Savaş ve Barış

By ClassicsTR

6.9K 168 13

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... More

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

XIII - XIV - XV - XVI

12 0 0
By ClassicsTR


Piyer'in girdiği ve dört hafta kaldığı barakada yirmi üç esir er, üç subay ve iki memur vardı.

Sonraları Piyer bütün bu insanları bulanık bir şekilde hatırladı. Fakat Platon Karatayev onun ruhunda daima güçlü ve değerli bir hatıra olarak, bir Rus'ta iyi ve cana yakın ne varsa hepsinin canlı bir ifadesi olarak kaldı. Ertesi gün Piyer tanyeri ağarırken komşusunu gördüğü zaman, ilk izlenimi, onun yuvarlaklığı oldu. Belinden iple bağlı Fransız kaputuyla, kasketi ve çarıklarıyla Platon'un bütün görünüşü, baştan aşağı yuvarlaktı. Başı, sırtı, göğsü, omuzları, hatta hep birini kucaklayacakmış gibi tuttuğu kolları yuvarlaktı; hoş gülümsemesi, kestane rengi büyük şefkatli gözleri yuvarlaktı.

Platon Karatayev, eski bir asker olarak katıldığı seferler hakkında anlattığı hikâyelerden anlaşıldığına göre elli yaşlarında vardı. Kaç yaşında olduğunu kendisi asla bilmez, söyleyemezdi; ama güldüğü zaman (sık sık gülerdi) ortaya çıkan güçlü ve bembeyaz dişleri tam ve sağlamdı; saçlarında ve sakallarında bir tek beyaz yoktu; bedeni kıvrak, çok sağlam ve dayanıklı görünüyordu.

Yüzü, kırışıklarına rağmen, bir masumiyet ve gençlik ifadesi taşıyordu; sesi hoş ve ahenkliydi. Hızlı ve rahat konuşuyordu.

Söylediği ve söyleyeceği sözü hiç düşünmediği belliydi; bu konuşmada, sesinin tınısında hayret verici özel bir inandırıcılık vardı.

Güçlü yapısı ve çevikliği, tutsaklığının ilk zamanlarında öyleydi ki yorgunluk, hastalık nedir bilmiyordu. Her gün sabah akşam yatakta şöyle derdi: "Tanrım, bir taş gibi yatır, bir has ekmek gibi kaldır bizi." Sabahları kalkarken hep aynı şekilde omuzlarını silkerek şöyle derdi: "Yattım kıvrıldım, kalktım silkindim." Gerçekten de, hemen bir taş gibi uyuması için başını yastığa koyması ve kalkar kalkmaz, oyuncaklarına koşan çocuklar gibi, bir saniye geçirmeden silkinip hemen bir işe sarılması bir olurdu. Elinden her şey gelirdi, yaptığını çok iyi yapmazdı ama kötü de yapmazdı. Ekmek yapar, yemek pişirir, dikiş diker, rendeler, çizme yapardı... Her zaman meşguldü; ancak geceleri şarkı söyler ve konuşurdu. Şarkıyı başkaları tarafından dinlendiklerini bilenler gibi değil, kuşlar gibi söylerdi; çünkü bu sesleri çıkarmak besbelli onun için gerinmek veya yürümek gibi doğal bir şeydi; bu sesler daima ince, yumuşak, hemen hemen kadın sesi gibi yanıktı; şarkı söylerken yüzü çok ciddi bir şekil alırdı.

Esir düşüp de sakal bırakınca, zorunlu olarak takındığı o kendine yabancı asker tavrını bir kenara atmış, eski köylülüğüne, halk adamı karakterine dönmüştü.

"İzinli askerin gömleği pantolonun dışına çıkar," derdi.

Askerlik hayatından şikâyet etmezdi ama söz etmeyi de sevmezdi; askerlik hizmeti süresince bir kez bile dayak yemediğini sık sık tekrarlardı. Bir şeyler anlatacaksa daha çok eski ve kendisinin çok değer verdiği anlaşılan köylülük, kendi tabiriyle "Hıristiyanlık" hatıralarını anlatırdı. Genellikle askerlerin kullandığı, çoğu çirkin, açık saçık atasözlerini değil, ayrı olarak alındıkları zaman anlamsız görünen, yerinde söylenince derinliği anlaşılan halk vecizelerini severdi.

Çoğu zaman daha önce söylediğinin tersini söylerdi, ama ilk söylediği de, sonraki de daima doğruydu. Konuşmayı sever, iyi konuşur, sözlerini sevgi ifade eden küçültme edatlarıyla ve (Piyer bunları kendisinin uydurduğunu düşünürdü) atasözleriyle süslerdi; ama hikâyelerinin başlıca güzelliği, bazen fark edilmeden geçen en basit olayların onun sözlerinde müthiş çekici görünmesindeydi. Kendisi, geceleri bir askerin anlattığı (hep aynı) hikâyeleri dinlemeyi severdi, fakat en çok gerçek hayat hikâyelerini dinlemekten hoşlanırdı. Bu tür hikâyeleri dinlerken neşeyle gülümser, araya söz katar, anlatılan şeyin güzelliğini kavramaya çalışarak sorular sorardı. Piyer'in anladığı kadarıyla Karatayev'in özel bağlılıkları, dostlukları, sevgileri yoktu; hayatta karşılaştığı her şeyi, herkesi, özellikle insanları, bütün insanları sever, onlarla dostça geçinirdi. Köpeğini sever, arkadaşlarını, Fransızları sever, komşusu Piyer'i severdi; ama Piyer, kendisine gösterdiği bütün iyiliğe rağmen (bununla, Piyer'in manevi hayatının hakkını veriyordu) Karatayev'in, ondan ayrılmakla üzülmeyeceğini hissediyordu. Piyer de Karatayev'e karşı aynı duyguyu beslemeye başladı.

