Savaş ve Barış

De ClassicsTR

6.9K 168 13

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... Mai multe

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII

16 0 0
De ClassicsTR



Petya, ailesinden ayrılıp Moskova'dan çıktıktan sonra alayına katılmış, çok geçmeden de büyük bir kuvvete kumanda eden bir generalin emir subayı olmuştu. Subaylığa terfi edeli, özellikle aktif orduya girip Vyazma Savaşı'na katılalı beri, artık büyüdüğü, adam olduğu için sürekli tatlı bir sevincin coşkunluğu içindeydi. Gerçek bir kahramanlık fırsatını kaçırmak korkusuyla arasız bir heyecan ve telaş hissediyordu. Orduda gördüğü, yaşadığı şeylerden çok memnundu. Bununla birlikte, asıl kahramanca işler kendisinin bulunmadığı yerlerde oluyor gibi geliyordu ona. Ve o bulunmadığı yerlere yetişmek için can atıyordu.

21 Ekim'de general, Denisov'un müfrezesine birini göndermek arzusunu açığa vurunca Petya kendisinin gönderilmesini o kadar acıklı bir ifadeyle yalvardı ki, general reddedemedi. Ama onu gönderirken, Vyazma Savaşı'ndaki çılgınca hareketini, gönderildiği yere yolu takip ederek gidecek yerde, atını savaş hattına, Fransızların ateşi altına sürerek orada tabancasıyla iki el ateş etmesini hatırlayarak, Denisov'un herhangi bir hareketine katılmaktan men etti. Denisov ona kalıp kalamayacağını sorduğu zaman Petya bundan ötürü kızarmış, şaşırmıştı. Orman kenarına gelinceye kadar, Petya görevini harfi harfine yerine getirerek hemen dönmesi gerektiğini düşünüyordu. Ama Fransızlar, Tihon'u görüp de gece mutlaka baskın verileceğini öğrenince, şimdiye kadar çok saygı gösterdiği generalin değersiz bir adam, bir Alman olduğuna, Denisov'un, yasavulun, Tihon'un birer kahraman olduklarına, böyle zorlu bir anda, onları bırakıp gitmenin ayıp olacağına, bir görüşten diğerine geçişte gençlere has bir hızla karar verdi.

Denisov, Petya ve yasavulla toplanma yerine vardığı zaman ortalık artık kararıyordu. Yarı karanlıkta eyerli atlar ve meydanda kulübecikler kuran ve (Fransızlar duman görmesin diye) ormanın sel çukurunda kor haline gelmiş ateşler yakan Kazaklar, hussar'lar görünüyordu. Küçük bir kulübenin sofasında bir Kazak, kollarını sıvamış koyun eti doğruyordu. Kulübenin içinde Denisov müfrezesinden üç subay vardı, bir kapıyı masa gibi düzenlemeye çalışıyorlardı. Petya ıslak elbiselerini çıkarıp kurutmaya verdi ve hemen yemek masası kurma işinde subaylara yardıma koyuldu.

On dakika sonra masa hazırlanmış, üstü sofra beziyle örtülmüştü, masada votka, bir matara rom, beyaz ekmek, kızarmış koyun eti ve tuz vardı.

Subaylarla birlikte sofraya oturup her yerinden yağlar akan elleriyle, güzel kokulu yağlı koyun etini parçalarken Petya kalbinde herkese karşı derin ve çocukça bir sevginin heyecanını duyuyor; başkalarının da kendisine karşı aynı duyguları beslediğine inanıyordu.

Denisov'a seslenerek, "E, ne dersiniz, Vasiliy Fedoroviç," dedi, "sizinle bir gün kalırsam bir şey olur mu?" Muhatabını beklemeden yanıtı kendisi verdi: "Öğrenmem emredilmişti, işte ben de öğreniyorum... Yalnız bırakın beni en... en önemli yere... Bırakın beni... Ödül istemiyorum... Şunu istiyorum ki..." Petya dişlerini sıktı, dik tuttuğu başını sarsıp elini sallayarak etrafına bakındı.

Denisov gülümseyerek, "En önemli yere..." diye tekrarladı.

Petya, "Yalnız rica ederim, bana bir takım veriniz, ben kumanda edeyim," diye devam etti, "ne olursunuz! Ah bıçak mı?" Eti kesmek isteyen bir subaya döndü, çakısını ona uzattı.

Subay çakıyı beğendiğini söyledi. Petya kızararak, "Sizde kalsın efendim. Bende böyle çok var..." dedi. "Ah! Büsbütün unutmuşum yahu!" diye birden haykırdı. "Bende kuru üzüm var, harika, çekirdeksiz. Bizim kantinci yenidir, çok iyi şeyleri var. On funt (409,5 gram) aldım. Tatlısız yapamam. İster misiniz?" Petya sofaya, Kazak'ın yanına koştu, içinde beş funt kadar kuru üzüm bulunan bir dağarcık getirdi. "Yiyin beyler, yiyin."

Yasavula dönerek, "Kahve cezvesi lazım değil mi?" dedi. "Bizim kantinciden harika bir cezve satın aldım. Mükemmel şeyler var onda. Hem çok namuslu bir adam. İşin başı bu. Size mutlaka göndereceğim. Hem belki de çakmak taşlarınız tükenmiştir. Olur ya. Yanıma aldım, işte şurada..." Dağarcığını gösterdi. "Yüz tane çakmak taşı var. Çok ucuza aldım. Ne kadar lazımsa alın, rica ederim, yoksa hepsi..."

Fazla gevezelik ettiğini düşünerek birden durdu ve kızardı.

Başka budalalıklar edip etmediğini hatırlamaya çalıştı. O gün olup bitenleri hatırlayarak trampetçi Fransız hakkındaki izlenimleri üzerinde durdu. "Bizim için mükemmel, ya onun için? Onu nereye soktular? Karnını doyurdular mı? Bir kötülük ettiler mi ona?" diye düşündü. Ama çakmak taşları konusunda fazla gevezelik ettiğini düşündüğünden artık konuşmaktan korkuyordu.

"Sorsam mı acaba?" diye düşündü. Kendisi çocuk olduğu için çocuğa acıdı diyecekler. "Ne biçim bir çocuk olduğumu yarın onlara gösteririm! Sonra ayıp mı olur acaba?" diye düşünüyordu. "Eh, hepsi bir!" Ve hemen kızararak, yüzlerinde alay ifadesi belirip belirmediğini görmek için ürkek ürkek subaylara bakarak dedi ki:

"Esir alınan şu çocuğu çağırsak olur mu? Yemek için ona bir şey vermek... belki..."

Denisov bunu uygun bularak, "Ya, zavallı çocuk," dedi. "Çağırın buraya. Adı Vincent Bosse. Çağırın."

"Ben çağırırım," dedi Petya.

Denisov, "Çağır, çağır. Zavallı çocuk," diye tekrarladı.

Denisov bunları söylerken Petya kapıda duruyordu. Subayların arasından geçti, Denisov'un yanına sokuldu.

"İzin verin sizi öpeyim," dedi. "Ah, ne mükemmel! Ne mükemmel!"

Denisov'u öperek dışarıya koştu, kapının eşiğinde durarak bağırdı:

"Bosse! Vincent!"

Karanlıkta bir ses, "Kimi arıyorsunuz, bayım?" diye sordu.

Petya bugün esir edilen genç Fransız'ı aradığını söyledi.

