Savaş ve Barış

By ClassicsTR

6.9K 168 13

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... More

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

VII - VIII - IX - X - XI - XII

16 0 0
By ClassicsTR



Borodino Savaşı'yla ölü ve yaralılarımız hakkındaki müthiş haber ve daha müthiş olan Moskova'nın kaybedildiği haberi, Voronej'e eylülün ortalarına geldi. Kardeşinin yaralandığını ancak gazetelerden öğrenen ve ondan haber alamayan Prenses Mariya, Nikolay'ın duyduğuna göre (kendisi Prenses'i görmemişti) onu aramaya gitmeye hazırlanıyordu.

Borodino Savaşı ve Moskova'nın terk edildiği haberini alınca Voronej'de her şey birden ümitsizlik, kin, intikam ve buna benzer duygularla ilgili olmaksızın, can sıkıcı, üzücü gelmeye başladı; bir utanç, bir rahatsızlık duyuyordu. Dinlediği bütün konuşmalar yapay geliyordu, bütün bunlar hakkında ne düşüneceğini bilmiyor, her şeyin onun için ancak yine alayda aydınlanacağını anlıyordu. At satın alma işinin sonuçlanması için acele ediyor, hizmetçilerine ve başçavuşa haksız yere ikide bir çıkışıyordu.

Rostov'un hareketinden birkaç gün önce, Rus ordularının kazandığı zafer dolayısıyla katedralde bir ayin yapılıyordu; Nikolay da ayine gitmişti. Valinin biraz gerisinde duruyor, dinsel bir ağırbaşlılıkla ve binbir türlü şeyler düşünerek ayini takip ediyordu. Ayin sona erince valinin karısı onu yanına çağırdı. Kliros'un önünde duran siyahlar giymiş bir kadını başıyla işaret ederek, "Prensesi gördün mü?" dedi.

Nikolay, Prenses Mariya'yı, şapkasının altından görünen profilinden çok o anda içini kaplayan bir çekinme, korku ve merhamet hissiyle hemen tanıdı. Kendi düşüncelerine dalmış görünen Prenses Mariya kiliseden çıkmadan son haçı çıkarıyordu.

Nikolay hayretle onun yüzüne bakıyordu. Bu yüz önce gördüğü yüzün aynısıydı, aynı derin, manevi yaşamın ifadesini taşıyordu; ama şimdi büsbütün başka türlü aydınlanmıştı. Onda dokunaklı bir acı, bir yalvarış ve ümit ifadesi vardı. Nikolay, daha önce olduğu gibi ona sokulmak için valinin karısından tavsiye beklemedi, burada, kilisede onunla konuşmanın yakışık alıp almayacağını düşünmeden ona yaklaştı; felaketini duyduğunu, bütün ruhuyle başsağlığı dilediğini söyledi. Prenses onun sesini duyar duymaz yüzünde birden hem yasını, hem sevincini aydınlatan parlak bir ışık yandı.

"Yalnız şunu söylemek istiyorum size, Prenses," dedi Rostov, "eğer Prens Andrey Nikolayeviç hayatta olmasaydı, alay komutanı olduğu için gazetelerde bu hemen ilan edilirdi."

Prenses anlamadan ama yüzündeki duygudaşlık ve acı ifadesine sevinerek bakıyordu ona.

Nikolay, "Çok örneğini bilirim: Mermi parçasının yarası (gazeteler dane yarası diyor) ya öldürücü olur ya da aksine çok hafif olur," dedi. "İyiyi beklemek lazım ve ben eminim..."

Prenses Mariya sözünü kesti.

"Ah, bu korkunç olurdu..." diye başladı, heyecandan sözünü bitiremedi, onun yanında hep yaptığı gibi zarifçe bir hareketle başını eğerek minnetle ona baktı ve teyzenin arkasından yürüdü.

O günün akşamı Nikolay hiçbir yere misafirliğe gitmedi, at cambazlarıyla bazı hesapları bitirmek için evde kaldı. İşleri bitince bir yere gitmek için vakit artık geçmişti. Ama yatmak için de erkendi daha, Nikolay hayatını düşünerek uzun süre odada bir aşağı bir yukarı gidip geldi, bu onun binde bir yaptığı bir şeydi.

Prenses Mariya, Smolensk yakınında onun üzerinde iyi bir etki bırakmıştı. O zaman Prenses'e böyle bambaşka şartlar içinde rastlaması, annesinin de zengin bir eş olarak tam onu göstermiş olması, ilgisini bir kat daha artırmıştı. Voronej'de, ziyareti sırasında bu etki yalnızca iyi değil, güçlü de olmuştu. Nikolay, bu sefer onda bulduğu olağanüstü ahlak güzelliğine hayran kalmıştı. Bununla birlikte, yola çıkmaya hazırlanıyordu ve Voronej'den ayrılarak Prenses'i görme fırsatından mahrum kalacağına hayıflanmak, aklından bile geçirmiyordu. Ama Prenses Mariya ile kilisede bugünkü karşılaşması (Nikolay bunu hissediyordu) kalbinde, tahmin ettiğinden ve kendi huzuru için arzu ettiğinden daha derin yer etmişti. Bu soluk, ince, kederli yüz, bu ışıklı bakışlar, bu yavaş, zarif hareketler ve hele bütün çizgilerinde beliren bu derin ve yumuşak hüzün onu telaşa düşürüyor, ondan ilgi bekliyordu. Rostov erkeklerde yüksek manevi bir hayat belirtisi görmeye tahammül edemezdi, (Prens Andrey'i bu nedenle sevmezdi) küçümseyen bir tavırla felsefe, hayalperestlik, derdi buna; ama Prenses Mariya'da özellikle kendisine yabancı manevi bir dünyanın bütün derinliklerini açığa vuran bu hüzünde karşı durulmaz bir cazibe hissediyordu.

İçinden, "Harikulade bir kız herhalde! İşte tam bir melek!" diyordu. "Ah neden özgür değilim, neden Sonya için acele ettim?" Ve elinde olmayarak ikisi arasında, bir kıyaslama yapıyordu: Nikolay'ın sahip olmadığı ve bunun için bu kadar çok değerlendirdiği manevi özelliklerden yana biri yoksul, öbürü zengindi. Özgür olsa ne olacağını tasavvur etmeyi denedi. Ona nasıl evlenme teklif ederdi, o nasıl karısı olurdu? Hayır, bunu tasavvur edemiyordu. İçine bir korku giriyor, gözlerinin önüne belirsiz, karışık birtakım şekiller geliyordu. Sonya ile kendine çoktan beri bir gelecek tablosu çizmişti; bu çok basit ve açıktı, çünkü her şey önceden düşünülmüştü; Sonya'nın her şeyini bilirdi, ama Prenses Mariya ile kendine bir gelecek tasavvur etmek olanaksızdı, çünkü onu anlamıyor, yalnızca seviyordu.

Sonya hakkındaki hayallerinde neşeli, eğlenceli bir şeyler vardı. Ama Prenses Mariya üzerinde düşünmek her zaman güç, biraz da tuhaf oluyordu.