Platon Karatayev bütün öbür esirler için basbayağı bir askerdi; onu Şahin veya Platoşa diye çağırır, onunla dostça şakalaşır, onu öteberi almaya gönderirlerdi. Ama Piyer için o, ilk gece nasılsa öyleydi; içten, cana yakın, dürüsttü; tüm bunların timsaliydi.

Platon Karatayev duasından başka bir şeyi ezbere bilmezdi. Konuştuğu zaman, söze başlarken, sanki nasıl bitireceğini bilmezdi.

Piyer, onun sözlerine hayran kalıp da tekrar etmesini rica ettiği zaman Platon, bir dakika önce söylediği hatırlayamazdı, nitekim sevdiği bir şarkının sözlerini Piyer'e bir türlü söyleyememişti. Bu şarkıda şu sözler yardı: "Sevgili, küçük kayın ağacı", "içim sıkılıyor" ama bunlardan bir anlam çıkmıyordu. Konuşmanın içinden alınan kelimeleri anlamaz, anlayamazdı. Onun her sözü, her hareketi, yaşamını biçimlendiren bilinmeyen bir şeylerin belirtisiydi. Ama yaşamın, ona göre, tek başına bir yaşam olarak anlamı yoktu. Onun ancak sürekli olarak hissettiği bütünün bir parçası olarak anlamlıydı yaşam. Sözleri ve hareketleri, çiçekten koku çıkar gibi ölçülü, doğal ve kendiliğinden dökülürdü.


XIV


Prenses Mariya, kardeşinin Rostovlarla birlikte Yaroslav'da bulunduğunu bildiren mektubu alınca, teyzesinin kendisini vazgeçirmeye çalışmasına bakmadan, hemen yola çıkmaya, hatta yeğenini de götürmeye hazırlandı. Bu güç müydü, değil miydi, mümkün müydü, imkânsız mıydı, bunu sormuyor, öğrenmek istemiyordu: Onun görevi yalnız belki de can çekişen kardeşinin yanında olmak değil, oğlunu ona götürmek için mümkün olan her şeyi yapmaktı ve gitmeye karar verdi. Prens Andrey'in durumu ona bildirmemesini Prenses Mariya, kardeşinin mektup yazamayacak kadar bitkin olmasına yahut bu uzun yolculuğu oğlu için zor ve tehlikeli görmesine veriyordu.

Birkaç gün yol hazırlığı yaptı. Voronej'e gelirken bindiği Büyük Dük kupasıyla brıçkaları ve yük arabaları vardı yalnız. Yanında Matmazel Bourienne, Nikoluşka ile mürebbisi, yaşlı dadı, üç hizmetçi kız, Tihon, genç bir uşak ve teyzesinin yanına kattığı bir yol uşağı vardı.

Asıl Moskova yolundan gitmek asla düşünülemezdi; onun için Prenses Mariya'nın takip etmek zorunda olduğu karmaşık Lipetsk, Riyazan, Vladimir, Şuya yolu çok uzun ve her yerde posta arabası bulunmadığından yolculuk çok zordu, hatta (söylendiğine göre) Fransızların göründüğü Riyazan yakınları dahi tehlikeliydi.

Bu güç yolculuk sırasında Matmazel Bourienne, Dessallés ve Prenses Mariya'nın hizmetçileri onun gösterdiği metanete, canlılığa hayret etmişlerdi. Herkesten geç yatıyor, herkesten önce kalkıyordu; hiçbir güçlük durduramıyordu onu. Yol arkadaşlarını harekete geçiren canlılığı, enerjisi sayesinde ikinci haftanın sonunda Yaroslav'a vardılar.

Prenses Mariya, Voronej'de geçirdiği son günlerde, hayatının en büyük mutluluklarını yaşamıştı. Rostov'a olan aşkı ona artık acı vermiyor, onu telaşlandırmıyordu. Bu aşk bütün ruhunu doldurmuş, onun ayrılmaz bir parçası olmuştu; artık aşkıyla mücadele etmiyordu. Son zamanlarda Prenses Mariya (bunu kendine açıkça itiraf etmiyorsa da) sevildiğine ve sevdiğine inanmıştı. Kardeşinin Rostovların yanında olduğunu bildirmek için geldiği zaman Nikolay'la yaptığı görüşmede, son görüşmelerinde buna inanmıştı. Nataşa ile Prens Andrey arasındaki ilişkinin (Prens Andrey iyileştiği takdirde) yeniden başlayabileceği hakkında Nikolay hiçbir imada bulunmuyor ama Prenses Mariya, bunu bildiğini, düşündüğünü onun yüzünden okuyordu. Buna karşın kendisine karşı olan özenli, nazik, şefkatli tavırları değişmek şöyle dursun, tersine öyle görünüyordu ki, aralarındaki akrabalık, dostluğunu, sevgisini şimdi daha özgürce ifade etme olanağını kendisine verdiği için (Prenses Mariya'nın arada bir düşündüğü gibi) seviniyordu; Prenses Mariya ömründe ilk ve son defa olarak sevdiğini biliyor, sevildiğini de hissediyordu; bu bakımdan mutlu ve rahattı.

Fakat ruhunun bir yanının mutluluğu kardeşinin acısını bütün şiddetiyle duymasına engel değildi; tersine bu iç rahatlığı, ruhunu kardeşine karşı duyduğu acıya terk etmesi için ona büyük imkân veriyordu. Bu his, Voronej'den hareketinin ilk anlarında o kadar güçlüydü ki, onu uğurlayanlar üzgün, acılı yüzüne bakarak yolda hastalanacağını düşünmüşlerdi. Ama Prenses Mariya'nın canla başla katlandığı bu güçlükler, yolculuğun sıkıntıları ona güç verdi.

Yolculuklarda hep olur; Prenses Mariya yolculuğun amacını unutmuş, yalnız bu yolculuğun kendisini düşünüyordu. Ama Yaroslav'a yaklaşıp da karşılaşabileceği, daha sonra değil, bu akşam karşılaşabileceği şeyi anımsayınca heyecanı son dereceyi buldu.