Kazak, "Ha! Vesionni'yi mi?" dedi.

Vincent adını Kazaklar Vesionni, mujikler ve askerler Viseniya şekline sokmuşlardı. Her iki şekilde de baharın akla gelmesi genç Fransız'ın görünümüne uygun düşüyordu.( Vesna, Rusça'da bahar demektir.)

Karanlıkta ağızdan ağıza geçerek giden sesler ve gülüşmeler duyuldu.

"Şurada, ateşin yanında ısınıyordu. Hey, Viseniya! Viseniya! Vesenni!.."

Petya'nın yanında duran bir Kazak, "Oğlan açıkgöz," dedi. "Az önce karnını doyurduk. Fena halde acıkmıştı!"

Karanlıkta ayak sesleri duyuldu, çıplak ayaklarını çamurda şaplatarak trampetçi kapıya yaklaştı.

Petya, "Ah, siz misiniz?" dedi. "Yemek ister misiniz? Korkmayın, size bir fenalık yapmayacaklar,"  diye ürkek ürkek ve şefkatle ekledi koluna dokunarak. " Girin, girin."

Trampetçi titreyen ve adeta çocukça bir sesle, "Teşekkür ederim, efendim," diye yanıt verdi ve çamurlu ayaklarını kapının eşiğinde silmeye başladı.

Petya trampetçiye çok şey söylemek istiyor ama cesaret edemiyordu. Sofada onun yanında ayak değiştirip durmaktaydı. Nihayet karanlıkta elini alıp sıktı.

Şefkatli bir fısıltıyla, "Entrez, entrez," diye tekrarladı.

Kendi kendine, "Ah, ona ne iyilik etsem!" dedi, kapıyı açarak genç adama yol verdi.

Trampetçi kulübeye girince Petya dikkati üzerine çekmeyi onur kırıcı sayarak ondan uzakta oturdu. Cebindeki paraları elliyor, onları trampetçiye vermenin ayıp olup olmayacağında tereddüt ediyordu.


VIII


Petya'nın dikkati, Denisov'un emriyle kendisine votka, koyun eti verilen, çetede alıkonulması ve diğer esirlerle karıştırılmamak için Rus kaftanı giydirilmesi emredilen trampetçiden Dolohov'un gelmesiyle ayrılmıştı. Petya, Dolohov'un olağanüstü yiğitliğine, Fransızlara karşı acımasızlığına dair orduda birçok şey duymuştu, onun için kulübeye girdiği andan beri Petya gözlerini ayırmadan ona bakıyor, Dolohov'un meclisine yakışmayan bir kimse olmamak için dik tuttuğu başını sarsarak, dik durmayan çalışıyordu.

Dolohov'un giyimi, sadeliğiyle Petya'yı hayrete düşürmüştü.

Denisov çekmen (Kafkaslara mahsus bir çeşit uzun ceket) giyiyordu, sakal bırakmıştı, göğsünde Aziz Nikolay'ın kutsal tasvirini taşıyor, konuşmasında, duruşunda konumunun özelliğini yansıtıyordu. Önceleri Moskova'da Acem elbiseleri giyen Dolohov'daysa, şimdi tersine özenli bir muhafız subayı görünümü vardı. Temizce tıraş olmuştu, düğme iliğine Giyorgiyev nişanı ilişik pamuklu bir muhafız ceketi giyiyordu, başında düz takılmış bir kasket vardı. Islak yamçısını köşede çıkardı; Denisov'a yaklaşarak, kimse ile selamlaşmadan hemen işler hakkında sorular sormaya başladı. Denisov, büyük müfrezelerin taşıt kolu hakkındaki planlarını, Petya'nın getirdiği tezkereyi, iki generale verdiği yanıtı ona bildirdi. Sonra Denisov Fransız müfrezesinin durumu hakkında tüm bildiklerini anlattı.

Dolohov, "Bu böyle ama ne kadar ve hangi kıtalar olduklarını bilmemiz gerekiyor," dedi, "gidip görmeli. Ne kadar olduklarını iyice bilmeden işe girişmek olmaz. Ben sağlam iş yapmayı severim. Kimse benimle onların karargâhına gelmek istemez mi? Yanımda üniformam da var."

Petya, "Ben, ben. Ben gelirim sizinle!" diye bağırdı.

Denisov, Dolohov'a dönerek, "Gitmene hiç de gerek yok," dedi, "onuysa asla bırakmam."

Petya, "İyi doğrusu!" diye bağırdı... "Niçin gitmeyecekmişim?"

"Evet, çünkü gerek yok."

"Ama affedin beni, çünkü... Çünkü... Gideceğim, işte o kadar." Dolohov'a dönerek, "Alıyor musunuz beni yanınıza?" dedi.

Dolohov, Fransız trampetçisinin yüzüne dikkatle bakarak dalgın dalgın, "Niçin almayayım?" diye yanıt verdi.

Denisov'a dönerek, "Bu delikanlı çoktan mı yanınızda?" diye sordu.

"Bugün yakaladılar ama bir şey bilmiyor. Yanımda alıkoydum onu."

"Peki, öbürlerini ne yapıyorsun?" dedi Dolohov.

Denisov birden kızararak, "Ne mi yapıyorum? Makbuz karşılığında gönderiyorum," diye haykırdı. "Ve cesaretle söyleyebilirim ki, sorumluluğunu vicdanımda taşıdığım tek bir kimse yok. Senin için otuz ya da üç yüz kişiyi muhafızların nezareti altında şehre göndermek, açık söyleyeyim, askerliğin şerefini lekelemekten daha mı zor sanki!"

Dolohov soğuk bir gülümsemeyle, "Bak, on altı yaşındaki küçük Kont'a bu tatlı sözleri söylemek yakışır," dedi, "ama sen bunları artık bir tarafa bırakmalısın."

Petya sıkılganca, "E, ben bir şey söylemiyorum ki, yalnız sizinle mutlaka geleceğim, diyorum," dedi.

Dolohov, Denisov'u kızdıran bu konudan özel bir haz duyuyormuş gibi, "Senin ve benim için, ahbap, bütün bu çeşit nezaketleri bir tarafa bırakma zamanı geldi artık," diye devam etti. "Peki, bunu niçin yanında tutuyorsun?" diyerek başını salladı. "Ona acıdığın için mi? Senin o makbuzlarını biz biliriz. Yüz kişi gönderirsin ama oraya otuz kişi varır. Yolda açlıktan ölürler ya da öldürülürler. Esir almamak da aynı şey değil mi?"

Yasavul ışıklı gözlerini küçülterek "doğru" der gibi başını salladı:

"Hepsi bir, lafı uzatmaya gerek yok. Manevi sorumluluğu üzerime almak istemem. Ölecekler diyorsun. İyi ya! Benim elimle ölmesinler de."

Dolohov güldü:

"Onlara yirmi defa beni yakalamalarının emredilmediğine inanır mısın? Yakalasalar beni de, şövalyeliğine bakmadan seni de akçakavak dalında sallandırırlar." Sustu. "Ama bir şeyler yapmamız gerekiyor. Kazak'ımı eşyaları aramaya göndermeli! Bende iki Fransız üniforması var. E, gidelim mi birlikte?" diye sordu Petya'ya.

Petya kulaklarına kadar kızardı, "Ben mi? Evet, evet, tabii!" diye haykırdı Denisov'a bakarak.