"Nasıl dua ediyordu!" diye hatırladı. "Bütün benliğini ibadete verdiği belliydi. Evet, bu dua, dağları harekete geçiren dua ve ben eminim ki, onun duası kabul edilecek. Neden ben kendim için dua etmiyorum?" diye düşündü. "Bana ne gerekiyor? Özgürlük, Sonya ile ilişkimi kesmek. O, doğru söyledi!" Valinin karısının söylediklerini hatırladı; "Onunla evlenmemiz talihsizlikten başka bir şey getirmez. Karmakarışık iş. Maman için acı... işler... Karmakarışık, müthiş karışık! Hem ben onu sevmiyorum ki. Evet, gerektiği gibi sevmiyorum. Tanrım! Beni bu korkunç, çaresiz durumdan kurtar!" diye birden duaya başladı. "Evet, dua dağları harekete geçirir, ama inanmak ve çocukluğumuzda Nataşa ile karın şeker olması için dua edip de dışarı koşarak şeker olmuş mu diye karı tattığımız zamanki gibi dua etmemek gerek. Hayır, ben şimdi saçma şeyler için dua etmiyorum," diyerek piposunu bir köşeye koydu, ellerini kavuşturup tasvirin önünde durdu. Prenses Mariya'nın hatırasıyla duygulanmış bir halde dua etmeye başladı, çoktan beri böyle dua etmemişti. Lavruşka birtakım kâğıtlarla kapıdan içeri girdiği zaman gözleri yaşla dolmuş, boğazı hıçkırıklarla tıkanmıştı.

Nikolay, vaziyetini hemen değiştirerek, "Aptal! Çağırılmadan içeri ne giriyorsun!" dedi.

Lavruşka uykulu bir sesle, "Validen kurye geldi," dedi, "size mektup var."

"Peki, iyi, teşekkür ederim, hadi git!"

Nikolay'a iki mektup gelmişti. Biri annesinden, öbürü Sonya'dan. El yazılarından tanıdı ve ilk olarak Sonya'nın mektubunu açtı. Birkaç satır okur okumaz yüzü sarardı, gözleri ürkek ve sevinçli bir ifadeyle açıldı.

"Hayır, bu olamaz!" diye mırıldandı.

Yerinde oturamıyordu, mektubu okuyarak odada dolaşmaya başladı, önce mektuba çarçabuk bir göz gezdirdi, sonra bir kez, bir kez daha okudu, omuzlarını kaldırıp kollarını sallayarak ağzı açık, gözleri bir noktaya dikilmiş olduğu halde odanın ortasında durdu. Tanrı'nın kabul edeceğinden emin olduğu az önceki duası yerine gelmişti; ama Nikolay, bu sanki görülmedik bir şeymiş, bunu beklemiyormuş ve özellikle arzusunun bu kadar çabuk gerçekleşmesi, yalvardığı Tanrı'nın işi değil, basbayağı bir tesadüf eseri olduğunu ispat ediyormuş gibi, şaşkınlık içindeydi.

Nikolay'ın özgürlüğünü bağlayan ve çözülmez görünen düğüm, Sonya'nın bu beklenmedik (Nikolay'a öyle geliyordu) sebepsiz mektubuyla çözülüyordu. Kız, Rostovların hemen hemen bütün servetlerini Moskova'da kaybetmeleri ve Nikolay'ın Prenses Bolkonskaya ile evlenmesi için Kontes'in gösterdiği yoğun arzu ve kendisinin de son zamanlardaki sessizliği ve soğuk davranışının, verdiği sözden kurtulmak ve tamamıyla özgür kalmak kararını kendisine bıraktığını yazıyordu.

"Bana iyilik eden bir aile içinde üzüntüye, geçimsizliğe sebep olabileceğimi düşünmek benim için çok acıdır," diye yazıyordu, "sevgimin tek amacı sevdiğim kimsenin mutluluğudur; onun için size yalvarırım, Nicolas, kendinizi özgür sayınız ve her şeye rağmen sizi hiç kimsenin Sonya kadar sevemeyeceğine inanınız."

Her iki mektup da Troytsa'dan geliyordu, öbür mektup Kontes'tendi. Bu mektupta Moskova'daki son günler, yola çıkış, yangın ve bütün servetin yok oluşu anlatılıyordu. Kontes söz arasında Prens Andrey'in yaralı olarak kendileriyle birlikte yolculuk ettiğini yazıyordu. Durumu çok tehlikeliymiş ama şimdi doktor, daha çok ümit var, diyormuş. Sonya ile Nataşa hastabakıcı gibi hizmet ediyorlarmış.

Ertesi gün Nikolay bu mektupla birlikte Prenses Mariya'ya gitti. Nikolay da, Prenses Mariya da "Nataşa ona bakıyor," sözünün ne anlam ifade edebileceği üzerinde bir tek söz söylemediler; ama bu mektup Prenses'le Nikolay'ı birden hemen hemen bir akraba gibi birbirlerine yakınlaştırmıştı.

Ertesi gün Rostov, Prenses Mariya'yı Yaroslav'a uğurladı, birkaç gün sonra kendisi de alaya hareket etti.


VIII


Sonya'nın Nikolay'a mektubu (gerçekleşen dua)Troytsa'dan yazılmıştı. Yazılmasının nedeni şuydu: Nikolay'ın zengin bir kızla evlenmesi düşüncesi yaşlı Kontes'i gittikçe daha çok meşgul ediyordu. Kontes bu konuda başlıca engelin Sonya olduğunu biliyordu. Sonya'nın hayatı, son zamanlarda, özellikle Nikolay'ın Boguçarovo'da Prenses Mariya ile karşılaşmasını anlatan mektubundan sonra Kontes'in evinde gittikçe zorlaşmıştı. Kontes Sonya'ya dokunaklı ve acı tacizler için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.

Fakat Moskova'dan çıkmadan birkaç gün önce, olup bitenlerden sinirleri bozulan Kontes, Sonya'yı yanına çağırdı, azarlamadı, emretmedi; fedakârlık yapmasını, Nikolay'la ilişkisini keserek kendisine yapılan iyilikleri ödemesini gözyaşları dökerek rica etti.

"Bana bunun için söz vermedikçe rahat etmeyeceğim."

Sonya hüngür hüngür ağlamaya başladı, her şeyi yapacağını, her şeye hazır olduğunu söyleyerek hıçkırıklarla yanıt verdi ama söz vermedi, kendisinden isteneni yapıp yapmamak konusunda kararsız kaldı. Onu besleyen, yetiştiren ailenin mutluluğu için fedakârlık göstermesi gerekiyordu. Başkalarının mutluluğu için fedakârlık, Sonya'nın alışık olduğu bir şeydi. Evde durumu öyleydi ki kendi değerini ancak fedakârlık yaparak gösterebilirdi; buna alışmıştı ve severdi bunu. Önceleri fedakârlıkta bulunurken değerini hem kendisinin hem de başkalarının gözünde yükselttiğini, hayatında her şeyden çok sevdiği Nicolas'ya böylece daha çok layık olduğunu anlıyordu, ama şimdi yapacağı işle hayatının anlamından vazgeçmiş olacaktı. Ömründe ilk kez, kendisine iyilik eden insanlara karşı acı bir his duyuyordu; hiçbir zaman böyle bir şey denememiş olan, hiçbir zaman fedakârlıklarda bulunmak gereğini duymayan, başkalarını fedakârlıkta bulunmaya zorlayan ve yine de herkes tarafından sevilen Nataşa'ya imreniyordu. Nikolay'a olan sakin, temiz aşkının içinden geleneklerden, erdemden, dinden de üstün bir tutkunun yükselmeye başladığını hissetti; bunun etkisi altında bağımlı hayatının ister istemez kendisine öğrettiği belirsiz sözlerle Kontes'e yanıt vererek onunla konuşmayı uzatmaktan kaçındı ve Nikolay'la görüşmeyi beklemeye, onu özgür bırakmak için değil, tersine, bu görüşmede kendini sonsuza dek ona bağlamak için karar verdi.