Rostovların Yaroslav'da nerede kaldıklarını ve Prens Andrey'in ne durumda bulunduğunu öğrenmek için önceden gönderilmiş olan yol uşağı, şehir kapısında, içeri girmekte olan büyük kupa arabasına karşıladığı zaman, pencereden başını çıkarıp kendisine bakan Prenses'in korkunç bir şekilde sararmış yüzünü görünce fena halde korktu.

"Her şeyi öğrendim, Prenses Hazretleri: Rostovlar meydanda, tacir Bronnikov'un evinde kalıyorlar. Volga kıyısına yakın," dedi.

Prenses Mariya, asıl önemli konuyu, kardeşinin nasıl olduğunu öğrenmek istiyordu; ürkek, meraklı bakıyordu onun yüzüne. Matmazel Bourienne sordu bunu, Prenses'in yerine.

"Prens nasıl?" dedi.

"Ekselans da aynı evde kalıyorlar."

Prenses Mariya, "Demek ki yaşıyor," diye düşündü ve yavaşça sordu: "Nasıl?"

"Hizmetçiler, hep aynı durumda, diyorlar."

Prenses Mariya, "hep aynı durum"un ne demek olduğunu sormadı, karşısında oturan ve bir şehre geldikleri için sevinen yedi yaşındaki Nikoluşka'ya gizlice bir göz atarak başını eğdi, ağır kupa arabası gürültüyle sarsılıp sallanarak bir yerde duruncaya kadar kaldırmadı. Arabanın arkasında bulunan basamaklar tıkırdıyordu.

Arabanın kapıları açıldı. Solda su; büyük bir nehir; sağda bir dış kapı vardı; kapıda adamlar, hizmetçiler ve Prenses Mariya görününce tatsız, yapay bir tavırla gülümseyen, kalın, siyah bir saç örgüsü olan pembe beyaz bir kız vardı, Sonya'ydı bu. Prenses merdivene koştu, zoraki gülümseyen kız, "Buradan, buradan!" dedi, Prenses sofada, kendisini telaşla karşılamaya gelen Doğululara benzeyen yaşlı bir kadının karşısında buldu kendini. Bu kadın, yaşlı Kontes'ti. Prenses Mariya'yı kucakladı, onu öpmeye başladı.

" Çocuğum," dedi, "Sizi sever ve çoktan beri bilirim."

Bütün heyecanına rağmen Prenses Mariya, onun Kontes olduğunu, ona bir şeyler söylemesi gerektiğini anladı. Nasıl olduğunu kendisi de bilmiyordu ama aynı tavırla birtakım Fransızca nezaket sözleri söyledi ve sordu:

"O nasıl?"

Kontes, "Doktor, tehlike yok diyor," dedi, ama söylerken içini çekerek gözlerini yukarı kaldırdı, bu hareketinde, sözlerine uymayan bir ifade vardı.

Prenses, "Nerede o? Görebilir miyim, görebilir miyim?" diye sordu.

"Şimdi, Prenses, şimdi dostum. Bu onun oğlu mu?" diyerek Dessallés'yle içeri giren Nikoluşka'ya döndü. "Hepimiz sığarız, ev büyük. Ah, ne şeker çocuk!"

Kontes, Prenses'i misafir odasına aldı. Sonya, Matmazel Bourienne'le konuşuyordu. Kontes küçüğü okşuyordu. Yaşlı Kont, Prenses'i selamlayarak odaya girdi. Prensesin son gördüğünden beri yaşlı Kont çok değişmişti. O zaman dinç, neşeli, kendine güvenen bir ihtiyardı, şimdi zavallı, şaşkın bir adam gibi görünüyordu. Prensesle konuşurken bir yanlışlık yapıp yapmadığını herkesten sorar gibi durmadan etrafına bakınıyordu. Moskova'nın ve kendi mülklerinin harap olmasından sonra hayatı, doğal akışından kopmuş, kendine olan güvenini kaybetmişti. Hayatta artık yeri olmadığını hissediyordu. Prenses, tek arzusu kardeşini bir an önce görmek olmasına ve o anda bir tek şey (onu görmek) isterken kendisini meşgul etmelerine, sahte tavırlarla yeğenini övmelerine canı sıkılmasına rağmen, etrafında olup bitenleri görüyor, geçici bir zaman için girdiği bu yeni düzene boyun eğmek zorunluluğunu duyuyordu. Bütün bunların zorunlu olduğunu biliyordu. Ona zor gelmekle birlikte, katlanıyordu bunlara.

Kont, Sonya'yı takdim ederek, "Yeğenim," dedi, "onu tanıyor musunuz Prenses?"

Prenses, Sonya'ya döndü, bu kıza karşı duyduğu düşmanca hissi yenmeye çalışarak onu öptü. Çevresindekilerin, içinde olup bitenlerden bunca uzak olması ona acı geliyordu.

Ortaya seslenerek bir kez daha sordu:

"O nerede?"

Sonya kızararak, "Aşağıda, Nataşa yanında," diye yanıt verdi. "Haber vermeye gittiler. Siz herhalde yorulmuşsunuzdur, Prenses?"

Prensesin gözleri sabırsızlık ve öfkeden doldu. Başını öteye çevirdi, onun yanına nasıl gidebileceğini Kontes'e yeniden sormak istiyordu ki kapıdan hafif, kararlı, adeta neşeli bir ayak sesi duyuldu.

Prenses dönüp baktı, koşar gibi gelen Nataşa'yı, çok önce Moskova'da görüştükleri zaman hiç hoşuna gitmeyen Nataşa'yı gördü.

Ama daha Nataşa'nın yüzüne bakmadan onun kendisi için içten bir ıstırap arkadaşı, bunun için de bir dost olduğunu anladı. Ona doğru koştu, kendisini kucakladı, başını omzuna dayayıp ağladı.

Prens Andrey'in başucunda oturan Nataşa Prenses Mariya'nın geldiğini öğrenince hızla odasından çıkmış, ona doğru koşmuştu.

