planı sabah sakin ve uygun bir şekilde babasıyla konuşmaktı. Ya da yine maddi açıdan bir sıkıntı mı patlak vermişti de yanına çağırmıştı? Oysa Aceline paralarını dikkatli kullanmak adına her gün çabalıyordu. Gelir ve gider notlarını mutlaka babasının çalışma masasına bırakıyor, incelemesini sağlıyordu. Büyük ihtimalle bugününkileri bırakmayı unuttum, diye düşünerek kendinden şüphe etti. Çalışma odasına girdi, kapıyı arkasından kapattı.

"Hâlâ hiçbir şey yemedin mi, baba?" sorusu, ağzından çıkan ilk şeydi. "Dilersen sana ayırdığımız tabağı getirebilirim."

Eric dikkatini kızına verip başını salladı. "Ah, hayır tatlım, gerek yok." dedi. "Acıkırsam ben inip alırım."

"Masana bıraktığım notlarda mı bir sıkıntı var?"

"Hayır, hepsi iyi." diyerek kızına yanına gelmesi için işaret verdi. "Sadece seninle konuşmak istedim."

Aceline elindeki mumu bırakıp koltuğa oturdu. "Ne hakkında?"

Kızındaki gerginliği göremeyen Eric, önündeki kağıtları kenara koyarak derin bir nefes aldı. "Aceline." dedi.

"Evet?"

"Sana karşı dürüst olacağım."

"Peki..."

"Bildiğin gibi artık on sekiz yaşındasın." dedikten sonra arkasına yaslandı. "Ailemizin maddi olarak pek de iyi bir durumda olmadığının farkındasın, kızım."

Aceline bu konuşmanın nereye gideceğini anlamıştı. "Farkındayım."

"Ben düşündüm de, belki de artık evlenme vaktin gelmiştir." der demez durdu ve kızındaki tepkiyi ölçtü, olumsuz bir tepki almayınca da devam etti. "Eğer dilersen saraydaki biriyle sana güzel bir evlilik ayarlayabilirim. Kont Beacham'ın oğlu Oxford'dan yeni döndü. Genç ve zeki biri. Babasından sonra kont olacak, büyük başarı vaat ediyor. Bize karşı da diğerleri gibi kin dolu değiller, pek sevdikleri söylenemez ama onlara teklif sunarsam kabul ederler." deyip kendi kendine güldü. "Gençsin, güzelsin, donanımlı ve zekisin. Eğer bana tamam dersen, ileride muazzam bir kontes olabilirsin. Evliliğinin ailemize sağlayacağı katkıya değinmiyorum bile. Ne diyorsun?"

Aceline gözle görülmeyecek bir şekilde dudağını ısırdı. Kucağına yerleştirdiği ellerine baktı ve ellerine bakarken ağzını açtı. "Elbette sana katılıyorum, baba." dedi. "İyi biriyle ailemize yarar sağlayacak bir evlilik yapmayı ben de isterim."

"O halde-"

"Fakat." diyerek kaldırdı başını. "Şimdi değil."

Eric'in saniyelik neşesi şaşkınlığa dönüştü. "Neden?"

Aceline oturağında babasına doğru döndü. "Anna ve Leo henüz çok küçük." demesiyle, babası dudaklarından bıkkın bir homurtu çıkarmıştı. "Evlendiğim zaman eşimin ailesiyle yaşamam gerekiyor. Onları şimdi bırakıp gidemem. Sen her gün sabahtan akşama kadar çalışıyorsun, bazen gecelerin sarayda geçiyor. Bayan Wylie ve kızları buraya taşınmayı istemiyorlar, onlara kaç kere teklif etmeme rağmen kendi evlerinde kalmak istediklerini söylediler. Ben gidersem Anna ve Leo ile kim ilgilenecek?"

"Tanrı aşkına, Aceline." Eric masasından kalkarak Simone'un Fransa'dan yolladığı kimisi açık kimisi kapalı şarap şişelerinin yanına yürüdü. "Evlendiğinde elimize geçecek çeyiz parasıyla Bayan Hartfield'ın maaşını yükseltip burada yaşamasını söyler, onlara hem dadı hem de muallime ayarlamış olurum."