Dolohov esirlere yapılacak muamele üzerinde Denisov'la tartışırken Petya yine bir huzursuzluk, bir telaş hissetti; ama onların neden söz ettiklerini tam olarak anlamayı yine başaramadı. "Büyükler, tanınmış kimseler böyle düşünüyorlarsa demek böyle gerekiyor, demek böylesi iyi," diye düşündü. "Asıl mesele kendisine itaat ettiğimi, bana emredebileceğini Denisov aklına getirmemelidir. Dolohov'la Fransız karargâhına mutlaka gideceğim. Bu işi o yapabiliyorsa ben de yaparım!"

Gitmemesi için Denisov'un uyarılarına Petya, her şeyi kendisinin de gelişigüzel değil, dikkatle yapmaya alışık olduğunu, tehlikeyi asla düşünmediğini söyleyerek yanıt verdi.

"Çünkü, takdir edersiniz ki, sayıları doğru olarak bilinmezse... Belki yüzlerce kişinin hayatı buna bağlı, ama biz iki kişiyiz. Sonra ben bunu çok istiyorum, mutlaka, mutlaka gideceğim, beni alıkoyamazsınız," dedi, "daha kötü olur..."


IX


Fransız kaputları ve şapkaları giyen Petya ile Dolohov, atlarını Denisov'un ordugâhı gözetlediği açıklığa doğru sürdüler, ormanı zifiri bir karanlıkta geçerek dereye indiler. Aşağıya inince Dolohov yanlarındaki Kazaklara orada beklemelerini söyledi, hızlı tırısla yoldan köprüye yöneldi. Petya heyecandan soluğu kesilmiş bir halde yanında ilerliyordu.

"Eğer yakalanırsak canlı teslim olmam, bende tabanca var," diye fısıldadı.

Dolohov hızlı hızlı ve yavaşça, "Rusça konuşma," dedi, o anda karanlıkta " Kim o?" diye bir ses ve bir silah şakırtısı duyuldu.

Petya'nın yüzüne kan hücum etti; tabancasına sarıldı.

Dolohov atını yavaşlatmadan, "6. Alay uhlan'ları," dedi.

Köprünün üstünde bir nöbetçinin silueti görünüyordu.

"Parola?"

Dolohov atını yavaşlattı, adım adım ilerlemeye başladı, "Albay Gérard burada mı?"dedi.

Nöbetçi yanıt vermedi, yolu keserek, "Mot d'ordre!" diye tekrar etti.

Dolohov birden parlayıp atını nöbetçinin üstüne doğru sürerek, " Bir subay etrafı dolaşırken nöbetçiler parola sormaz." diye bağırdı. "Ben size albay burada mı diye soruyorum."

Yana çekilen nöbetçinin yanıtını beklemeden adi yürüyüşle atını sırta doğru sürdü.

Dolohov yolun bir tarafından öbür tarafına geçen bir insan karaltısı görerek onu durdurdu, komutanın ve subayların nerede bulunduklarını sordu. Omzunda bir torba bulunan ve bir asker olan bu adam durdu, Dolohov'un atına yaklaştı, eliyle onu okşayarak samimi ve dostça bir tavırla komutanın ve subayların sırtın yukarısında, sağda, bir çiftliğin (bey malikânesini böyle adlandırıyordu) avlusunda bulunduklarını söyledi.

Dolohov, her iki yanında çoban ateşleri yanan ve Fransızca konuşmalar duyulan yolu izleyerek bey konağının avlusuna doğru döndü. Avlu kapısından girip attan indi, etrafında birkaç kişinin yüksek sesle konuşarak oturduğu, büyük alevlerle yanan bir ateşe yaklaştı. Kenarda bir kazanda bir şeyler pişiyor, kalpaklı, mavi kaputlu, ateşin parlak ışığıyla aydınlanan bir asker diz çökmüş harbi ile onu karıştırıyordu.

Ateşin öte yanında, gölgede oturan subaylardan biri, "Ah, bu çok sert, pişmez," dedi.

Öbürü gülerek, "Ada tavşanlarını yürütür (Fransız atasözü)," dedi. Karanlıkta atlarıyla ateşe yaklaşan Dolohov'la Petya'nın ayak seslerinin geldiği tarafa bakarak sustular.

Dolohov yüksek sesle ve sözcüklerin üstüne basarak, " Günaydın baylar!" dedi.

Subaylar ateşin gölgesinde hareketlendiler; uzun boylu, uzun boyunlu bir subay ateşin çevresinden dolaşarak Dolohov'a yaklaştı.

"Sen misin Clément?" dedi. "Nereden çıktın iblis..." ama yanıldığını anlayarak sözünü bitiremedi; hafifçe kaşlarını çatıp Dolohov'u bir yabancıyı selamlar gibi selamladı, ona ne hizmeti dokunabileceğini sordu. Dolohov arkadaşıyla alayına yetişmek istediğini söyledi ve 6. Alay hakkında bir şey bilip bilmediklerini sordu onlara. Kimse bir şey bilmiyordu; subaylar kendisine ve Dolohov'a düşmanca ve kuşkuyla bakıyorlarmış gibi geldi Petya'ya. Birkaç saniye herkes sustu.

Ateşin ötesinden çekingen bir gülüşle karışık bir ses, " Akşam yemeği umuyorsanız geç kaldınız," dedi.

Dolohov karınlarının tok olduğunu, yollarına gece de devam etmeleri gerektiğini söyledi.

Atları kazanı karıştıran askere verdi, ateşin önünde, uzun boylu subayın yanına çömeldi. Bu subay gözlerini ayırmadan Dolohov'a bakıyordu, tekrar hangi alaydan olduğunu sordu. Dolohov soruyu duymamış gibi yaparak yanıt vermedi; cebinden çıkardığı bir Fransız piposunu yakarak önlerindeki yolun Kazaklara karşı ne dereceye güvenli olduğunu sordu subaylara.

Ateşin ötesindeki subay, "Haydutlar her yerde," diye yanıt verdi.

Dolohov, Kazakların ancak kendisi ve arkadaşı gibi geri kalmış olanlar için tehlikeli olduğunu söyledi, büyük müfrezelere saldırmaya herhalde cüret edemeyeceklerini ekledi, soruyla karışık. Kimse yanıt vermedi.

Petya ateşin önünde durup onun konuşmasını dinlerken içinden şöyle geçiriyordu: "Eh, şimdi ayrılır."

Ama Dolohov kesilen konuşmaya yeniden başladı, taburlarının mevcudunu, kaç tabur bulunduğunu, esirlerin sayısını açık açık sordu. Dolohov, kıtalarında bulunan Rus esirleri hakkında bir soru sorarak şunları söyledi:

"Bu leşleri beraber taşımak berbat iş. Bu alçakları kurşuna dizmeli daha iyi," ve öyle tuhaf bir kahkaha salıverdi ki, Petya, Fransızların hileyi hemen anlayacaklarını zannetti, elinde olmayarak ateşten bir adım geri çekildi. Dolohov'un sözlerine ve gülmesine kimse karşılık vermedi; görünmeyen bir Fransız subayı (kaputuna sarılmış yatıyordu) doğruldu, arkadaşına yavaşça bir şeyler söyledi. Dolohov kalktı, atları tutan askere seslendi.

Petya elinde olmaksızın Dolohov'a yaklaştı. "Atları verecekler mi acaba?" diye düşünüyordu.