Rostovların Moskova'daki son günlerinin telaşı Sonya'yı ezen acı düşünceleri unutturmuştu. Bu düşüncelerden kaçıp gündelik işlerde bir kurtuluş yolu bulduğuna seviniyordu. Ama Prens Andrey'in kendi evlerinde bulunduğunu öğrenince, ona ve Nataşa'ya karşı duyduğu içten merhamete rağmen, Nikolay'dan ayrılmasını Tanrı'nın istemediğini düşünerek batıl bir hisse kapıldı. Nataşa'nın yalnız Prens Andrey'i sevdiğini, onu her zaman ve hâlâ sevdiğini biliyordu. Biliyordu ki bu korkunç şartlar içinde onlar bir araya gelince yeniden birbirlerini sevecekler ve o zaman aralarında kurulacak akrabalık dolayısıyla Nikolay, Prenses Mariya ile evlenemeyecek. Son günlerde ve yolculuğun ilk zamanlarında geçen olayların dehşetine karşın, Tanrı'nın onun kendi özel işlerine karıştığını düşünmekten gelen bu duygu sevindirmişti onu.

Rostovlar yolculuklarının ilk gününde Troytsa Manastırı'nda konakladılar.

Manastırın otelinde Rostovlara üç büyük oda ayrılmıştı. Odanın birini Prens Andrey işgal ediyordu. Yaralı o gün çok iyiydi. Nataşa yanındaydı. Bitişik odada Kont'la Kontes eski tanıdıklarını, bağışçılarını ziyarete gelen manastır başpapazıyla saygılı saygılı konuşuyorlardı. Sonya da oradaydı. Prens Andrey'le Nataşa'nın ne konuştukları düşünmeden edemiyordu. Kapının arkasından seslerini duyuyordu. Prens Andrey'in yattığı odanın kapısı açıldı. Nataşa telaşlı bir yüzle dışarı çıktı, kalkıp onu karşılayan ve geniş yenini sağ eliyle tutan papazı fark etmeksizin Sonya'ya yaklaştı, elini tuttu.

Kontes, "Nataşa, ne oluyorsun? Buraya gel," dedi.

Nataşa papazın hayır duasını almak için yaklaştı, papaz ona Tanrı'nın ve onun aziz kulunun inayetine sığınması öğüdünü verdi.

Papaz çıkar çıkmaz Nataşa dostunun koluna girdi, onu boş odaya götürdü.

"Sonya ne dersin? Yaşayacak değil mi?" dedi. "Sonya, ben ne kadar mutluyum ve ne kadar talihsizim! Sonya, kuzum, her şey eskisi gibi şimdi. Yeter ki o yaşasın ama hayır... çünkü... çünkü..." Nataşa hüngür hüngür ağlamaya başladı.

"Evet! Bunu biliyorum! Şükürler olsun," dedi Sonya. "Yaşayacak."

Sonya, dostunun korkusuyla, acısıyla ve kimseye söylemediği düşünceleriyle daha az telaşlı değildi. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak Nataşa'yı öptü. "Yeter ki o yaşasın!" diye düşündü. İki dost bir süre ağladıktan, konuştuktan ve gözyaşlarını sildikten sonra Prens Andrey'in kapısına yaklaştılar. Nataşa, dikkatle kapıyı açtı, içeri baktı. Sonya yarı açık kapının önünde, onun yanında duruyordu.

Prens Andrey sırtını üç yastığa dayamış yatıyordu. Solgun yüzü sakindi, gözleri kapalıydı, düzenli nefes aldığı belliydi.

Sonya ansızın, "Ah, Nataşa!" diye kuzininin kolunu yakalayıp adeta bağırarak kapıdan geri çekildi.

"Ne var? Ne var?" diye sordu Nataşa.

Sonya ürkmüş ve ciddi bir yüzle, "Bu, hani, o yok mu, şey..." dedi.

Nataşa kapıyı yavaşça kapadı, kendisine söylenen sözleri anlamaksızın Sonya ile pencereye doğru çekildi.

Sonya, "Hatırlıyor musun?" dedi, "senin için aynaya baktığımı hatırlıyor musun, Otradnoye'de Noel yortusunda... Ne gördüğümü hatırlıyor musun?.." (Sonya bir ayna falını hatırlatıyor.)

Nataşa gözlerini iyice açtı, Sonya'nın o zaman yatar vaziyette gördüğü Prens Andrey hakkında söylediklerini bulanık bir şekilde hatırladı.

"Evet, evet!" dedi.

"Hatırlıyor musun?" diye devam etti Sonya, "o zaman görmüş, sana, Dunyaşa'ya ve herkese söylemiştim. Onu yatakta görmüştüm..." Ayrıntıları anlatırken eliyle jestler yapıyordu. "Gözlerini kapamıştı, tam şimdiki gibi pembe bir yorganla örtülüydü, kollarını kavuşturmuştu." Gördüklerini anlatırken bunları o zaman gördüğüne daha çok inanıyordu. O zaman bir şey görmemiş, aklına gelen şeyleri görmüş gibi anlatmıştı ama o zaman uydurduğu şeyler ona bir hatıra kadar gerçek geliyordu, O zaman onun kendisine baktığını, gülümsediğini, üstünün kırmızı bir örtüyle örtülü bulunduğunu söylemişti, bunu hatırlıyordu, emindi buna; üstünde pembe, evet, pembe bir yorgan olduğunu, gözlerinin kapalı bulunduğunu daha o zaman söylemiş ve görmüştü.

"Evet, evet, pembe bir yorgandı," dedi Nataşa. Şimdi o da Sonya'nın pembe yorgan dediğini hatırlıyor ve kehanetin asıl olağanüstülüğünü, esrarengizliğini burada görüyordu.

Dalgın dalgın, "Ama bunun anlamı ne?" diye ekledi.

Sonya başını elleriyle kavrayarak, "Ah, bilmiyorum; ne görülmemiş şeyler bütün bunlar," dedi. Birkaç dakika sonra Prens Andrey zili çaldı, Nataşa yanına girdi; Sonya pencerenin önünde kaldı, az görülür bir duygulanma ve heyecan içinde, olup bitenlerin olağanüstülüğünü düşünüyordu.

O gün orduya mektup gönderme fırsatı çıkmıştı; Kontes oğluna mektup yazıyordu.

Yeğeni yanından geçerken başını mektuptan kaldırarak, "Sonya," dedi ve yavaş, titrek bir sesle ekledi: "Nikolay'a mektup yazmıyor musun?"

Sonya, Kontes'in söylemek istediklerini gözlüğü ardından bakan yorgun gözlerinden okumuştu. Bu bakışlarda hem bir yalvarış, hem reddedilme korkusu, hem de bu korkudan dolayı saldırı hazırlığı vardı.

Sonya Kontes'e yaklaştı, diz çökerek elini öptü.

"Şimdi yazacağım, maman," dedi.

Sonya, o gün bütün olup bitenlerin, özellikle biraz önce esrarlı bir biçimde gerçekleşen falın etkisiyle yumuşamıştı. Şimdi, Nataşa'nın Prens Andrey'le yeniden görüşmesi dolayısıyla Nikolay'ın Prenses Mariya ile evlenemeyeceğini düşünürken sevdiği ve alıştığı o fedakârlık duygusunun geri geldiğini sevinçle hissediyordu. Nikolay'ı şaşırtan o mektubu yazarken gözyaşları içindeydi, cömertlik yaptığının farkındaydı, bu nedenle o siyah, kadife gözlerini siliyordu arada bir.


IX


Piyer'in götürüldüğü askerî cezaevinde kendisini teslim alan subaylar ve erler ona düşmanca ama yine de saygıyla davranıyorlardı. Ona karşı davranışlarında hâlâ kim olduğu üzerinde hem bir şüphe (çok önemli bir adam mıydı acaba) hem karşı tarafta olması nedeniyle bir düşmanlık hissediliyordu.