Koşarak odaya girdiği zaman Nataşa'nın telaşlı yüzünde tek bir ifade, bir sevgi ifadesi vardı; ona, Prenses'e, sevdiği insana yakın olan herkese karşı sonsuz bir sevgi, merhamet ifadesi; bir arzu, kendini tamamıyla onlara yardım etmeye adamak arzusu vardı. Açıkça görülüyordu ki o anda Nataşa'nın içinde kendisi ve kendisinin Prenses'le özel ilişkileri hakkında hiçbir düşünce yoktu.

Hassas bir kadın olan Prenses Mariya, Nataşa'nın yüzüne ilk bakışta bütün bunları anladı, acı bir zevkle onun omzunda ağladı.

Nataşa, onu öteki odaya doğru götürerek, "Gidelim, yanına gidelim, Mariya," dedi.

Prenses Mariya başını kaldırdı, gözlerini sildi, Nataşa'ya döndü. Ondan her şeyi öğreneceğini hissetmişti.

"Nasıl..." diye sordu, sonra birdenbire durdu. Sorunun da yanıtın da anlamsız olduğunu hissetmişti. Nataşa'nın gözlerindeki ifade, her şeyi çok açık ve derin anlatıyordu.

Nataşa ona bakıyor, ama korku ve şüphe içinde görünüyordu; tüm bildiklerini söylemeli mi, söylememeli miydi; ruhun derinliklerine nüfuz eden bu ışıklı gözlerin karşısında her şeyi, gördüğü bütün gerçekleri söylememenin olanaksız olduğunu hissediyordu. Nataşa'nın dudağı ansızın titredi, ağzının çevresinde biçimsiz kırışıklar belirdi; hıçkırarak yüzünü elleriyle kapadı.

Prenses Mariya her şeyi anlamıştı.

Ama hâlâ ümitliydi, "Yarası nasıl? Genel durumu nasıl?" diye sordu.

Nataşa, "Kendiniz, kendiniz göreceksiniz," diyebildi.

Ağlamaya son verip yanına sakin yüzlerle girmek için odasının yanında bir süre oturdular.

Prenses Mariya, "Hastalığı nasıl geçti? Çoktan beri mi kötü gidiyor? Ne zaman oldu bu?" diye sordu.

Nataşa, ilk zamanlar ateş ve ağrı yüzünden tehlikeli bir durum meydana geldiğini, fakat Troytsa'da bunun geçtiğini, doktorun yalnız kangrenden korktuğunu anlattı. Bu tehlike de atlatılabilmişti. Yaroslav'a geldikleri zaman yara irinlenmeye başlamış (Nataşa irinlenme vesaireye ait her şeyi biliyordu) ve doktor irinlenmenin iyi bir seyir takip edebileceğini söylemişti. Tekrar ateş yaptı. Doktor bu ateşin öyle tehlikeli olmadığını söyledi.

"Fakat iki gün önce," dedi Nataşa, "birdenbire bu oldu..." Hıçkırıklarını tutarak ekledi: "Neden bilmiyorum, fakat ne hale geldiğini kendiniz göreceksiniz."

Prenses, "Takattan mı düştü? Zayıfladı mı?" diye sordu.

"Hayır, değil ama daha kötü. Kendiniz göreceksiniz. Ah, Mariya, o çok fazla iyi bir insan, yaşaya... yaşayamaz, çünkü..."


XV


Nataşa kapıyı açıp Prenses Mariya'ya yol verdiği zaman Prenses hıçkırıkların boğazını tıkadığını hissetti. Kendini onca hazırlamasına, sakinleşmeye çalışmasına rağmen onu görünce ağlamamanın elinde olmayacağını biliyordu.

Prenses Mariya, Nataşa'nın, "Bu, iki gün önce oldu," sözleriyle ne kastettiğini anlamıştı. Bunun onun ansızın yumuşaması demek olduğunu anlamıştı ve bu yumuşayışın, bu rehavetin, ölüm işareti olduğunu biliyordu. Kapıya yaklaştı, Andryuşa'nın çocukluğundaki yumuşak, tatlı ve sevecen ifadesiyle, az bulunan, bu nedenle Prenses'i hep etkileyen yüzünü hayal edebiliyordu. Babası gibi onun da ölmeden önce kendisine tatlı sözler söyleyeceğini, buna dayanamayacağını, başucunda hüngür hüngür ağlayacağını biliyordu. Ama er geç olacaktı bu. Odaya girdi. Miyop gözleriyle kardeşinin vücudunu seçtikçe, yüzünün çizgilerini buldukça hıçkırıklar boğazına daha çok yaklaşıyordu; işte yüzünü gördü, onun bakışlarıyla karşılaştı.

Sincap derisi kaplı bir oda elbisesiyle yanlarına yastıklar dizilmiş bir divan üzerinde yatıyordu. Zayıf ve sapsarı idi. Zayıf, şeffaf, beyaz elinde bir mendil vardı, öbür elini, hafif parmak hareketleriyle, uzamış ince bıyıklarına dokunduruyordu. Gözleri içeri girenlere bakıyordu.

Onun yüzünü görüp de bakışlarıyla karşılaşınca Prenses Mariya adımlarını birden yavaşlattı ve gözyaşlarının kuruduğunu, hıçkırıklarının durduğunu hissetti. Yüzünün, bakışlarının ifadesini kavrayınca ansızın korktu. Kendini suçlu gibi hissetti.

"Ama suçum ne?" diye kendi kendine sordu. Karşısındaki soğuk ve sert bakışlar ona, "Suçun yaşaman ve hayatı düşünmen, ya ben!.." diye yanıt verdi.

Kız kardeşini ve Nataşa'yı ağır ağır süzerken dışarı değil, kendi içine bakan derin gözlerinde adeta bir kin vardı Prens'in.

Kız kardeşiyle, alışkanlıkları olduğu üzere, birbirlerinin ellerini öptüler. Tıpkı bakışları gibi sakin ve yabancı bir sesle, "Hoş geldin Mariya, nereden çıktın böyle!" dedi.