"İhtiyaçları olan şey yatılı bir dadı değil, onları gerçekten önemseyen ve seven biriyle büyümeleri gerekiyor." derken iyice gerilmişti omuzları.

"Anna ve Leo sensiz idare etmeyi öğrenecekler. Sonsuza kadar burada onlarla yaşamanı bekleyemezler."

"Sonsuza kadar değil, sadece bir süre daha."

"Şu an hiç de mantıklı düşünemiyorsun, Aceline."

Aceline babasının kendine şarap dolduruşunu ve sıkıntıyla şakaklarından birini ovalayışını oturduğu yerden izliyordu. Kucağındaki ellerini sıkarak derin bir nefes aldı ve kabuk bağlamış yaranın kabuğunu koparır bir edayla "Bayan Hartfield'ı işten çıkardım." dedi.

Eric hızla kızına döndü. "Ne yaptın?"

"Anna ve Leo ondan daha iyisini hak ediyor-"

"Ama ondan daha iyisini bulacak paramız yok ve bunu biliyorsun!"

"Sinirlenmeden önce-"

"Bana sormadan nasıl birini işten çıkartırsın?"

"Onlara hakaret ediyordu-"

"Öyleyse gelip bana söyleyecektin." dedi ve kadehini sinirle masaya koydu. "Ben halledecektim, sen değil."

"Senin ne zaman müsait olacağın belli olmu-"

"Sarayda bana da hakaret ediyorlar fakat hakkımızda her kötü konuşanı yanımızdan uzaklaştırsak yüzüne bakacak kimsemiz kalmaz-"

Bu defa sözü kesilen Eric oldu. "Onlar sen değil." diyerek durdurdu babasını. "Onlar daha çocuk. Burası saray değil, burası evimiz. Yuvamız." diyerek de çizgisini yumuşak ama kararlı bir sesle çizdi. "Baba, çevremizde yeterince nefret var, sen de farkındasın." dediğinde babasındaki anlık kızgınlığın gitmeye yeltendiğini, fakat maalesef inadının ve başını saran sorunların kızgınlığını tamamen götüremediğini izliyordu. "Bu evin dışında her türlü düşmanlık, nefret, öfke ve kin var. Burayı Anna ve Leo için güvenli bir yer haline getirmek adına yıllarımı verdim. Üzgünüm fakat o nefretin evimizin içine girmesine müsaade edemem. Bana ne kadar kızsan da kardeşlerimin rahatça, özgürce, çekinmeden ve korkmadan kendileri olabilecekleri bir yerde büyümeleri gerekiyor. Güvende hissedebilecekleri bir yerde. Sadece beni anlamanı istiyorum."

"Ben de senin beni anlamanı istiyorum. Her şey o kadar kolay değil." dedi, Eric. Hâlâ kızgındı. Hâlâ alnının ortasında sinsi bir ağrı dolanıyordu. Ensesine iniyor, gözlerine bastırıyordu. Nefret ettiği o ağrı ile savaşmak adına kadehinden yudumlayarak masanın etrafından koltuğuna yürüdü. İç çekti. "Bayan Hartfield verebileceğimiz paraya tamam diyen tek kişiydi, başka kimse kabul etmiyor."

"Bir yolunu buluruz, daha önce bulmadık mı?"

"O kadar kolay değil diyorum sana. Anna ve Leo'yu seviyorum, Tanrı biliyor sizi canımdan çok seviyorum ama kolay değil. Burada hiçbir şey kolay değil ve ben nasıl ayak uyduruyorsam, çocuk dahi olsalar onlar da ayak uydurmak zorundalar."

"Belki Anna ve Leo bir süreliğine annemin yanına gitseler-"

"Hayır."

"Fakat orada iyi bir eğitim alabilirler."

"Hayır, dedim."