Atları verdiler.

" Günaydın, baylar," dedi Dolohov.

İyi akşamlar diyecekti, sözünü bitiremedi. Subaylar yavaşça birbirlerine bir şeyler söylediler. Dolohov yerinde durmayan atına binmek için epey uğraştı; sonra adi yürüyüşle avlu kapısından çıktı. Petya yanından gidiyor, arkalarından Fransızların koşup konuştuklarını görmek için dönüp bakmak istiyor, ama buna cesaret edemiyordu.

Yola çıkınca Dolohov geriye, kıra doğru değil, köy boyunca ilerledi. Bir yerde durup kulak kabarttı. "Duyuyor musun?" dedi. Petya Rusça sesler duydu, ateşlerin yanlarında Rus esirlerinin karaltılarını gördü. Aşağıya, köprüye inen Petya ile Dolohov, köprünün üstünde hiçbir şey söylemeden düşünceli düşünceli dolaşan nöbetçiyi geçtiler, Kazakların beklediği dereye indiler.

Dolohov, "Eh, şimdi yolun açık olsun. Denisov'a söyle, şafak sökerken ilk silah sesiyle," dedi ve uzaklaşmak istedi ama Petya onun koluna yapıştı.

"Hayır!" diye haykırdı, "Siz ne kahramansınız! Ah ne iyi! Ne mükemmel! Ne kadar seviyorum sizi."

Dolohov, "Peki, peki," dedi. Ama Petya onu bırakmıyordu; Dolohov karanlıkta, Petya'nın kendisine doğru eğildiğini gördü. Öpüşmek istiyordu. Dolohov onu öptü, güldü ve atını çevirerek karanlıkta kayboldu.


X


Toplanma yerine dönen Petya, sofada Denisov'la karşılaştı. Denisov Petya'ya izin verdiği için kendi kendine kızarak panik içinde onu bekliyordu.

"Çok şükür!" diye bağırdı. "Eh, çok şükür!" Petya'nın heyecanlı hikâyesini dinleyerek tekrarladı. "Senin yüzünden uyku uyumadım! Eh, çok şükür, şimdi yatmalı. Sabaha kadar kestirebiliriz."

"Evet... Hayır," dedi Petya. "Benim daha uykum gelmedi. Hem ben kendimi bilirim, uyursam tamamdır. Sonra, savaştan önce uyumam ben."

Petya gezinin ayrıntılarını düşünerek, ertesi gün yaşanacakları zihninden geçirerek kulübede bir süre oturdu. Sonra, Denisov'un uyuduğunu fark ederek kalkıp dışarı çıktı.

Dışarısı zifiri karanlıktı. Yağmur dinmişti ama ağaçlardan hâlâ yağmur damlaları düşüyordu. Toplanma yerinin yakınında Kazak kulübeciklerinin ve bir arada bağlı atların karaltıları görünüyordu. Kulübenin arkasında, yanlarında atlar bulunan iki furgonun karaltısı görünüyor, sel çukurunda sönmeye yüz tutmuş ateşlerin son kızıllıkları beliriyordu. Kazakların ve hussar'ların hepsi uyumuyordu; sağda solda, düşen yağmur damlalarına, yemlenen atların çıkardığı seslere karışan fısıldaşmalar duyuluyordu.

Petya sofadan çıktı, karanlıkta etrafına bakındı, furgonlara yaklaştı. Furgonların altında biri horluyor, etraflarında eyerli beygirler yulaf yiyordu. Küçük Rusya soyundan olmakla birlikte Karabah diye çağırdığı atını Petya karanlıkta tanıdı, ona yaklaştı.

Burun deliklerini koklayıp onu öperek, "E, Karabah, yarın işimiz var," dedi.

Furgonun altındaki Kazak, "Ne o, beyim, uyumuyor musun?" dedi.

"Hayır; şey... Adın galiba Lihaçov'du değil mi? Daha ben şimdi geldim. Fransızlara gitmiştik."

Petya yalnız geziye çıkışını değil, niçin geziye çıktığını ve hayatını feda etmeyi, körü körüne iş görmeye neden tercih ettiğini de uzun uzun anlattı.

"E, biraz kestirseniz," dedi Kazak.

Petya, "Hayır, alışkınım," diye yanıt verdi. "Tabancalarınızdaki çakmak taşları tükendi mi? Ben getirdim, lazım mı? İstersen vereyim."

Petya'yı yakından görmek için Kazak, furgonun altından başını çıkardı:

"Çünkü ben her şeyi özenle yapmaya alışmışımdır," dedi Petya. "Bazıları tesadüfe bırakır, hazırlık yapmaz, sonra sızlanırlar. Ben böyle şeyi sevmem."

"Bu doğru," dedi Kazak.

"Ha sonra, kılıcımı bilesene lütfen; körlen... (yalan söylemekten korktu) hiç bilenmemiştir. Yapar mısın?"

"Niçin yapmayayım, olur."

Lihaçov kalktı, eşyaları karıştırdı; çok geçmeden Petya çeliğin ve biley taşının katı sesini duydu. Furgonun üstüne çıkıp kenarına oturdu.

Kazak furgonun altında kılıcı biliyordu.

"E, nasıl, delikanlılar uyuyor mu?" dedi Petya.

"Kimi uyuyor, kimi uyumuyor."

"Ya oğlan ne yapıyor?"

"Vesenni mi? Sofada, bir yere çöküverdi. Çektiği korkudan sonra uyuyor. Artık rahat."

Bundan sonra Petya uzun süre susarak etraftaki seslere kulak verdi. Karanlıkta ayak sesleri duyuldu; bir Kazak göründü. Birisi furgona yaklaşarak, "Bilediğin ne?" diye sordu.

"Beyin kılıcını biliyorum."

Petya'nın hussar zannettiği adam, "Çok iyi yapıyorsun," dedi. "Tas sizde mi kaldı?"

"İşte şurada, tekerleğin yanında."

Hussar tası aldı, "Neredeyse gün ağaracak," dedi. Esnedi ve uzaklaştı. Ormanda, Denisov'un müfrezesinde, anayoldan bir verst uzakta bulunduğunu, Fransızlardan alınmış, yanı başında atlar bağlı bir furgonun üstünde oturduğunu, altında Kazak Lihaçov'un onun kılıcını bilediğini, sağdaki büyük karaltının toplanma yeri, aşağıda, soldaki kızıl parlak beneğin sönmekte olan ateş, tası almaya gelen adamın susayan bir hussar olduğunu Petya'nın bilmesi gerekti; ama o bir şey bilmiyor, bilmek istemiyordu. O, içinde gerçeğe benzer hiçbir şey bulunmayan büyülü bir dünyadaydı. Büyük karaltı belki gerçekten de toplanma yeriydi ama belki yeraltına açılan bir mağaraydı. Kızıl benek belki ateşti ama belki de kocaman bir devin gözüydü. Belki şimdi o gerçekten de bir furgonun üstünde oturuyordu, belki de furgonun üstünde değil, üzerinden düşse yere bütün gün, bütün bir ay ve hiçbir zaman ulaşamayacağı korkunç şekilde yüksek bir kuledeydi. Furgonun altında oturan belki basit bir Kazak olan Lihaçov'du, belki de kimsenin bilmediği dünyanın en iyi, en yiğit, en harikulade, en mükemmel adamıydı. Belki su almak için oraya gelip dereye inen, gerçekten de bir hussar'dı, belki de daha şimdi gözden kaybolmuş, büsbütün yok olmuştu; o yoktu.