Ümitsiz bir çığlıkla haykırmış olsaydı, çığlığı, Prenses Mariya'yı bu sesten daha az dehşete düşürürdü.

Aynı sakin sesle, ağır ağır ve zihnini zorlayarak, "Nikoluşka'yı da getirdin mi?" dedi.

Prenses Mariya, "Sağlığın nasıl şimdi?" diye sordu; bunu nasıl söylediğine kendisi de şaşmıştı.

Prens Andrey, "Bunu doktora sormalı, dostum," dedi; görünüşe göre güler yüzlü olmak için kendini daha da zorlayarak dudaklarının ucuyla eklerken ne söylediğini hiç düşünmediği belliydi: " Geldiğin için teşekkür ederim, dostum."

Prenses Mariya onun elini sıktı, eli sıkılınca Prens Andrey, hafifçe yüzünü buruşturdu. Susuyordu; Prenses ne söyleyeceğini bilmiyordu. İki gün önce olup bitenleri anlamıştı. Sözlerinde, sesinin tonunda, özellikle bu bakışlarda, (bu soğuk, adeta düşmanca bakışlarda) dünyevi olan her şeyden uzaklaşma, yaşayan insan için korkunç bir uzaklaşma hissediliyordu. Yaşayanları güçlükle anlıyor gibi görünüyordu; bununla birlikte yaşayanları anlamayışı, anlama yeteneğini kaybettiğinden değil, yaşayanların anlamadığı, anlayamadığı başka bir şeyi, onun bütün varlığını emen bir şeyi anlamasından ileri geldiği hissediliyordu.

Sessizliği bozarak ve Nataşa'yı göstererek, "Evet, bak, kader ne garip şekilde birleştirdi bizi!" dedi. "Bütün gün bana hizmet ediyor."

Prenses Mariya dinliyor, ama söylediklerini anlamıyordu. O ince duygulu, nazik Prens Andrey, sevdiği bir kızın, onu seven bir kızın yanında bunu nasıl söyleyebilirdi! Eğer yaşamayı düşünseydi bunu böyle soğuk, gönül kırıcı bir tavırla söylemezdi. Öleceğini bilmeseydi, ona nasıl acımaz, yanında bunu nasıl söyleyebilirdi! Bunun ancak bir açıklaması olabilirdi: Onun için artık her şey birdi; ona daha başka, daha önemli bir şey göründüğü için her şey birdi.

Konuşma soğuk ve düzensizdi.

Nataşa, "Mariya, Riyazan yoluyla gelmiş," dedi.

Prens Andrey, Nataşa'nın, kız kardeşini Mariya diye küçük adı ile çağırdığını fark etmedi. Nataşa ise Prens Andrey'in yanında onun adını söylerken kendisi ilk kez bunun farkına varıyordu.

Prens Andrey, "E, peki?" dedi.

"Ona Moskova'nın yandığını, tamamıyla yandığını söylemişler ve güya..."

Nataşa durdu, devam edemiyordu. Prens Andrey, dinlemek için kendini zorluyor ama dikkatini veremiyordu.

"Evet, yandı diyorlar," dedi, "çok yazık," dalgın dalgın parmaklarıyla bıyıklarını düzelterek boşluğa bakmaya başladı.

Sonra hoşlarına gitsin diye ansızın, "Kont Nikolay'la mı karşılaştın Mariya?" dedi. "Buraya yazdığına göre onun çok hoşuna gitmişsin," sözlerinin, yaşayan insanlar için taşıdığı inceliği anlamaya gücü yokmuş gibi sade, sakin bir tavırla devam ediyordu. Sanki uzun zaman arayıp da nihayet bulduğu kelimelere sevinmiş gibi, "Sen de onu sevseydin çok iyi olurdu... Evlenirdiniz," diye ekledi. Mariya onun söylediklerini duyuyor, ama onun için bu sözler, kardeşinin insanlardan artık nasıl korkunç şekilde uzak olduğunu ispat etmekten başka hiçbir anlam taşımıyordu.

Sakin bir tavırla, "Benden söz etmek de ne oluyor!" dedi ve Nataşa'ya baktı. Bakışlarını kendi üzerinde hissederek Nataşa ona bakmadı. Yine herkes sustu.

Prenses Mariya titreyen bir sesle, "André, ister misin..." dedi, "Nikoluşka'yı görmek ister misin? Her zaman seni anardı."

Prens Andrey ilk kez hafifçe gülümsedi, ama kardeşini iyi tanıyan Prenses Mariya, bunun sevinçten, oğluna şefkatten gelen bir gülümseme değil, kendisinin onu duygulandırmak için aklınca son çareye başvurmasıyla hafif, tatlı bir alay olduğunu dehşet içinde anladı.

"Evet, Nikoluşka'yı getirdiğine çok memnun oldum. Sağlığı yerinde mi?"

Ürkek ürkek babasına bakan, ama kimse ağlamadığı için ağlamayan Nikoluşka yanına getirildiği zaman Prens Andrey onu öptü; belli ki ona ne söyleyeceğini bilmiyordu.

Prenses Mariya, Nikoluşka dışarı çıkarılınca, yine kardeşine yaklaştı, onu öptü, kendini artık fazla tutamayarak ağlamaya başladı.

Prens Andrey gözlerini dikmiş ona bakıyordu.

"Nikoluşka için mi ağlıyorsun?" diye sordu.

Prenses Mariya onu onaylar gibi, başını ağlayarak eğdi, "Mariya, bilirsin, İncil..." Birden sustu.

"Ne diyorsun?"

Aynı soğuk gözlerle kız kardeşine bakarak, "Hiç. Burada ağlamamak lazım," dedi.

Prenses Mariya'nın, Nikoluşka babasız kalacak diye ağladığını kardeşi anlamıştı. Kendini zorlayarak hayata dönmeye, yine yaşayanların arasına girmeye çalıştı.