Aceline nedenini soramadı. Babasının onları neden burada tutmaya çalıştığını anlayamadı. Neden annelerinden ayrı olduklarını, neden buradaki nefrete katlanmak zorunda kaldıklarını, neden çocuk yaşta böyle bir hayata mahkum edildiklerini... Soramadı, çünkü tıpkı her sormaya yeltendiği zamanda olduğu gibi, yine keskin bir hayır almıştı. Cevabı hep, hayır idi.

"Büyüyorsun, Aceline." dedi, Eric. "Onlar da büyüyecek. Büyüdükçe öğrenecekler, büyüdükçe alışacaklar. Onları savunup, onlarla ilgilenmek için daima yanlarında olamazsın. Onları daima güvende tutamazsın. Bazen canları acıyacak, yaralarını kendileri kapatacaklar."

"Büyüdüklerinde, karşılaşacakları sorunlarla kendileri baş edecekler, evet. Ama henüz bunu yapmalarına gerek yok. Bu kadar çabuk büyümelerine gerek yok, baba."

"Ama sen onları böyle üstlerine titreyerek büyüttükçe her sorunda sana koşacaklar. Onları kolaya alıştırıyorsun."

Aceline masanın üstünden eğilerek babasının elini tuttu. "İnan bana, kolaya alışmıyorlar." diyerek gülümsedi. "İkisi de neyle karşı karşıya olduklarını biliyorlar. Zekiler, güçlüler, cesurlar. Şu kapının dışındaki dünyayı tanıyorlar. Fakat o dünyaya adım atmadan önce mutlu bir çocukluk geçirmelerini istiyorum. Geçmişe bakıp bu evde yaşadıkları huzurlu günleri gülümseyerek hatırlamalılar. Ve büyüyüp kendi hayatlarını kendi kararları doğrultusunda yaşamaya başlayana kadar, izin ver yanlarında olayım."

Eric kızının güven veren sözleri, tatlı gülümsemesi, yumuşak dokunuşu altında sakinleşse de, sıkıntılarını ve endişelerini tamamen kaldırıp atamıyordu. "Bayan Hartfield'ın yerine birini bulmam gerek. Belki Noel için ayırdığımız parayı kullanabiliriz."

"Noel ailecek vakit geçirebildiğimiz özel bir gün. Anna ve Leo'ya ben ders veririm. En azından durumumuzu düzeltene dek."

"Eğer annen eğitimini küçük yaşta başlatmasaydı ne yapardım bilmiyorum." diyerek kızının elini okşadı. "Eğer sen yanımda olmasaydın ne yapardım, onu da bilmiyorum."

Bunu duymak Aceline için hediyelerin en güzeliydi. "Her şey yoluna girecek, baba." diye fısıldadı. "Her karanlık gecenin ardından aydınlık bir gün başlar. Bu karanlık geceler de geçip gidecek."

"Güneş yeniden üstümüzde parlayacak mı, bazen emin olamıyorum."

"Tabii ki parlayacak. Biz sabırlı ve iyi olalım, gerisi kendiliğinden gelir."

"Peki o zaman, senin dediğin gibi olsun." dedikten sonra yine iç çekti. Kızının elini öperek bıraktı. Kağıtlarını aldı önüne. Aceline doğrulup kapıya yöneldiğinde ise başını kaldırarak kızına baktı. "Aceline."

"Evet?"

"Kendi mutluluğunu ve hayatını başkaları için asla ikinci plana atma. Onları ne kadar çok sevsen bile." Başını indirdi, kağıtlarına gömüldü. "Bazen bencil olmak gerekir."

Aceline yorum yapmadı buna. Kısa süreliğine babasını izledikten sonra "İyi geceler, baba." dedi ve odadan çıkıp kapıyı kapattı.