Ertesi sabah nöbetçiler değişince Piyer, yeni nöbetçiler, subaylar ve erler için onu yakalayanlar bakımından taşıdığı önemi artık taşımadığını hissetti. Gerçekten de ertesi günkü nöbetçiler, köylü kaftanı giyen bu uzun boylu ve şişman adamı artık yağmacılarla, muhafız erleriyle kahramanca dövüşen, çocuğu kurtarmak için okkalı laflar eden o enerjik adam olarak değil, yalnızca yüksek komutanlığın emriyle nedense hapsedilen tutsak Rusların on yedincisi olarak görüyorlardı. Piyer'de bir özellik varsa o da ancak önün korkusuz, dalgın, düşünceli tavırları, Fransızları şaşırtacak derecede iyi konuştuğu Fransızcasıydı. Buna karşın, işgal ettiği ayrı oda bir subaya gerektiği için o gün Piyer yakalanan öbür şüphelilerle bir araya kondu.

Piyer'le birlikte tutuklanan Ruslar en aşağı tabakadan insanlardı. Piyer'in bir bey olduğunu, Fransızca da konuştuğunu öğrenince ondan büsbütün çekinmeye başladılar, Piyer kendisiyle nasıl alay ettiklerini üzülerek işitiyordu.

Ertesi akşam, bütün bu tutukluların (büyük olasılık kendisinin de) kundakçılık suçuyla yargılanacaklarını öğrendi. Üçüncü gün Piyer'i öbürleriyle birlikte beyaz bıyıklı bir Fransız generaliyle iki albayın ve pazıbentli diğer Fransızların bulunduğu bir eve götürdüler. Tutuklulara kim oldukları, nerede yakalandıkları, oraya ne amaçla geldikleri ve benzeri sorular soruldu.

Bu sorular, mahkemelerde sorulan bütün sorular gibi, işin özünü bırakarak ve bunun ortaya konması olanağını ortadan kaldırarak, yalnızca yargıçların sanığı arzu edilen hedefe, yani suçlamaya götürecek yanıtların akacağı oluğu yerleştirme amacını taşıyordu. Suçlamanın amacına uymayan bir şey söylenmeye başladı mı oluğu alıyorlar, su istediği yere akıyordu. Bundan başka Piyer, bütün sanıkların mahkemelerde uğradıkları şeye, şaşkınlığa uğramıştı: Bütün bu soruların kendisine neden sorulduğunu anlamıyordu. Oluk hilesinin sırf hoş görünmek için veya nezaket olsun diye kullanıldığını hissediyordu. Bu insanların hâkimiyeti altında bulunduğunu, onu bu gücün buraya getirdiğini, sorulara yanıt isteme hakkını da bu gücün onlara verdiğini, bu toplantının biricik amacının kendisini suçlamaktan ibaret olduğunu biliyordu. Bu nedenle, güç ve suçlama arzusu olduktan sonra hileye ve mahkemeye gerek yoktu. Bütün yanıtların kendisini suçluluğa götüreceği belliydi. Onu yakaladıkları zaman ne ile meşgul olduğu sorusuna karşılık olarak Piyer, biraz trajik bir dille, bir çocuğu, alevler içinden kurtardığı ana ve babasına götürmekte olduğunu söyledi. Yağmacı ile niçin kavga ettiği sorusuna verdiği yanıtta da, "bir kadını koruduğunu, tecavüze uğrayan bir kadını korumanın her insanın görevi..." derken sözünü kestiler: Bu zapta geçmedi, şahitler kendisini alevler içindeki evin avlusunda görmüşlerdi, burada ne aradığı soruldu. Moskova'da neler olduğunu görmeye gittiğini söyledi. Yine sözünü kestiler: Ona nereye gittiği sorulmuyor, yangının yanında ne aradığı soruluyordu. Yanıt vermek istemediğini söylediği ilk soru tekrar edilerek kim olduğu soruldu. Yine söyleyemeyeceğini belirtti.

Beyaz bıyıklı, kırmızı yüzlü general sert sert, "Yazın, bu kötü, çok kötü," dedi.

Dördüncü gün yangınlar Zubov Tabyası'nda başlamıştı.

On üç kişi ile birlikte Piyer'i Krımskiy Brod'a (Kırım Geçidi) bir tacirin araba hangarına götürdüler. Sokaklardan geçerken şehrin üstünü kaplamış gibi görünen dumandan nefes alamıyordu Piyer. Her tarafta yangınlar görünüyordu. Piyer o zaman felaketin önemini henüz anlamıyor, manzarayı dehşetle seyrediyordu.

Krımskiy Brod'da bir evin araba hangarında Piyer dört gün daha kaldı ve bu dört günde, buradaki bütün tutukların her gün mareşalin kararını beklediklerini Fransız askerlerinin konuşmalarından öğrendi. Bunun hangi mareşal olduğunu askerlerden öğrenemedi. Asker için, mareşal, iktidarın yüksek ve biraz esrarengiz bir halkasıydı belli ki.

Tutukluların ikinci kez sorguya götürüldükleri 8 Eylül gününe kadar geçen bu ilk günler Piyer'in en acı günleriydi.


X


8 Eylül'de hangardaki esirlerin yanına, nöbetçilerin gösterdikleri saygıdan anlaşıldığına göre çok önemli bir subay girdi. Herhalde bir kurmay olan bu subay, elinde bir listeyle Rusların yoklamasını yaparak Piyer'in adını da ismini söylemeyen diye okudu. Kayıtsız ve gevşek bir tavırla esirleri süzerek mareşalin huzuruna çıkarmadan önce uygun bir kıyafete sokulmalarını emretti nöbetçi subayına. Bir saat sonra bir bölük asker geldi, Piyer diğer on üç kişi ile Bakireler Meydanı'na sevk edildi. Hava açıktı, yağmurdan sonra güneş çıkmıştı. Gökyüzünde olağanüstü bir berraklık vardı. Duman, Zubov Tabyası askerî cezaevinden Piyer'in sevk edildiği zamanki gibi yere doğru yayılmıyor, açık havada sütun halinde yükseliyordu. Yangın alevleri görünmüyordu, ama her taraftan duman sütunları yükseliyordu, Moskova, Piyer'in görebildiği her yer, bir yangın yerinden ibaretti. Her tarafta, ocakları ve bacalarıyla boş arsalar ve kâgir binaların etrafı yanmış duvarları görünüyordu. Piyer yangın yerlerine dikkatle bakıyor, şehrini iyi bildiği mahallelerini tanımıyordu. Şurada burada yangından kurtulmuş kiliseler görünüyordu. Harap olmayan Kremlin, kuleleri ve Büyük İvan'ı ile uzaktan parlıyordu. Novodeviçi Manastırı'nın kubbesi parıldıyor ve oradan gelen çan sesleri sanki başka bir şekilde çınlıyordu. Bu çan sesleri Piyer'e pazar gününü, İsa'nın doğum yortusunu hatırlattı. Fakat bu bayramı kutlayacak kimse görünmüyordu ortalıkta. Her yer harabe ve yangın yeriydi; Rus halkından, Fransızları görünce saklanan, üstü başı yırtık, ürkek kimselere rastlanıyordu yalnız.

Belli ki, Rus yuvası bozulmuş, yok edilmişti ama yok edilen bu Rus düzeninin arkasından, bu harap yuvanın üstünde büsbütün başka ama sert bir Fransız düzeninin kurulduğunu hissediyordu Piyer. Bunu, düzgün saflar halinde ilerleyerek ona ve diğer tutuklulara muhafızlık eden güler yüzlü, neşeli askerlerin yüzünde hissediyordu; bunu, bir askerin idare ettiği iki atlı bir kaleska ile karşıdan gelen önemli bir Fransız memurunun tavrında hissediyordu. Bunu, bir alay bandosunun meydanın sol yanından gelen neşeli sesinde hissediyordu; bunu özellikle, bu sabah gelen Fransız subayının yüksek sesle esirlerin adlarını okuduğu listede hissetmiş ve anlamıştı. Piyer, basit erler tarafından yakalanmış, önce kalabalık bir yere sonra başka bir yere nakledilmişti. Onu unutabilir, başkalarıyla karıştırabilirlerdi. Ama hayır: Sorguda verdiği yanıtlar Celui qui n'avoue pas son nom adıyla ona geri verilmişti. Kendisine korkunç gelen bu adla şimdi bir yere götürülmekte, öbür esirlerle birlikte ciddiye alındığını muhafızların yüzlerinden anlamaktaydı. Kendini, iyi çalışan bir makinenin çarkları arasına düşmüş önemsiz bir yonga gibi hissediyordu.