Şimdi gördüğü hiçbir şey şaşırtmıyordu Petya'yı. Her şeyin mümkün olduğu büyülü bir dünyada yaşıyordu.

Gökyüzüne baktı. Gökyüzü de yeryüzü gibi büyülüydü. Gökyüzü berraklaşıyordu, ağaçların tepeleri üzerinden bulutlar, yıldızların üstünü açar gibi, hızla çekilmekteydi. Bazen gökyüzü açılır gibi oluyor, siyah, temiz bir gök görünüyordu. Bazen bu siyah lekeler bulut hissini veriyordu. Bazen gök yüksek, çok yüksek görünüyordu, bazen büsbütün alçalıyor, elle ulaşılabilecek gibi oluyordu.

Petya gözlerini kapadı, sallanmaya başladı.

Damlalar damlıyordu. Alçaktan konuşmalar duyuyordu. Atlar kişneyip tepişiyordu. Birisi horluyordu.

Bilenen kılıç, "szink, zink, szink, zink" diye gıcırdıyordu. Petya birden yeni, tatlı ve parlak bir marş çalan ahenkli bir orkestranın sesini duydu. Petya, Nataşa gibi, müziğe Nikolay'dan daha yatkındı ama hiçbir zaman müzik öğrenmemiş, müziği düşünmemişti; bundan ötürü ansızın içine doğan motifler ona çok yeni ve cazip geliyordu. Müzik gittikçe daha iyi duyuluyordu. Melodi yükseliyor, aletlerin birinden öbürüne geçiliyordu. Füg denen şey oluyordu ama Petya'nın füg hakkında en ufak bir fikri yoktu. Kâh kemana, kâh nefesliye benzeyen (fakat kemandan ve nefesliden daha iyi ve daha temiz ses çıkaran)aletlerin her biri kendi havasını çalıyor, daha onu bitirmeden, hemen hemen aynı şeye başlamış olan bir diğeriyle, bir üçüncüsüyle ve dördüncüsüyle karışıyor; sonra hepsi bir arada birleşiyor, tekrar kâh muhteşem bir ilahide, kâh parlak bir zafer marşında birleşiyorlardı.

Petya sallanarak, "Ah, rüya görüyormuşum," dedi, "bu ses benim kulaklarımda. Belki benim orkestram bu. Hadi, tekrar. Devam et orkestram! Hadi!"

Gözlerini kapadı. Dört bir yanından gelen sesler titreşmeye, yükselmeye, dağılmaya, birbirine karışmaya başladı ve yine her şey aynı tatlı ve muhteşem marşta birleşti. Petya kendi kendine, "Ah, bu ne harika! Ne kadar istiyorum ve nasıl istiyorum," dedi. Bu muhteşem orkestrayı yönetmeyi denedi.

"Ey, susss, suss, kesin nefesinizi şimdi." Ve sesler ona itaat etti. "Hadi şimdi daha güçlü, daha canlı, daha, daha neşeli." Ve bitimsiz derinliklerden gittikçe yükselen tok sesler duydu Petya, "Hadi, sesler, katılın," diye emretti. Uzaktan ilk önce erkeklerin, sonra kadınların sesleri duyuldu. Sesler yükseldi, ölçülü, vakur sesler. Onların harikulade güzelliğini içmek Petya için hem korkunç, hem neşeli bir şeydi.

Parlak zafer marşına bir şarkı karıştı; damlalar damlıyordu; kılıç szink zink zink diye gıcırdıyordu; atlar koroyu bozmadan ve ona uyarak yine tepişiyor, kişniyorlardı.

Petya bunun ne kadar sürdüğünü bilmiyordu, haz duyuyor, buna hayret ediyor, bunu kimseyle paylaşamayışına hayıflanıyordu. Lihaçov'un şefkatli sesi uyandırdı onu:

"Tamam, efendim, bir hıransız'ı (Fransız'ı demek istiyor ) ikiye biçebilirsiniz."

Petya ayıldı, "Ortalık ağarıyor, gerçekten ortalık ağarıyor!" diye haykırdı. Atlar şimdi kuyruklarına kadar seçiliyor, çıplak dalların arasından nemli bir aydınlık görünüyordu. Petya silkindi, furgondan aşağı atladı, cebinden gümüş bir ruble çıkarıp Lihaçov'a verdi, kılıcı sallayarak denedi ve kılıfına yerleştirdi. Kazaklar, atları çözüp kolanları sıkıştırdılar.

"İşte komutan da," dedi Lihaçov.

Denisov toplanma yerinden çıktı, Petya'ya seslendi, hazırlanma emrini verdi.


XI


Alacakaranlıkta herkes atını çarçabuk buldu, kolanlar sıkıştırıldı ve verilen komuta ile herkes yerini aldı. Denisov toplanma yerinin yanında duruyor, son emirleri veriyordu. Müfrezenin piyadesi, çamurda şaplayan yüzlerce ayak önden yol boyunca ilerledi, ağaçlar arasından sabahın sisi içinde süratle kayboldu. Yasavul Kazaklara birtakım emirler verdi. Petya at bin emrini sabırsızlıkla bekleyerek atını dizginlerinden tutuyordu. Soğuk su ile yıkanmış yüzü, özellikle gözleri ateşle yanıyordu; sırtında bir ürperme, bütün vücudunda hızlı ve ölçülü bir titreme hissediyordu.

Denisov, "Her şeyiniz hazır mı?" dedi. "Atları getirin."

Atlar getirildi. Kolanlar gevşek olduğu için Denisov, Kazak'ına çıkıştı; onu azarlayarak atına bindi. Petya ayağını üzengiye geçirdi. At, her zaman olduğu gibi, ayağını ısırmak istiyordu, Petya kendi ağırlığını duymaksızın hızla eyere sıçradı, arkadan karanlıkta yola koyulan hussar'a dönüp bakarak Denisov'a yaklaştı, "Vasiliy Fedoroviç, bana bir görev veremez misiniz? Rica ederim... Tanrı aşkına..." dedi.

Denisov Petya'nın varlığını unutmuşa benziyordu. Ona baktı. Sert sert, "Yalnız bir şey rica ederim," dedi, "bana itaat edeceksin ve hiçbir şeye burnunu sokmayacaksın."

Denisov, yürüyüş boyunca Petya ile bir daha tek bir söz konuşmadı, sessizce ilerledi. Orman kenarına vardıkları zaman ortalık hissedilir derecede ağarmıştı. Denisov yasavulla yavaşça bir şeyler konuştu; Kazaklar Petya ile Denisov'un yanından geçmeye başladılar. Atlar sıçrayıp kayarak süvarileriyle dereye indiler. Petya, Denisov'la yan yana gidiyordu. Vücudu gittikçe daha çok titriyordu. Ortalık gittikçe daha çok ağarıyor, uzakları yalnızca sis kapatıyordu. Aşağıya inince Denisov dönüp arkaya baktı, yanında duran Kazak'a başını salladı.

"İşaret!" dedi.

Kazak elini kaldırdı, bir silah sesi duyuldu. O anda ileriden dörtnala kalkan atların nal sesleri, her taraftan haykırışlar ve yeniden silah sesleri işitildi.