Koridorun karanlığını aşarak alt katın karanlığına indi. Elinde tuttuğu mumun kasvetli duvarları aydınlatmasını sağladı. Dolandı, kapıları ve pencereleri kontrol etti. Biraz daha dolandı, yanan birkaç sönük mumu söndürdü. Ve düşündü. Kendi odasına çıkmadan önce alt katın girişinde bir başına dikilip, güzel anlar ve canlı gülüşlerle emek emek ısıttığı soğuk evin sessizliğini dinledi. Arkasında kalan büyük kapıdan ilk girişlerinde, biri sekiz diğeri dört yaşında olan kardeşlerinin elini sıkıca tutan o küçük, şaşkın, tedirgin on yaşındaki kızı canlandırdı gözünde. Keşke bir süre daha çocuk kalabilseydi.

Bencil olmak, Aceline Brunella'nın bilmediği tek şeydi. Eğer bencil olsaydı şu an kardeşleri huzurla yataklarında uyumuyor olurdu. Eğer bencil olsaydı babasının elini tutacak kimsesi olmazdı yanında. Ve eğer bencil olsaydı bu ev sıcacık bir yuvaya dönüşmezdi.

Bencil olamadığı için şükretti. Yorucuydu. Can acıtıyordu ama, bencil olup da sevdiklerinin canının acımasına, onların yorulmasına sessiz kalabilir miydi? Minnet duygusuyla gülümsemek istedi aniden. Bencil olamadığı için şükretmek, yüzüne samimi bir tebessüm koymalıydı ama, kapıdan ilk girişinde korkuyla bakımsız evi inceleyen on yaşındaki kızın bakışlarını gözünde canlandırmaya devam ettikçe, dudakları da içinde kabarmaya uğraşan tebessüme karşı koyuyordu.

Tek kaldığında gülümseyemediğini fark etti, Aceline. Etrafında gülümsemesiyle rahatlatabileceği ve sevindirebileceği kimsesi olmayınca dudaklarının ucu bir türlü havaya kalkmadı. Mutlusun, dedi zihnindeki ses. Merak etme, onlar mutlu oldukça sen de mutlusun. Gerisini düşünme.

Yavaş yavaş basamakları çıktı ve kendi odasının yolunu tuttu. Her saniyesini özenle planladığı günün son maddesini uygulayarak yatağına yürüdü; kendine, mutlu olduğunu hatırlatmalıydı. Bencil olmamalıydı. Şikayet etmemeliydi. Mutluydu çünkü. Mutluydu, değil mi?

Yatağına uzandı, elindeki mumu başucuna koydu. Yorganı omuzlarına kadar çekerek yatağının tavanını kaplayan tül perdeyi izledi. Ailesi için bencil olamayacağını, onların refahının her şeyden önce geldiğini, burada güvende olduklarını yarın da sürdürmesi gereken günlük rutininin arasına sıkıştırıp, hepsini birden tekrar edip durdu. Ve hayatı boyunca atacağı ilk bencil adımın canına mâl olacağını hesap edemeden, başucundaki mumu tek nefesle söndürdü.

Continue Reading

You'll Also Like

12K 16.3K 57
[WattpadRomance TR Okuma Listesinde] Zihnimde akmakta olan bir kum saatinin sesini duyuyordum. İnce, dar kısımdan geçen tanecikler üzerime doğru akıy...
FATİH'İN MÜNECCİMİ By Su

Historical Fiction

5.2K 500 13
Biraz daha yasasaydi Hazreti Fatih Ne Venedik kalacakti, ne Floransa... Ya sonra ? Fatih hayranı genç bir tarih öğrencisi kendini 2. Mehmet'in devrin...
AlGon🌼🤍 By okuyanladyy

Historical Fiction

57.2K 3K 49
"Aklına pek güvenme yani Alaeddin, bir güzelin gülüşüne bakar yitirmen" Diyen Orhan'a baktı Alaeddin... Etrafı kasıp kavuran Moğol, gözünü bu defa da...
12.6K 1.1K 45
Önünde sıralanmış olan dolaplara doğru baktı. Çantasını omzundan çıkardı ve kendini dolabın önüne atarak olduğu yere oturdu. Çantasını önüne koyarak...