"Evet, bu herhalde onlara acıklı gelir!" diye düşündü. "Oysa ne basit şey!"

Kendi kendine, "Gökyüzünde uçan kuşlar, ne eker ne de biçerler, ama kutsal babamız onları besler," dedi ve aynı şeyi Prenses'e söylemek istedi; "ama olmaz, onlar bunu kendilerine göre anlarlar; anlamazlar ki bunu! Şunu anlamazlar ki: Bunca değer verdikleri bütün bu duygular, önemli görünen bütün bu fikirler gereksizdir. Biz birbirimizi anlayamayız!"

Prens Andrey'in oğlu yedi yaşındaydı. Yazıyı zar zor sökebiliyor, bunun dışında bir şey bilmiyordu. O günden sonra çok şey görüp geçirmiş, bilgiler, görüşler, görgüler edinmişti; fakat eğer sonradan edindiği bütün bu yeteneklere o zaman sahip olsaydı bile, babasıyla Prenses Mariya ve Nataşa arasında geçen sahnenin önemini şimdikinden daha iyi, daha derin anlayamazdı. Her şeyi anlamıştı; ağlamaksızın odadan çıktı, peşinden gelen Nataşa'ya sessizce yaklaştı, dalgın, güzel, utangaç gözleriyle ona baktı; hafifçe yukarı kalkık kırmızı üst dudağı titriyordu, başını Nataşa'ya yasladı, ağlamaya başladı.

O günden beri Dessallés'den, onu okşayan Kontes'ten kaçıyor, ya tek başına oturuyor ya da ürkek ürkek Prenses Mariya'ya ve halasından daha çok sever göründüğü Nataşa'ya yaklaşıyor, sessizce, sıkılarak onlara sokuluyor, okşanmak istiyordu.

Prenses Mariya, Prens Andrey'in yanından çıktığı zaman Nataşa'nın yüzünde okunan şeyleri tamamıyla anlamıştı. Kardeşinin hayatının kurtulması ümidi üzerinde Nataşa ile bir daha konuşmadı. Yanağının yanında sıra ile onunla nöbet bekliyor ve artık ağlamıyordu; ama içinden, can çekişen bir insanın başucunda, verdiği huzur şimdi daha çok hissedilen o sonsuz, ulaşılmaz varlığa seslenerek durmadan dua ediyordu.


XVI


Prens Andrey öleceğini yalnızca bilmiyor, can çekiştiğini, yarı yarıya ölmüş olduğunu da hissediyordu. İçinde, dünyevi olan her şeyden uzaklaşmanın bilinci, varlığının tuhaf, neşeli bir hafifliği vardı. Acele etmeden ve telaş göstermeden olacakları bekliyordu. Yaşamı boyunca hissettiği o müthiş, sonsuz, meçhul ve uzak varlık, onun için şimdi yakın (yaşamanın garip hafifliği dolayısıyla) hemen hemen anlaşılır, hissedilir bir şey olmuştu.

Eskiden, ölümden korkardı. Bu, korkunç, acı verici ölüm korkusu hissini iki kez duymuştu; şimdi böyle bir duyguyu artık bilmiyordu.

Bunu, önünde mermi tanesi bir topaç gibi döndüğü zaman duymuştu ilkin; biçilmiş ekin tarlasına, çalılara, gökyüzüne bakıyor, ölümün başucunda dolaştığını görüyordu. Yaralandıktan sonra ayıldığı ve ruhunun ansızın onu tutan bir boyunduruktan kurtulduğunu, sonsuz, özgür, bu hayatla bağı olmayan sevgi çiçeği açıldığı zaman, o artık ölümden korkmuyor, onu düşünmüyordu.

Yaralandıktan sonra geçirdiği eziyetli yalnızlık ve yarı sayıklama saatlerinde, ona açılan yeni, sonsuz ruhsal dünyaya dalmış, dünyevi yaşamdan uzaklaşmıştı. Her şeyi, herkesi sevmek, sevgi için hep kendini feda etmek; hiç kimseyi sevmemek, bu dünyevi hayatı yaşamamak demekti. Bu aşk âlemine ne kadar çok girmişse hayattan o kadar ayrılmış, sevgimiz olmadığı zaman hayatla ölüm arasında duran korkunç engeli o kadar tam yıkmıştı. Bu ilk zamanlarda öleceği aklına gelince kendi kendine şöyle derdi: Ne olacak sanki, daha iyi.

Fakat Mitişçi'deki baygınlığı sırasında, arzuladığı kadın gözünün önüne geldiği ve kendisi dudaklarını onun eline yapıştırarak ağladığı geceden sonra bir kadının aşkı gizlice kalbine girmiş, onu yeniden hayata bağlamıştı. Ona hem sevinç, hem kaygı verici düşünceler gelmeye başladı. Sargı yerinde Kuragin'i gördüğü anda hissettiklerini anımsamıyordu; şimdi yaşayıp yaşamadığını düşündükçe acı çekiyor, bunu sormaya cesaret edemiyordu.

Hastalığı doğal seyrini takip ediyordu, ama Nataşa'nın "bu hal oldu" diye söz ettiği değişme, Prenses Mariya gelmeden iki gün önce gerçekleşmişti. Bu, yaşamla ölüm arasındaki son savaş, ölümün üstün geldiği ruhsal bir savaştı. Bu, Nataşa'ya olan aşkından ibaret gördüğü hayatta hâlâ değer verdiğinin ani bir itirafı ve varlığının bilinmeyen karşısındaki son isyanıydı.

Bir akşamdı. Her zaman olduğu gibi, yemekten sonra hafif bir ateşi vardı; düşünceleri fevkalade berraktı. Sonya masanın yanında oturuyordu. Hasta, ımızganıyordu. Birden içini bir huzur kapladı, "Ah, o geldi!" diye düşündü.

Gerçekten de, Sonya'nın yerinde, sessiz adımlarla biraz önce içeri girmiş olan Nataşa oturuyordu.