Onu diğer suçlularla birlikte Bakireler Meydanı'nın sağ tarafında manastıra yakın, geniş bir bahçesi olan, büyük ve beyaz bir eve götürdüler. Burası, eskiden Piyer'in sık sık gittiği bir yerdi, Prens Şçerbatov'un eviydi; askerlerin konuşmalarından öğrendiğine göre şimdi burada Mareşal Dük Ekmühl oturuyordu.

Onları dış kapıya doğru götürdüler ve birer birer içeri almaya başladılar. Piyer'i altıncı olarak içeri aldılar. Yabancısı olmadığı camlı galeriden, sofadan, dış odadan geçirip kapısında yaver duran alçak tavanlı, uzun bir çalışma odasına götürdüler.

Davout, burnunun üstünde gözlükle odanın sonundaki bir masanın başında oturuyordu. Piyer onun yanına yaklaştı. Davout gözlerini indirmiş, önünde duran bir kâğıdı inceliyordu. Başını kaldırmadan, yavaşça sordu: "Kimsiniz?"

Piyer, söz söylemeye takatı olmadığı için susuyordu. Davout, Piyer için herhangi bir Fransız generali değildi; onun için Davout gaddarlığıyla tanınmış bir adamdı. Bir süre sabretmeye, beklemeye karar vermiş sert bir öğretmeni andıran Davout'nun soğuk yüzüne bakarken Piyer, geciktiği her saniyenin hayatına mal olabileceğini hissediyordu; ama ne söyleyeceğini bilmiyordu. İlk sorguda söylediği şeyi söylemeye cesareti yoktu. Adını, sanını açığa vurması hem tehlikeli, hem utanılacak bir şeydi. Piyer susuyordu. Ama onun bir karar vermesine vakit kalmadan Davout başını doğrulttu, gözlüğünü alnına kaldırdı, gözlerini kırpıştırdı, dikkatle Piyer'e baktı.

Besbelli Piyer'i korkutmak için ölçülü, soğuk bir sesle, "Bu adamı ben tanıyorum," dedi.

Önce Piyer'in sırtında dolaşan bir soğukluk, bir mengene gibi başını kavradı.

"Generalim, beni tanıyamazsınız, ben sizi hiç görmedim..."

Davout, Piyer'in odada fark etmediği başka bir generale dönerek, "Bu bir Rus casusu," diyerek Piyer'in sözünü kesti.

Davout, başını öteye çevirdi. Piyer birden gürleyen bir sesle söze başladı:

"Non, monseigneur." Davout'nun dük olduğunu hatırlamıştı birden. "Hayır, efendim, beni tanımış olamazsınız. Ben bir milis subayıyım ve Moskova'yı terk etmedim."

Davout, "Adınız?" diye tekrarladı.

"Besouhof."

"Yalan söylemediğinizi bana kim ispat edecek?"

Piyer güceniklik ifade etmeyen, ama yalvaran bir sesle, "Monseigneur!" diye bağırdı.

Davout gözlerini kaldırdı, dikkatle Piyer'e baktı. Birkaç saniye birbirlerine bakıştılar ve işte bu bakışma Piyer'i kurtardı. Bu bakışlarla, bütün savaş ve mahkeme şartlarına rağmen, bu iki adam arasında insanca bir ilişki kuruldu. Bu bir an içinde ikisi de sayısız bulanık şey hissetmiş, insanlığın çocukları, kardeş olduklarını anlamışlardı.

İnsanlarla ilgili işlerin, hayatın numaralarla adlandırdığı listesinden başını kaldıran Davout için ilk bakışta Piyer yalnızca önemsiz bir noktaydı; en küçük bir vicdani rahatsızlık hissetmeden onu kurşuna dizdirebilirdi ama şimdi onu bir insan olarak görüyordu. Bir an düşündü.

Soğuk bir tavırla, "Doğru söylediğinizi bana nasıl kanıtlarsınız?" dedi.

Piyer Ramball'i hatırladı, onun alayını, soyadını, evin bulunduğu sokağı söyledi.

" Siz söylediğiniz adam değilsiniz," dedi Davout.

Piyer kesik ve titrek bir sesle iddiasının doğruluğunu kanıtlamak için deliller ileri sürmeye başladı.

Ama bu sırada yaver içeri girdi, Davout'ya bir şeyler söyledi.

Yaverin verdiği haber üzerine birden Davout'nun yüzü ışıldadı, ceketini iliklemeye koyuldu. Piyer'i büsbütün unutmuşa benziyordu.

Yaver ona esiri hatırlatınca kaşlarını çattı, başıyla Piyer'i işaret ederek götürülmesini söyledi. Ama nereye götürülecekti? Yeniden barakaya mı, yoksa Bakireler Meydanı'ndan geçerlerken arkadaşlarının ona gösterdiği idam yerine mi? Piyer bunu bilmiyordu.

Başını çevirdi, yaverin bir şeyler sorduğunu gördü.

" Evet, şüphesiz!" dedi Davout. Ama bu "evet" niçindi? Piyer bilmiyordu.

Piyer ne kadar gittiğini ve nereye gittiğini hatırlamıyordu. Tamamıyla bilinçsiz, aptallaşmış bir halde, çevresinde hiçbir şey görmeden, başkalarıyla birlikte ayaklarını hareket ettirdi, herkes durunca o da durdu. Bütün bu süre içinde zihinde bir tek düşünce vardı: Onu idama mahkûm eden kimdi peki? Komisyonda onu sorguya çekenler değildi; onlardan hiçbiri bunu istemez ve görünüşe göre bunu yapamazdı. Bu, ona öyle insanca bakışlarla bakan Davout da değildi. Bir dakika daha geçse yanlış bir şey yaptıklarını Davout anlayacaktı; ama içeri giren yaver bu bir dakikaya engel olmuştu. Bu yaver de herhalde kötü bir şey istememişti. Ama içeri girmeyebilirdi. Onu bütün hatıralarıyla, arzularıyla, emelleriyle, düşünceleriyle birlikte idam etmek, öldürmek, hayattan mahrum etmek isteyen kimdi peki? Bunu yapan kimdi? Bunun kimse olmadığını hissediyordu Piyer.

Suç düzende, durumun şeklindeydi.

Düzen onu öldürüyor, yaşamdan, her şeyden mahrum ediyor, onu yok ediyordu.


XI


Esirleri Prens Şçerbatov'un evinden alıp Bakireler Meydanı'ndan aşağı, Deviçi Manastırı'ndan sola doğru götürerek, içinde dikili bir direk bulunan bir sebze bahçesine soktular. Direğin ötesinde yeni kazılmış büyük bir çukur görünüyordu; çukurun ve direğin yanında yarım daire şeklinde büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıkta çok az Rus, Napoléon'un sıra dışındaki askerleri; çeşit çeşit üniformalar giyen Almanlar, İtalyanlar, Fransızlar vardı. Direğin sağında ve solunda mavi üniformalı, kırmızı apoleti, tozluklu ve tolgalı iki dizi Fransız askeri duruyordu.