İlk nal seslerinin ve haykırışların duyulmasıyla birlikte Petya atını kamçılayıp dizginleri bırakarak, kendisine bağıran Denisov'u dinlemeksizin dörtnala ileri atıldı. Silah sesi duyulunca ortalık ansızın, gün ortasında olduğu gibi parlak bir ışıkla büsbütün aydınlanmış gibi geldi Petya'ya. Atını köprüye doğru sürdü. Önde, yol üzerinde atlarını dörtnala kaldırmış Kazaklar vardı. Köprünün üstünde geri kalmış bir Kazak'a çarptı ve yoluna devam etti. İleride birtakım adamlar (herhalde Fransızlardı) yolun sağ yanından sol yanına doğru koşuyorlardı. Biri Petya'nın atının ayakları altında çamura yuvarlandı.

Bir kulübenin önünde Kazaklar toplanmış, bir şey yapıyorlardı. Kalabalığın içinden korkunç bir haykırış duyuldu. Petya atını kalabalığa sürdü. İlk gördüğü şey göğsüne doğrultulan mızrağın sapına sarılmış yüzü sapsarı, alt çenesi titreyen bir Fransız oldu.

Petya, "Hurra!.. Çocuklar... Bizimkiler!" diye haykırdı ve kızışan atına dizginlerle vurarak köy sokağından ileriye doğru atıldı.

İleriden silah sesleri geliyordu. Yolun iki tarafından koşan Kazaklar, hussar'lar ve üstleri başları yırtık Rus esirleri bağırıp çağırarak anlaşılmaz bir şeyler söylüyorlardı. Mavi kaputlu, şapkasız, kırmızı yüzlü, kaşları çatılmış genç bir Fransız kendini süngüyle koruyordu hussar' lardan. Petya yetiştiği zaman Fransız yıkılmıştı. Petya'nın kafasında "yine geç kaldım" diye bir düşünce şimşek gibi parlayıp söndü. Atını sürekli silah seslerinin geldiği tarafa sürdü. Silah sesleri bir gün önce Dolohov'la gittikleri yerden, bey konağının avlusundan geliyordu. Fransızlar orada çitin arkasında, sık otların bürüdüğü bahçede saklanmış, avlu kapısının önünde toplanan Kazaklara ateş ediyorlardı. Kapıya yaklaşınca Petya barut dumanları içinde Dolohov'u gördü; solgun, yeşilimtırak büyüsü vardı, adamlarına bağırarak bir şeyler söylüyordu. Petya kendisine yaklaşınca bağırdı: "Arkadan! Piyadeyi bekleyin!"

Petya, "Beklemek mi?.. Hurra!.." diye haykırdı ve bir dakika kaybetmeden atını tüfek seslerinin geldiği tarafa, barut dumanlarının en sık olduğu yere doğru dörtnala sürdü. Bir yaylım ateş duyuldu, boşa giden kurşunlar vızıldayıp bir yerlere çarpıyordu. Kazaklar ve Dolohov, Petya'nın peşinden atlarını konağın avlu kapısından içeri sürdüler. Dalgalanan koyu dumanlar arasında Fransızların bir kısmı silahlarını atarak otların içinden fırlayıp Kazaklara doğru koşuyor, diğer bir kısmı sırttan aşağı, göle doğru kaçıyordu. Petya atını avlu boyunca dörtnala sürüyor ve dizginleri tutacak yerde, her iki elini acayip bir şekilde ve hızla sallıyor, gittikçe yana kayıyordu. Hayvan, sabah aydınlığında görünmeyen kül bağlamış bir çoban ateşinin üstüne düşerek ansızın durdu; Petya bütün ağırlığıyla ıslak toprağa yuvarlandı. Kazaklar, başı kımıldamadığı halde kollarının ve bacaklarının nasıl hızla sarsıldığını gördüler. Kurşun başını delip geçmişti.

Dolohov, kılıcına bağlı bir mendille evden çıkıp yanına gelen ve teslim olduklarını bildiren Fransız komutanıyla konuştuktan sonra atından indi, hareketsiz ve kolları açık yatan Petya'ya yaklaştı.

Kaşlarını çatarak, "Tamam," dedi ve avlu kapısına karşıdan gelen Denisov'a doğru yürüdü.

Denisov Petya'yı uzaktan gördü, "Öldü mü?" diye bağırdı.

Dolohov, "Tamam," diye tekrarladı, bu sözü söylemek ona adeta zevk veriyordu; yetişen Kazakların kuşattığı esirlere doğru hızla yürüdü.

"Esir almak yok!" diye haykırdı Denisov'a.

Denisov yanıt vermedi; Petya'nın yanına geldi, attan indi, titreyen elleriyle Petya'nın kana, çamura bulanmış ve sararmış yüzünü kendine doğru çevirdi.

"Tatlısız yapamam. Harika bir üzüm, hepsini alın," deyişini hatırladı. Ve Kazaklar şaşkınlıkla dönüp köpek havlamasını andıran hıçkırıkları dinlediler, Denisov hızla başını çevirdi, çitlere tutundu.

Piyer Bezuhov, Denisov'la Dolohov'un kurtardığı Rus esirleri arasındaydı.


XII


Piyer'in bulunduğu esir kafilesi hakkında Moskova' dan çıkalı beri Fransız komutanlığından yeni bir talimat gelmemişti. 22 Ekim'de bu kafile, Moskova'dan birlikte çıktığı kıtalar ve ağırlıklarla bir arada değildi artık. İlk olarak arkalarından galen peksimet yüklü araba kafilesinin yarısı Kazaklar tarafından ele geçirilmiş, öbür yarısı ilerlemişti; önlerindeki yaya süvarilerden tek bir kimse kalmamıştı; hepsi ortadan kaybolmuştu. İlk aşamada önde görünen topçunun yerini Mareşal Junot'nun Westphalialı muhafızlar tarafından korunan muazzam yük arabaları kafilesi almıştı. Esirlerin arkasından süvari teçhizat ağırlıkları geliyordu.

Önceleri üç kol halinde bulunan Fransız kıtaları, Vyazma'dan sonra tek bir yığın halinde ilerlemişlerdi. Moskova'dan sonra ilk molada Piyer'in fark ettiği düzensizlik son haddini bulmuştu.

Geçtikleri yolun iki yanı at leşleriyle doluydu; türlü kıtalardan geri kalmış, üstleri başları yırtık pırtık askerler durmadan değişiyor, kâh geçen kola katılıyor, kâh yine geri kalıyorlardı.

Yürüyüş sırasında birkaç kez öylesine tehlike işareti verildi; muhafız erleri silahlarını kaldırıp havaya ateş ettiler; birbirlerini ezerek kaçıp sonra yine toplanarak boşuna korktukları için birbirlerine çıkıştılar.

Bir arada giden bu üç topluluk (süvari deposu, esirler ve Junot'nun araba kafilesi) hâlâ başlı başına birer bütün teşkil ediyordu ama her üçü de hızla eriyordu.

Başlangıçta yüz yirmi yük arabası bulunan depoda şimdi ancak altmış araba kalmıştı; diğerleri çeteciler tarafından ele geçirilmiş veya atılmışlardı. Junot'nun kafilesinden birkaç araba terk edilmiş ya da ele geçirilmişti. Üç araba Davout'nun kolordusundan kalan askerler tarafından soyulmuştu. Bu kafileye esirlerin muhafızlarından daha çok nöbetçi dikildiğini, yanında mareşale ait gümüş bir kaşık bulundu diye arkadaşlarından bir Alman erin, mareşalin emriyle kurşuna dizildiğini Piyer Almanlar konuşurken duymuştu.