Nataşa kendisine hizmet etmeye başlayalı beri Prens Andrey onun yakınlığının bu fark edilir etkisini hep hissetmişti. Nataşa onu yana alarak bir koltuğa oturmuş, mumun ışığından onu koruyarak çorap örüyordu (Prens Andrey ona bir ara, hiç kimsenin hastalara, çorap ören yaşlı dadılar gibi bakamadığını, çorap örmekte yatıştırıcı bir şey bulunduğunu söylemiş ve o zamandan sonra Nataşa çorap örmeyi öğrenmişti), ince parmakları ara sıra tokuşan şişleri hızlı hızlı değiştiriyordu; eğik yüzünün düşünceli profilini Andrey açık açık görüyordu. Nataşa kımıldandı, yumak dizlerinin üstünden yuvarlanıp düştü. Nataşa ürperdi, Prens Andrey'e dönüp baktı; mumun ışığını eliyle kapayarak, dikkatli, çevik bir hareketle eğildi, yumağı aldı ye yine eski vaziyette oturdu.

Prense Andrey kımıldamadan ona bakıyordu, bu hareketten sonra derin bir nefes almaya ihtiyacı olduğunu, ama onun buna cesaret edemediğini, ihtiyatla nefes alıp verdiğini gördü.

Troytsa Manastırı'nda geçmişten söz etmişlerdi; Prens Andrey Nataşa'ya sağ kalırsa, onu kendisiyle birleştiren yara için Tanrı'ya şükredeceğini söylemişti ama o zamandan beri gelecekten hiç konuşmamışlardı.

Şimdi Prens Andrey ona bakıp şişlerden çıkan hafif çelik seslerini dinleyerek içinden, "Bu olabilir mi acaba?" diyordu. "Kader beni onunla sırf öleyim diye mi böyle garip bir şekilde birleştirdi? Hayatın gerçeği, sırf hiçlik içinde yaşamam için mi bana zahir oldu? Onu dünyada her şeyden çok seviyorum. Fakat onu seviyorsam ne yapayım?" dedi ve birdenbire ağrı çektiği zamanlardan kalma bir alışkanlıkla elinde olmayarak inledi.

Bu sesi duyunca Nataşa çorabı bıraktı, başını ona doğru uzattı; birdenbire, ışıldayan gözlerini fark ederek hafif adımlarla ona yaklaştı, eğildi.

"Uyuyor musunuz?"

"Hayır, çoktan beri size bakıyorum; geldiğinizi duydum. Sizin verdiğiniz tatlı huzuru... Işığı bana kimse vermiyor. Sevincimden ağlamak istiyorum."

Nataşa ona iyice sokuldu. Yüzü taşkın bir sevinçle parlıyordu.

"Nataşa, sizi çok seviyorum. Dünyada herkesten çok."

"Ya ben?" Bir an öteye döndü. "Neden çok?" dedi.

"Neden mi çok? E, nasıl düşünüyorsunuz, içiniz, kalbiniz size ne diyor, yaşayacak mıyım? Ne dersiniz?"

Nataşa onun iki elini ihtirasla tutarak adeta haykırdı:

"Buna eminim, eminim!"

Prens Andrey susuyordu.

"Ne iyi olurdu!" dedi ve elini alıp öptü.

Nataşa mutlu ve heyecanlıydı; bu hareketin doğru olmadığını, onun sessizliğe ihtiyacı olduğunu hemen hatırladı.

Sevincini yenerek, "Ama siz uyumadınız," dedi. "Uyumaya çalışın... Rica ederim."

Prens Andrey, onun elini sıkarak bıraktı; Nataşa mumun yanına geldi; yine eski vaziyette oturdu. İki kez dönüp ona baktı, parıldayan gözleri kendi gözleriyle karşılaştı. Ördüğü çorapta kendine bir görev tayin etti, bunu bitirinceye kadar ona bakmamaya karar verdi.

Gerçekten de biraz sonra Prens Andrey gözlerini kapadı ve uyudu. Aradan çok geçmedi, ansızın soğuk terler dökerek telaşla uyandı.

Uyurken, bu sıralarda daima düşündüğü şeyi, hayatı ve ölümü, ama daha çok ölümü düşünüyordu. Kendini ona yakın hissediyordu. "Aşk mı? Aşk nedir?" diye düşünüyordu. "Aşk ölüme engel oluyor. Aşk hayattır. Hayattan ne anlıyorsam ancak sevdiğim için anlıyorum. Her şey sadece sevdiğim içindir, sevdiğim için vardır. Her şey ona bağlıdır. Aşk Tanrı'dır; ölmek, benim için, aşkın parçası için, sonsuz kaynağa dönmektir." Bu düşünceler ona teselli verici geliyordu. Ama bunlar ancak düşünceydi. Onlarda bir şey eksikti, onlarda sübjektif, zihinsel bir şey vardı, apaçıklık yoktu. Yine kaygı, belirsizlik baş gösterdi. Uykuya daldı.

Rüyasında, gerçekte yattığı odada yattığını ama yaralı değil, sağlıklı olduğunu görüyor, karşısına türlü türlü, önemsiz, kayıtsız insanlar çıkıyor, onlarla gereksiz bir şeyler üzerinde konuşup tartışıyor, onlar bir yere gitmek için hazırlık yapıyor, Prens Andrey, bütün bunların önemsiz şeyler olduğunu, onun başka, daha önemli kaygıları bulunduğunu bulanık bir şekilde hatırlıyor, ama onları şaşırtarak boş, esprili birtakım sözler söylemeye devam ediyor, bütün bu şahıslar yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor; bütün bu düşüncelerin yerini kapıyı kapama meselesi alıyor. Kalkıp sürgüsünü sürmek ve kapamak için kapıya doğru gidiyor. Her şey kapıyı vaktinde kapamayı başarıp başaramayacağına bağlı. Yürüyor, acele ediyor, ama ayakları kıpırdamıyor; yetişip kapıyı kapayamayacağını biliyor ama yine de olanca gücünü sarf ediyor. Istırap verici bir korku, üzerine çöküyor. Ölüm korkusu bu: Kapının arkasında duruyor. Ama bitkin, şaşkın bir halde kapıya doğru sürünürken korkunç bir şey öbür taraftan dayanıyor. Beşeri olmayan bir şey (ölüm) kapıyı zorluyor, onu durdurmak gerek. Kapıya sarılıyor, son gayretini sarf ediyor, kapamak artık imkânsız, hiç olmazsa onu tutmalı ama gücü yetmiyor, dayanamıyor, korkunç şeyin zorladığı kapı açılıyor, tekrar kapanıyor.