Suçluları liste sırasına göre (Piyer altıncı sıradaydı) sıraya dizdiler; direğin yanına götürdüler. Birden iki taraftan trampet sesleri duyuldu; Piyer sanki bu sesle birlikte ruhunun yarısının kopup gittiğini hissetti. Düşünmek, muhakeme etmek yeteneğini kaybetmişti, yalnızca görüp duyuyordu. Bir tek arzusu vardı: Ne olacaksa bir an önce olmasını istiyordu. Arkadaşlarına dönüp baktı, onları dikkatle süzdü.

En baştaki iki kişi saçları dibinden kesilmiş iki mahkûmdu. Biri uzun boylu, zayıftı; öbürü esmer, kıllı, adaleli, yassı burunluydu. Üçüncüsü kırk beş yaşlarında saçları ağarmaya yüz tutmuş, etine dolgun, iyi beslenmiş bir hizmetliydi. Dördüncüsü kumral tahta sakallı, kara gözlü, çok yakışıklı bir köylüydü. Beşincisi sarı, zayıf, ufak tefek, hırka giymiş on sekiz yaşlarında bir fabrika işçisiydi.

Piyer, "Birer birer mi, ikişer ikişer mi kurşuna dizsek?" diye tartıştıklarını duydu Fransızların. "İkişer ikişer," diye yanıt verdi üstsubay, soğuk ve sakin bir sesle. Askerlerin saflarında bir kıpırdanma oldu; herkesin acele ettiği görülüyordu, ama sıradan bir acele değildi bu; telaşları da vardı.

Pazıbentli bir Fransız memuru, suçlular dizisinin sağ tarafından yaklaştı, kararı Rusça ve Fransızca olarak okudu.

Sonra dört Fransız suçlulara yaklaştı, subayın bir işaretiyle en baştaki iki mahkûmu tuttular. Mahkûmlar direğe yaklaşarak durdu; torbalar getirilirken, yaklaşan avcıya bakan yaralı bir hayvan gibi, sessizce etraflarına bakınıyorlardı. Biri durmadan haç çıkarıyor, öbürü sırtını kaşıyor, dudaklarını gülümser gibi oynatıyordu. Askerler acele acele onların gözlerini sarmaya, torbaları boyunlarına geçirmeye ve onları direğe bağlamaya koyuldular.

Silahlı on iki nişancı eri ölçülü, sert adımlarla saflardan dışarı çıkıp direğe sekiz adım kala durdular. Piyer, olacak şeyi görmemek için başını öteye çevirdi. Piyer kendisine en korkunç gök gürültülerinden daha şiddetli gelen bir çatırtı duydu. Etrafa bir duman yayıldı; Fransızlar, sararmış yüzlerle ve titreyen ellerle çukurun başında bir şeyler yapıyorlardı. Diğer iki kişiyi götürdüler. Bu iki mahkûm da boş yere, sessizce, yardım isteyerek ve belli ki olacaklara anlam veremeyerek, buna inanmayarak, herkese aynı şekilde, aynı gözlerle bakıyorlardı. İnanamıyorlardı, çünkü hayatın kendileri için ne olduğunu yalnız onlar biliyor, onun kendilerinden alınabileceğini anlamıyor, buna inanmıyorlardı.

Piyer, bakmamak için başını öteye çevirdi; yeniden korkunç bir patlama kulaklarını çınlattı; bu seslerle birlikte bir duman, bir kan ve direğin yanında titreyen elleriyle birbirlerini iterek yine bir şeyler yapan Fransızların ürkmüş yüzlerini gördü. Piyer güçlükle nefes alarak "Bu ne?" diye sorar gibi etrafına bakındı. Onun bakışlarıyla karşılaşan bütün gözlerde aynı soru vardı.

Herkesin, Rusların, Fransız askerlerinin ve subayların yüzünde, bütün yüzlerde kendi içindeki korkuyu, dehşeti okudu. "Bunu kim yapıyor peki? Hepsi de benim gibi acı çekiyor. Kim yapıyor? Kim?" sorusu parlayıp söndü içinde.

"86'ncı alay nişancıları, ileri!" diye bağırdı biri. Piyer'in yanında duran beşinciyi tek olarak götürdüler. Piyer kendisinin kurtulduğunu, kendisiyle birlikte geri kalanların buraya yalnızca idamda hazır bulunsunlar diye getirildiklerini anlamadı. Durmadan artan bir korku içinde bir sevinç, bir ferahlık hissetmeksizin, neler oluyor, diye bakınıyordu. Beşinci, hırkalı fabrika işçisiydi. Kendisine dokunulur dokunulmaz dehşetle irkildi, Piyer'e sarıldı, Piyer silkinerek ondan kurtuldu, fabrika işçisi yürüyemiyordu, koltuklarına girerek onu sürüklediler; o bağırarak bir şeyler söylüyordu. Direğin yanına götürülünce birden sustu. Sanki bir şeyler anlamıştı. Bağırmanın boşuna olacağını mı, kendisini öldürmelerinin imkânsız olduğunu mu anlamıştı, her ne hal ise, direğin dibinde durdu, diğerleri gibi gözlerinin bağlanmasını beklemeye, yaralı bir hayvan gibi ateş saçan gözlerle etrafına bakınmaya başladı.

Piyer artık başını öteye çeviremiyordu; gözlerini kapadı. Bu beşinci cinayette onun ve bütün kalabalığın merak ve heyecanı en yüksek derecesini bulmuştu. Diğerleri gibi bu beşinci de sakin görünüyordu; hırkasına sarılmış, çıplak ayaklarının biriyle ötekini kaşıyordu.

Gözleri bağlanırken ensesine batan düğümü kendisi düzeltti; sonra onu kanlı direğe dayadıkları zaman, kendini arkaya verdi, bu durumda rahat edemediği için doğruldu, ayaklarını bir hizaya getirerek rahatça arkaya yaslandı. Piyer gözlerini ondan ayırmıyor, en küçük bir hareketini kaçırmıyordu.

Herhalde bir komut duyulmuş olacaktı; komuttan sonra sekiz tüfek sesi birden yükselmiş olsa gerekti. Ama Piyer, en küçük bir tüfek sesi duyduğunu hatırlamıyordu. İşçinin nedense kendini birden koyuverdiğini, iki yerde kan belirdiğini, sarkan vücudun ağırlığıyla iplerin gevşediğini, işçinin doğal olmayan bir şekilde başını eğdiğini, ayağını büküp çöktüğünü görmüştü. Direğe doğru koştu, onu kimse tutmadı. Ürkmüş, benizleri sararmış insanlar, işçinin etrafında bir şeyler yapıyorlardı. İpleri çözerken yaşlı, palabıyıklı bir Fransız'ın alt çenesi titriyordu. Ceset düştü. Askerler şaşkın şaşkın, telaşlı telaşlı onu direğin arkasına sürüklediler ve çukura itmeye başladılar.

Cinayetlerinin izlerini bir an önce silmek isteyen caniler olduklarını iyi biliyorlardı.

Piyer çukura göz attı, işçinin dizleri yukarı kalkıktı, bir omzu öbüründen yukarıda öylece yatıyordu. Titreyerek inip kalkıyordu bu omuz. Ama artık kürekler bütün cesedi toprakla örtmüşlerdi. Askerlerden biri geri dönmesi için Piyer'e öfkeyle bağırıyordu. Ama Piyer söylenileni anlamıyor, direğin dibinde duruyordu; kimse kovmuyordu onu.

Çukur tamamıyla dolunca bir emir yükseldi. Piyer'i yerine götürdüler; direğin iki tarafında saf halinde duran Fransız askerleri yarım dönüş yaparak düzgün adımlarla direğin yanından geçmeye başladılar. Dairenin ortasında duran yirmi dört kişi, bölük yanlarından geçerken, boşalmış tüfeklerle koşar adım yerlerine geçtiler.