Bu üç topluluktan en çok esirler eridi. Moskova'dan çıkan üç yüz otuz kişiden geriye kalanlar yüzü bulmuyordu. Esirler, muhafızlık eden askerleri eyer deposundan ve Junot'nun kafilesinden daha çok sıkıyordu. Eyerlerin, Junot'nun kaşıklarının bir işe yarayabileceğini biliyorlardı ama aç ve çıplak askerlerin başında nöbet beklemek, ölen, yolda kalan ve kendilerine ateş edilmesi emredilen aynı aç ve çıplak Rusları korumak yalnızca anlaşılmaz değil, insanın gücüne de giden bir şeydi. Muhafızlar, kendilerinin de içinde bulundukları bu acıklı durumda, esirlere karşı duydukları merhamete kapılmaktan ve böylelikle kendi durumlarını kötüleştirmekten korkar gibi, onlara çok soğuk ve sert muamele ediyorlardı.

Dorogobuj'da muhafız erler, esirleri bir at ahırına kapayıp kendi mağazalarını yağmaya gittikleri bir sırada esir askerlerden birkaçı duvarın altını delerek kaçtı ama Fransızlar tarafından yakalanıp kurşuna dizildiler.

Moskova'dan çıkarken konulan esir subayların erlerden ayrı tutulması emri çoktan ortadan kalkmıştı; yürüyebilen herkes bir arada gidiyordu; üçüncü aşamadan sonra Piyer Karatayev'le ve Karatayev'i kendine sahip seçen eğri bacaklı boz köpekle birleşti.

Moskova'dan ayrılışın üçüncü günü Karatayev'i Moskova hastanesinde tedavi edilen sıtması yeniden tutmuştu; Karatayev ne kadar zayıflarsa Piyer ondan o kadar uzaklaşıyordu. Neden bilmiyordu, ama Karatayev zayıflamaya başlayalı beri ona yaklaşmak için Piyer'in çaba sarf etmesi gerekiyordu. Ona yaklaşıp da molada yatarken her zaman çıkardığı iniltiyi duyunca ve yaydığı keskin kokuyu alınca Piyer ondan uzaklaşıyor, onu düşünmüyordu.

Hapishanede Piyer akıl ve mantığıyla değil, tüm varlığıyla, yaşamıyla öğrenmişti ki, insan huzur için yaratılmıştır, huzur insanın içinde, doğal, insani gereksinimlerinin giderilmesindedir; mutsuzluklar yokluktan değil, çokluktan ileri gelir. Yürüyüşün bu son üç haftasında yeni, teselli verici bir gerçeği daha öğrenmişti: Dünyada korkunç bir şey yoktur. Dünyada insanın mutlu ve bütünüyle özgür olacağı bir durum nasıl yoksa, bütünüyle mutsuz ve tutsak olacağı bir durum da yoktur. Öğrenmişti ki, bir acı sınırı, bir de özgürlük sınırı vardır ve bu sınırlar çok yakındır; kuş tüyü yatağında bir tüy kıvrıldığı için rahatsız olan insan da, tıpkı şimdi çıplak ve nemli toprak üzerinde uyurken ve bir yanı üşüyüp öbür yanı ısınırken onun çektiği acıyı çeker; dar balo ayakkabılarını giydiği zamanlar, tıpkı şimdi yara bere içinde ve büsbütün çıplak olan ayaklarıyla (ayakkabıları çoktan parçalanmıştı) yürürken çektiği acıyı çekiyordu. Karısıyla, zannettiği gibi kendi isteğiyle evlendiği zaman, geceyi geçirmek için at ahırına kapandığı şu andan daha özgür değildi. Sonraları kendisinin de ıstırap dediği, fakat o zaman hemen hemen hissetmediği şeylerin başlıcası, açılmış ve kabuk bağlamış yaralarla dolu çıplak ayaklarından çektikleriydi. (At eti lezzetli ve besleyici idi, tuz yerine kullanılan baruttaki güherçilenin tadı da hoştu, şiddetli soğuklar yoktu, gündüzleri yolda ortalık hep sıcaktı, geceleri çoban ateşleri yanıyordu; kendisini yiyen bitler, vücudunu ısıtıyorlardı.) İlk zamanlar feci olan bir şey vardı: ayakları.

Yürüyüşün ikinci gününde ateşin başında yaralarına bakınca yürümesinin imkânsız olduğunu düşündü; ama herkes kalkınca o da topallayarak yola koyuldu, ısındıktan sonra da artık sızı duymadı, akşama doğru ayakları daha korkunç bir şekil alıyordu. Ama onlara bakmıyor, başka şeyler düşünüyordu.

İnsanın yaşama gücünü Piyer ancak şimdi anlıyordu; buhar kazanlarındaki emniyet supabını andırıyordu bu; yoğunlaşan buharın fazlasını dışarı atan supap; insanın zihni de böyleydi, dikkatin yer değiştirmesi kurtarıyordu onu.

Geride kalan esirlerin nasıl ateş edilerek öldürüldüğünü, yüzden fazla esir bu şekilde öldüğü halde, görmemiş, duymamıştı. Günden güne takattan düşen ve çok geçmeden aynı akıbete uğrayacağı açıkça görülen Karatayev'i düşünmüyordu. Kendini ise daha az düşünüyordu. Durumu kötüleştikçe, gelecek daha korkunç bir şekil aldıkça, içinde bulunduğu duruma aykırı, teselli verici düşünceler geliyordu aklına.


XIII


Piyer, ayın yirmi ikisinde öğle vakti çamurlu, kaypak bir yolda ayaklarına ve yolun arızalarına bakarak yokuş yukarı çıkıyordu. Ara sıra başını kaldırıp çevresindeki kalabalığa ve yine ayaklarına bakıyordu. Kalabalık da, ayakları da aynı derecede kendisinin olan, yabancı olmayan şeylerdi. Eğri bacaklı, boz Seriy yolun kenarında neşeyle koşuyor, arada bir kendi çevikliğini göstermek için arka ayağını büküp üç ayak üzerinde, sonra yine dört ayak üzerinde sıçrıyor ve havlayarak, leşlere konan kargaların üstüne atılıyordu. Seriy, Moskova'da olduğundan daha keyifli, daha canlıydı. Her tarafta insan etinden hayvan etine kadar türlü bozulma derecelerinde çeşitli etler vardı; geçen askerler de kurtların yanaşmasına engel oluyor, Seriy istediği kadar yiyebiliyordu.

Sabahtan beri yağmur yağıyordu, tam dinecek, hava açacak gibi olurken kısa bir aradan sonra daha şiddetli yağmur başlıyordu. Yağmurla doyan yol artık su kabul etmiyor, tekerlek izlerinden derecikler akıyordu.

Piyer sağa sola bakıp adımlarını üçer üçer sayarak ilerliyor ve parmaklarıyla hesap yapıyordu. Yağmura seslendi içinden: "Hadi bakalım, hadi, daha yağ, daha!"

Sanki hiçbir şey düşünmüyordu ama ruhu uzak ve derin bir yerde önemli, teselli edici bir şeyle meşguldü. Bu bir şey, Karatayev'le bir gün önceki bir konuşmasından çıkan derin bir şeydi.