Kapı arkadan bir kez daha zorlanıyor. Doğaüstü son çaba fayda etmiyor, iki kanat sessizce açılıyor. O, ölüm içeri giriyor, Prens Andrey ölüyor.

Ama Prens Andrey ölür ölmez uykuda olduğunu anımsıyor ve o anda kendini zorlayarak uyanıyor.

"Evet, ölümdü. Öldüm ve uyandım. Evet, ölüm bir uyanıştır." Bu düşünce zihninde ansızın parlayıp söndü; şimdiye dek bilinmeyen dünyayı örten perde açıldı içinde. Kollarını bağlayan bir kuvvetten kurtulur gibi olduğunu ve o zamandan beri onu bırakmayan o garip hafifliği hissetti.

Soğuk terler içinde uyanıp da divan üzerinde kımıldanınca Nataşa yanına yaklaştı onun, ne oldu, diye sordu. Prens Andrey ona yanıt vermedi, ne söylediğini anlamayarak tuhaf tuhaf ona baktı.

Bu, Prens Mariya gelmeden iki gün önce olan şeydi. O günden sonra, doktorun dediği gibi, onu yıpratan ateş kötüye gitmeye başladı ama Nataşa doktorun söyledikleriyle ilgilenmiyordu, bu korkunç ve kendisi için açık işaretleri görüyordu.

O günden sonra Prens Andrey için uykudan uyanma ile birlikte hayattan uyanma da başladı. Hayatın geri kalanına oranla bu uyanış ona uykudan uyanıştan daha yavaş gelmiyordu.

Bunda, yavaş yavaş uyanmada korkunç ve tehlikeli bir şey yoktu.

Son günleri ve son saatleri her zamanki gibi normal geçmişti. Yanından ayrılmayan Prenses Mariya ile Nataşa da bunu hissediyorlardı. Ağlamıyor, telaşlanmıyorlardı ve son zamanlarda kendileri de bunu hissederek, ona değil (o artık yoktu, onlardan uzaklaşmıştı) en yakın hatırasına, yalnızca bedenine hizmet ediyorlardı. İkisinin de hisleri o kadar güçlüydü ki ölümün görünen yüzü artık etkilemiyordu onları. Acılarını tahrik etmeyi gerekli görmüyorlardı. Yanında da, o yokken de ağlamıyorlardı ama aralarında asla söz etmiyorlardı ondan. Anladıklarını kelimelerle ifade edemediklerini hissediyorlardı.

Onun ağır ağır ve sükûnetle onlardan uzaklaşarak gittikçe daha derinlere, yokluğa gömülüp gittiğini ikisi de görüyor, bunun böyle olması gerektiğini, böyle olmasının iyi olduğunu biliyorlardı.

Günah çıkarttılar, Kudas verdiler; herkes onunla vedalaşmaya geldi. Oğlu yanına getirilince dudaklarını yüzüne dokundurdu, içi sızladığı, dayanamadığı için değil, (Prenses Mariya ile Nataşa bunu anlıyorlardı) yalnızca ondan istenen şeyin bu olduğunu sandığı için başını öteye çevirdi; ama onu takdis etmesi söylenince istenen şeyi yerine getirdi ve şimdi ne yapmam gerekiyor, diye sorar gibi baktı.

Son nefesini verdiği zaman Prenses Mariya ile Nataşa oradaydı.

Ceset karşılarında hareketsizce birkaç dakika yattıktan, soğuduktan sonra Prenses Mariya, "Tamam mı?" dedi. Nataşa yaklaştı, cansız gözlere baktı, onları hemen kapadı. Öpmedi, en yakın hatırasını bağrına bastı.

"Nereye gitti? Şimdi nerede?"

Giydirilen, yıkanan ceset, masanın üstündeki tabutta yatarken herkes yaklaşıyor, vedalaşıyor, herkes ağlıyordu.

Nikoluşka, kalbini parçalayan ıstıraplı bir şaşkınlıkla ağlıyordu. Kontesle Sonya, Nataşa'ya acıdıklarından ve Prens Andrey artık yaşamadığı için ağlıyorlardı. Yaşlı Kont, yakında (bunu hissediyordu) kendisinin de aynı korkunç sonu yaşayacağını bildiği için ağlıyordu.

Nataşa ile Prenses Mariya da şimdi ağlıyorlardı, ama kendi acıları için değil; gözlerinin önünde geçen basit ve muhteşem ölüm sırrı karşısında ruhlarını kaplayan dindarca bir coşkunluktan dolayı ağlıyorlardı.

Continue Reading

You'll Also Like

64.7K 2.3K 10
Hayvan Çiftliği'nin kişileri hayvanlardır. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'...
1.1K 70 10
İstanbul'u dinlemek ve duymak için mutlaka okunması gereken bu kitap, İstanbul üzerine yazılmış sayılı şaheserlerden. Hisar, Boğaziçi'ni mevsim mevsi...
16.3K 443 5
İngiliz centilmen Phileas Fogg, üye olduğu kulüpteki arkadaşlarıyla 80 günde dünyanın etrafını dolaşacağına dair iddiaya girer. Uşağı Parisli Passepa...
9K 195 10
Kitap kapağı için soylemeniz gerekenler; -Kitap adı, -Türü, -Konusu, -İstediğiniz bir yazı varsa o yazıyı, -Yazarı. (şu an yapılmamaktadır.)