Piyer şimdi boş bakışlarla, daireden ikişer ikişer koşan bu nişancılara bakıyordu. Biri hariç hepsi bölüklere katıldı. Benzi ölü gibi sarı, tolgası arkaya yıkık genç bir asker tüfeğini indirmiş, hâlâ çukurun karşısında, ateş ettiği yerde duruyordu. Ayakta durabilmek için kâh ileri, kâh geri birkaç adım atarak bir sarhoş gibi sallanıyordu. Yaşlı bir asker, bir erbaş, saflardan çıkıp koştu, genç askeri omuzlarından yakalayarak bölüğe sürükledi. Rus ve Fransız kalabalığı dağılmaya başladı. Sessizdiler, başlarını eğmiş yürüyorlardı.

Fransızlardan biri, "Bu onlara kundakçılık etmeyi öğretir," dedi.

Piyer baktı, yapılanlardan utanan ama bir teselli bulamayan bir asker olduğunu gördü onun. Başladığı sözü bitirmeden elini salladı ve yürüdü.


XII


İdamdan sonra Piyer'i diğer sanıklardan ayırdılar, harap, kirletilmiş bir kilisede yalnız bıraktılar.

İkindiüzeri nöbetçi çavuşu iki erle kiliseye girdi, affedildiğini, savaş tutsakları barakasına alınacağını bildirdi Piyer'e. Piyer kendisine ne söylendiğini anlamadan kalktı, askerleri takip etti. Onu, meydanın üst tarafında yanık tahtalardan, kütüklerden, padavradan yapılmış barakalardan birine soktular. Karanlıkta yirmi kadar tutuklu Piyer'in etrafını sardı. Piyer, kim olduklarını, orada ne aradıklarını, kendisinden ne istediklerini anlamadan onlara bakıyordu. Kendisine söylenen sözleri duyuyor, ama anlamıyordu. Sorulanlara yanıt veriyor ama kendisini kimin dinlediğini, verdiği yanıtların nasıl anlaşılacağını düşünmüyordu. Yüzlere, biçimlere bakıyor, bunlar ona anlamsız geliyordu.

İnsanların istemeden işledikleri bu korkunç cinayeti gördüğü andan beri Piyer'in ruhunda her şeyi tutan, her şeye can veren zemberek ansızın kopmuş, içinde ne varsa dökülüp şekilsiz bir çöp yığını haline gelmişti sanki. Kendisi farkında değildi ama kâinatın ahengine, insanlığa, kendine ve Tanrı'ya inancı silinip gitmişti. Daha önce de hissetmişti bunu Piyer, ama hiçbir zaman böyle güçlü olmamıştı. Daha önce Piyer'de inançlarına karşı bu tür şüpheler uyanmıştı, ama o zaman bunların kaynağı kendi suçuydu. Piyer o zaman bu ümitsizlikten, bu şüphelerden kurtuluşun kendi elinde olduğunu ruhunun derinliklerinde hissederdi. Ama şimdi dünyanın bu hale gelmesinin, geride bir harabeden başka bir şey kalmamasının kendi suçu olmadığını hissediyordu. Yaşama yeniden inanmanın elinde olmadığını biliyordu.

Karanlıkta çevresine insanlar toplanmıştı; herhalde kendisindeki bir şey onları çok ilgilendirmişti. Ona bir şeyler anlattılar, sorular sordular, sonra bir yere götürdüler. Ansızın kendini hep bir ağızdan konuşan, gülüşen birtakım insanlarla barakanın bir köşesinde buldu.

Karşı köşeden bir ses duyuldu. "İşte kardeşlerim... O Prens ki..." Ki'yi özellikle vurgulamıştı.

Piyer sessiz ve hareketsiz bir halde duvarın dibinde samanların üstüne oturmuş, gözlerini bir açıp bir kapıyordu. Gözlerini kapayınca karşısına yine fabrika işçisinin korkunç, özellikle saflığıyla korkunç yüzünü ve iradeleri ellerinde olmayan katillerin endişeden ötürü daha korkunç bir şekil alan yüzlerini gördü. Gözlerini yeniden açtı, anlamsız bakışlarla karanlığı süzdü.

Yanı başında, varlığını hareket ettikçe yaydığı keskin ter kokusundan anladığı ufak tefek bir adam iki kat olmuş oturuyordu. Bu adam karanlıkta ayaklarıyla bir şeyler yapıyordu; yüzünü görmediği halde Piyer onun kendisine baktığını hissetti. Dikkatle bakınca bu adamın ayakkabılarını çıkarmakta olduğunu gördü. Bunu nasıl yaptığını merak etti.

Küçük adam bir ayağına sarılmış olan sicimleri çözerek özenle sardı ve hemen Piyer'e bakarak öteki ayağını eline aldı. Bir eliyle sicimin birini asarken öteki eliyle öbür ayağını çözmeye başladı. Bu suretle hiç yavaşlamadan birbirini takip eden ölçülü, çevik hareketlerle ayakkabılarını güzelce çıkaran adam, onları bir takoza astı, çakısını çıkardı, bir şeyler kesti; çakıyı kapadı, yastığının altına koydu ve oturduğu yere iyice yerleşip kalkık dizlerini iki eliyle kucakladı, gözlerini Piyer'e dikti. Piyer bu çevik hareketlerde, onun bu tertipli köşesinde, hatta bu adamın kokusunda hoş, yatıştırıcı, tatlı bir şeyler hissediyordu. Kendisi de gözlerini ayırmadan ona bakıyordu.

Küçük adam ansızın sordu:

"Hayatta çok mu çektin? Ha?"

Ahenkli sesinde öyle bir tatlılık, içtenlik vardı ki Piyer yanıt vermek istedi ama çenesi titriyordu; gözlerinin yaşardığını hissetti. Küçük adam Piyer'in şaşkınlık göstermesine meydan vermeden hemen aynı tatlı sese devam etti:

"Ee, aldırma kartalım..." Yaşlı Rus kadınlarının tatlı, şefkatli sesiyle konuşuyordu. "Aldırma, dostum: Çile bir saat sürer, yaşam sonsuzdur! (bir atasözü) Ya, böyle azizim. Hâlâ yaşıyoruz şurada, Tanrı'ya şükür burnumuzun kanadığı yok. İnsanların kötüsü de var, iyisi de," dedi ve konuşarak çevik bir hareketle dizlerine doğru eğilip kalktı, öksürerek uzaklaştı.

Barakanın derinliklerinden aynı şefkatli sesi duydu Piyer.

"Vay kerata! Geldin ha! Geldin ha kerata, tanıdı! Ee, anladık."

Asker, üzerine sıçrayan küçük bir köpeği iterek yerine dönüp oturdu. Elinde beze sarılı bir şey vardı.

Yine önceki saygılı tavrını takındı, Piyer'e birkaç pişmiş patates vererek, "Alın, yiyin," dedi, "öğle yemeğinde çorba vardı. Patatesler de yenecek şeyler ha!"

Piyer bütün gün bir şey yememişti; patateslerin kokusu ona çok hoş geliyordu. Askere teşekkür etti ve yemeye başladı.

Asker gülümseyerek, "O ne öyle," dedi, patateslerden birini eline aldı. "Şöyle yapsana." Tekrar çakısını çıkardı, avucunda patatesi iki eşit parçaya ayırdı, bezden tuz alıp üzerine ekerek Piyer'e uzattı.

"Patatesler yenecek şeyler," diye tekrarladı. "İşte böyle ye."

Hiç bu kadar lezzetli bir şey yememiş gibi geliyordu Piyer'e.

"Hayır benim için hepsi bir," dedi, "ama neden bu zavallıları kurşuna dizdiler!.. Sonuncusu yirmi yaşlarında yoktu."