Bir gün önce, gece molasında Piyer sönmüş bir ateşin yanından üşüyerek kalkmış, daha iyi yanan başka bir ateşin yanına gitmişti. Yaklaştığı bu ateşin yanında Platon bir harmani giyer gibi başına kadar kaputuna sarılmış, tatlı, hoş ama zayıf ve hasta sesiyle, Piyer'in bildiği bir hikâyeyi askerlere anlatıyordu. Vakit gece yarısını geçmişti. Karatayev'in sıtma nöbetinden kurtularak dirildiği ve özellikle canlı olduğu anlardandı. Piyer ateşe, yaklaşıp da Platon'un zayıf, hasta sesini duyunca ve ateşin parlak ışığıyla aydınlanan acıklı yüzünü görünce yüreğinin sızladığını hissetti. Bu adama karşı duyduğu merhametten ürkerek uzaklaşmak istedi ama başka ateş yoktu; Platon'a bakmamaya çalışarak ateşin yanına oturdu:

"E, sağlığın nasıl?"

Karatayev, "Sağlığım mı? Hastalığa ağlamak ölüme çare olmaz," dedi ve hemen yine hikâyesine döndü.

"...İşte, kardeşim, (zayıf, solgun yüzünde bir gülümseme, gözlerinde sevinç parıltıysıyla devam etti) işte kardeşim..."

Piyer bu hikâyeyi biliyordu; Karatayev yalnız kendisine altı kez ve her seferinde ayrı bir zevkle anlatmıştı. Yine de yeni bir şey dinler gibi dikkatle dinliyordu; anlatırken Karatayev'in duyduğu sessiz heyecan Piyer'e de geçmişti. Bu hikâye, ailesiyle birlikte namusuyla, Tanrı korkusuyla yaşayan ve bir gün zengin bir tacir arkadaşıyla Makari panayırına giden yaşlı bir tacirle ilgiliydi.

Bir hana inen iki arkadaş yatıp uyuyorlar, ertesi gün tacirin arkadaşı boğazlanmış ve soyulmuş olarak bulunuyor. Kanlı bıçak yaşlı tacirin yastığının altından çıkıyor. Tacir yargılanıyor, kırbaçlanıyor, (o zamanın yasalarına göre, diyor Karatayev) kürek cezasıyla sürgüne gönderiliyor:

"İşte kardeşim (Piyer hikâyenin burasında gelmişti) aradan on yıl ya da daha fazla bir zaman geçiyor. Yaşlı adam sürgünde kürek hayatı yaşıyor. Gerektiği üzere buna katlanıyor, kötü bir şey yapmıyor. Tanrı'dan ölümünü istiyor yalnızca. İyi. Bir gece kürek mahkûmları işe gitmek için, bizim şimdi yaptığımız gibi toplanıyorlar, ihtiyar da onlarla beraber. Kimin ne yüzden mahkûm olduğundan, Tanrı karşısındaki suçundan söz açılıyor. Kimi bir, kimi iki cana kıydığını, kimi kundakçılık ettiğini, kimi kaçak bir toprak kölesi olduğunu, yani hiç yüzünden ıstırap çektiğini söylüyor. İhtiyara soruyorlar: Ya sen, büyükbaba, neden çekiyorsun? İhtiyar: Ben, sevgili kardeşlerim, diyor, kendi günahımızı, insanların günahını çekiyorum. Ben kimsenin canına kıymadım, kimsenin bir şeyini almadım, tersine, yoksullara verirdim. Ben, kardeşlerim, tacirim; büyük servetim vardı. Bu böyle, diyor. Ve onlara, efendime söyleyeyim, bütün olup bitenleri bir bir anlatıyor. Ben, diyor, kendi çektiğime yanmıyorum. Beni, efendime söyleyeyim, Tanrı seçti. Yalnız, diyor, yaşlı karıma ve çocuklarıma acıyorum. Ve ağlamaya başlıyor. Tesadüf bu ya, taciri öldüren adam da, efendime söyleyeyim, aralarındaymış. Büyükbaba, diyor, bu iş nerede oldu? Ne zaman, hangi ayda? Ve her şeyi sorup öğreniyor. Yüreği sızlıyor. İhtiyara yaklaşıp pat diye ayaklarına kapanıyor. Benim yüzümden yandın zavallı ihtiyar, diyor. Gerçek mi gerçek; bu adam suçsuz olarak, boşuna yere acı çekiyor çocuklar. O işi ben yaptım ve bıçağı uyurken başının altına soktum. Beni affet, büyükbaba, İsa aşkına, diyor."

Karatayev tatlı tatlı gülümseyip ateşe bakarak sustu; odunları düzeltti.

"İhtiyar ona, Tanrı seni affeder, diyor; biz hepimiz Tanrı'ya karşı günahkârız, ben kendi günahımı çekiyorum. Ve acı gözyaşlarıyla ağlıyor. Ne dersin şahinim (hikâyenin asıl güzelliği ve bütün önemi şimdi anlatacağı şeyde saklıymış gibi, yüzü heyecanlı bir gülümsemeyle gittikçe daha çok aydınlanarak devam ediyordu): Bu cani, yönetime ne söylüyor dersin? Ben, diyor, altı kişi öldürdüm (müthiş bir caniydi o) ama en çok acıdığım bu yaşlı adamdır. Benim yüzümden ağlamasın. Ve anlattı: Yazıp çiziyor, belgeleri gereken yerlere yolluyorlar. Yer uzak, mahkeme işi bitirinceye, hükümet makamları arasında, gerektiği üzere, yazılıp çizilinceye kadar zaman geçiyor. Nihayet iş çara dayanıyor. Tacirin serbest bırakılması, kendisine, giydiği hükme göre tazminat verilmesi hakkında çarın buyruğu gelinceye kadar aradan yine zaman geçiyor. Belgeler geliyor, yaşlı adamı aramaya koyuluyorlar: Suçsuz olarak boş yere acı çeken ihtiyar nerede? Çardan yazı gelmiş. Arıyorlar. (Karatayev'in alt çenesi titriyordu.) Ama o, Tanrı günahlarını bağışlasın, ölmüş. İşte böyle şahinim," diyerek Karatayev sözünü bitirdi ve uzun süre sessizce gülümseyerek önüne baktı. Hikâyenin kendisi değil, anlamı, bu hikâyeyi anlatırken Karatayev'in yüzünde parlayan tatlı heyecan ve bu heyecanın gizemli yanı Piyer'in ruhunu belirsiz ve tatlı bir duyguyla dolduruyordu.

Continuă lectura

O să-ți placă și

64.7K 2.3K 10
Hayvan Çiftliği'nin kişileri hayvanlardır. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'...
15.2K 1.3K 19
Louisa May Alcott'ın 1868'de yayımlanan ölümsüz yapıtı Küçük Kadınlar'ın kuşaklar boyu her yaştan okuru büyülemesinde, aile hayatını idealleştirmesin...
4.2K 183 26
Oliver Twist, yoksullar evinde dünyaya gelmiş bir yetimdir. Daha fazla yemek isteme cesareti, kapının önüne konmasına yol açar. Hayatta yapayalnızdır...
1.3K 93 11
Ahmet Rasim bir istanbul yazarıdır. Onun kitapların-da şehrin nabzını, ruhunu, rengini, kokusunu buluruz. Ahmet Rasim'in istanbul'u bu kadar içerden...