Küçük adam, "Sus... sus..." dedi. "Günah, günah..." diye ekledi hemen ve sanki sözleri ağzında her zaman hazırmış da kendiliğinden dökülüyorlarmış gibi, devam etti: "Nasıl oldu, bayım, neden Moskova'da kaldın?"

Piyer, "Bu kadar çabuk geleceklerini düşünmemiştim, bilemedim," dedi.

"Peki, nasıl yakaladılar seni dostum, evinden mi aldılar?"

"Hayır, yangına gitmiştim, orada yakaladılar, kundakçı diye yargıladılar."

Küçük adam, "Nerede hüküm, orada haksızlık," dedi.

Piyer son patatesi yiyip bitirerek, "Sen çoktan beri mi buradasın?" diye sordu.

"Ben mi? O pazar beni Moskova'da hastaneden aldılar."

"Sen kimsin, er misin?"

"Apşeron Alayı erlerinden. Sıtmadan ölüyordum. Bize bir şey söylemediler. Orada yirmi kişi yatıyorduk, düşünmedik, akıl etmedik."

Piyer, "E, sıkılıyor musun burada?" diye sordu.

"Nasıl sıkılmam. Adım Platon; lakabım Karatayev." Bu sözleri herhalde kendisine hitap ederken Piyer'e kolaylık olsun diye eklemişti. "Görev başındayken Şahin diye çağırırlardı. Nasıl sıkılmam, şahinim. Moskova, şehirlerin anasıdır. Bunları görür de nasıl sıkılmaz, üzülmezsin? Kurt lahanayı yer, kendisi ondan önce yok olur(bir atasözü). Büyükler böyle söylerlerdi."

Piyer, "Nasıl, nasıl dedin?" diye sordu.

Karatayev, "Ben mi?" dedi. "Bizim istediğimiz değil, Tanrı'nın yazdığı olur, diyorum." Bunu söylerken az önceki atasözünü tekrarladığını sanıyordu. Hemen sözüne devamla: "Nasıl, babadan kalma mülkün var mı? Evin var mı? Her şeyin bol demek! Annen baban yaşıyor mu?" diye sordu ve sorarken dudaklarının şefkatli, zapt edilmiş bir gülümsemeyle büzüldüğünü Piyer karanlıkta görmedi ama hissetti. Anlaşılan Piyer'in annesinin, babasının, özellikle annesinin olmadığına üzülmüştü.

"Eş nasihat, kaynana iltifat içindir, anneden yüce bir şey yok!" dedi. "E, çocukların var mı?" diye sordu. Piyer'in olumsuz yanıtı besbelli onu yine üzmüştü, hemen ekledi: "Eh, gençsin, Tanrı'nın izniyle o da olur. Sağlık önemli..."

Piyer elinde olmadan, "Evet ama şimdi hepsi bir," dedi.

Platon, "Ah, dostum," diye itiraz etti. "Dilenci torbasıyla zindanı kimse reddedemez." (bir atasözü) Yerine iyice yerleşti, uzun bir hikâye anlatmaya hazırlanır gibi öksürdü. "Evet, sevgili dostum, daha evimdeydim," diye başladı. "Mülkümüz geniş, toprağımız çok, mujikler iyi yaşıyor, ev halkı da, şükürler olsun, iyi yaşıyorlar. Babam, yanında yedi kişiyle ekin biçmeye giderdi, iyi yaşardık. Tam bir Hıristiyan gibi. Bak ne oldu..."

Platon Karatayev, odun kesmek için nasıl yabancı bir koruya gittiğine, bekçiye yakalandığına, nasıl dayağa çekildiğine, yargılandığına ve asker edildiğine dair uzun bir hikâye anlattı. Gülümsemenin değiştirdiği bir sesle, "Eee, şahinim," dedi, "bunu bir felaket sandık, ama hayır, iyi oldu. Beni yakalamasalar kardeşim gidecekti. Küçük kardeşimin beş çocuğu var; benimse bak, bir tek karım kaldı evde. Bir kızım vardı, daha asker olmadan önce onu Tanrı aldı. Bir kez izinli gitmiştim, efendime söyleyeyim, bir de ne göreyim, eskisinden iyi yaşıyorlar. Hayvan istemediğin kadar, kadınlar evde, iki kardeşim kazanç peşinde. Yalnız küçük kardeşim Mihaylo evde. Babam 'Evladın hepsi birdir,' diyordu, 'hangi parmağı ısırırsan ısır, hepsi acır. Platon'u askere almasalardı, Mihaylo gidecekti...' Hepimizi bir araya topladı, (inanır mısın?) kutsal tasvirin önüne dikti. 'Mihaylo,' dedi, 'gel buraya, kapan ayaklarına bakayım; karıcığım, sen de kapan, siz de torunlar. Anladınız mı?' İşte aziz dostum: Her kaderin bir nedeni var. Biz hep hüküm yürütürüz: Bu iyi değil, bu yaramaz. Bizim mutluluğumuz, dostum, ağın içinde su gibidir; çekersin şişer; sudan çıkarırsın, bomboş. Bu da öyle."

Platon oturduğu samanların üstünde yer değiştirdi. Bir süre sessizce durduktan sonra kalktı.

"Ee, galiba uykun geldi, ha?" diyerek hızlı hızlı haç çıkarmaya ve mırıldanmaya başladı:

"Tanrım, ey Mesih, Aziz Nikolay, Frole ve Lavre! Tanrım, ey Mesih, Aziz Nikolay! Frole ve Lavre! Tanrım, ey Mesih, bize acı, bizi kurtar!" diyerek duasını bitirdi, eğilip kalktı, derin bir nefes aldı, samanının üstüne oturdu. "İşte böyle. Tanrım, bir taş gibi yatır, has ekmek gibi kaldır bizi," diyerek mırıldandı ve kaputunu üstüne çekerek yattı.

Piyer, "Hangi duayı okudun?" diye sordu.

"Ha?" diye mırıldandı Platon, (uyumuştu bile) "Ne mi okudum? Dua ettim. Sen dua etmez misin?"

"Ederim, ben de ederim," dedi Piyer. "Ama sen ne okudun: Frole ve Lavre mi?"

Platon, "Elbette, ya nasıl?" diye yanıt verdi, "at bayramı. Hayvanlara da acımak lazım, bak hele kerata, tortop olmuş. Isındı köpekçik," diyerek ayaklarının dibinde yatan köpeği eliyle yokladı ve öbür tarafa dönerek hemen uyudu.

Dışarıda, uzaklarda bir yerde ağlayanlar vardı, haykırışlar işitiliyordu, barakanın aralıklarından bir ışık görünüyordu; ama barakanın içi sessiz ve karanlıktı. Piyer uzun zaman uyumadı, yanında yatan Platon'un düzenli horultularını dinleyerek, gözleri açık, karanlıkta yatıyor, yıkılmış ruhsal dünyasının yeni bir güzellikle, yeni ve sarsılmaz birtakım temeller üzerinde kımıldadığını hissediyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

1.3K 92 11
Ahmet Rasim bir istanbul yazarıdır. Onun kitapların-da şehrin nabzını, ruhunu, rengini, kokusunu buluruz. Ahmet Rasim'in istanbul'u bu kadar içerden...
1.1K 70 10
İstanbul'u dinlemek ve duymak için mutlaka okunması gereken bu kitap, İstanbul üzerine yazılmış sayılı şaheserlerden. Hisar, Boğaziçi'ni mevsim mevsi...
4.2K 183 26
Oliver Twist, yoksullar evinde dünyaya gelmiş bir yetimdir. Daha fazla yemek isteme cesareti, kapının önüne konmasına yol açar. Hayatta yapayalnızdır...
13.6K 563 9
Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı eserinde Petrov, 20'nci yüzyılın başında Finlandiya'nın Rusya'ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini tüm yönleriyle...