Savaş ve Barış

By ClassicsTR

7K 170 16

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... More

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII

29 0 0
By ClassicsTR



Saat ikide Rostovların yüklenmiş, koşulmuş, dört binek arabası kapıda bekliyordu. Yaralılarla dolu yük arabaları birbiri ardı sıra avludan çıkmışlardı.

Prens Andrey'i getiren kaleska, verandanın önünden geçerken, bir hizmetçinin yardımıyla Kontes'in arabadaki yerini hazırlayan Sonya'nın gözüne çarptı. Başını arabadan dışarı uzatarak, "Bu kimin kaleskası?" diye sordu Sonya. Oda hizmetçisi yanıt verdi:

"Nasıl, bilmiyor muydunuz, küçükhanım? Yaralı Prens'in arabası, geceyi bizde geçirdi, bizimle geliyor."

"Kimmiş? Soyadı ne?"

Oda hizmetçisi içini çekerek yanıt verdi:

"Eski nişanlı Prens Bolkonski! Çok ağırmış diyorlar."

Sonya arabadan sıçrayıp indi, Kontes'e koştu. Kontes yol kıyafetini giymişti, şalını örtmüş, şapkasını takmıştı; misafir salonunda yorgun yorgun dolaşıyor, bir süre kapıları kapatarak oturup yola çıkmadan önce dua etmek için ev halkının gelmesini bekliyordu. Nataşa orada değildi. Sonya, "Maman," dedi, "Prens Andrey burada, ölüm derecesinde yaralı. Bizimle geliyor," dedi.

Kontes gözlerini dehşetle açtı, Sonya'nın kolunu yakaladı, yüzüne baktı.

"Nataşa biliyor mu?" dedi.

İlk anda Sonya için de, Kontes için de bu haber tek şey demekti. Nataşalarını biliyorlardı; Prens'i severlerdi ama bu haberi alınca Nataşa'nın ne hale geleceğini düşününce duydukları dehşet, Prens'e karşı her türlü şefkat hissini onlara unutturmuştu. Sonya, "Nataşa henüz bilmiyor, ama Prens bizimle geliyor."

"Ölmek üzere mi dedin?"

Sonya, başını salladı.

Kontes, Sonya'yı kucakladı, ağlamaya başladı.

"Tanrı her şeyi bilir," diye düşündü, her şeye gücü yeten Tanrı'nın isteği, insanların gözüne görünmeyebilir, ama bunun bütün bu olup biten işlerde, kendini göstermeye başladığını hissediyordu.

Heyecanla koşarak odaya giren Nataşa, "Hadi anne, her şey hazır. Ne yapıyorsunuz?.." diye sordu. Kontes, "Hiç," dedi. "Mademki hazırız, gidelim." Heyecanını gizlemek için ridikülüne (cep yerini tutmak üzere kadınların omuzlarına astıkları bir çeşit küçük çanta) doğru eğildi. Sonya, Nataşa'yı kucaklayıp öptü. Nataşa hayretle ona baktı.

"Ne var? Ne oldu?"

"Hiç, hiçbir şey."

Bir şeyler sezen Nataşa, "Bana verilecek kötü bir haber mi?.. Ne oluyor?" diye sordu.

Sonya, içini çekti, yanıt vermedi. Kont, Petya, Madam Schoss, Mavra Kuzminişna, Vasiliç, misafir salonuna girdiler, kapıları kapatıp oturdular; konuşmadan, birbirlerinin yüzüne bakmadan birkaç saniye öylece durdular.

İlk önce Kont ayağa kalktı, derin derin içini çekerek tasvirin önünde haç çıkarmaya başladı. Ötekiler de aynı işi yaptılar. Sonra, Kont, Moskova'da kalacak olan Mavra Kuzminişna ile Vasiliç'i kucakladı; onlar Kont'un elini yakalayıp omzunu öperlerken, Kont anlaşılmaz, okşayıcı, teselli edici bir şeyler söyleyerek sırtlarını okşadı. Kontes, dua odasına gitti, Sonya onu, orada duvarlarda kalmış olan birkaç tasvirin önünde (aile yadigârı olarak en değerlilerini beraberlerinde götürüyorlardı) diz çökmüş buldu.

Gidecek olan uşaklar, Petya'nın dağıttığı hançerleri, kılıçları takıp takıştırmış; pantolon paçalarını çizmelerinin içine sokmuş; kemerlerini, kuşaklarını sımsıkı sıkmış; kalacak olan uşaklarla verandada, avluda vedalaşıyorlardı.

Her yol hazırlığında olduğu gibi, birçok şey unutulmuş ya da gereği gibi yerleştirilememişti; hizmetçi kızlar yastıklarla, bohçalarla evden faytona, kaleskaya, brıçkaya koşa koşa gidip geldikleri sırada iki hayduk (yol uşağı) kanatları açık giriş kapısında, Kontes'i bindirmek için araba basamağının iki yanında bir hayli zaman durup beklemişlerdi.

Kontes, "Bizim kızlar yüz yıl yaşasalar yine bu unutkanlıktan kurtulamayacaklar!" diyordu. "Sen de pekâlâ bilirsin ki, ben böyle oturamam." Dunyaşa dişlerini sıktı, yanıt vermedi, yüzünde hoşnutsuzluğunu belirten bir ifade vardı, arabaya doğru koştu, minderleri düzeltti. Kont, başını sallayarak, "Ah, bu insanlar," diyordu.

Arabaya bindiği zamanlarda Kontes'in güvendiği tek arabacı yaşlı Efim, oturmuştu yerinde, arkada olup biten işlere aldırış ettiği yoktu. "Hadi bakalım, yolumuz açık olsun," demelerine henüz çok vakit olduğunu, bu dendikten sonra da iki kez daha durdurulacağını; unutulmuş şeyleri almaya gönderileceğini; hatta bundan sonra da, bir kere daha durdurulacağını; Kontes'in, başını araba kapısından uzatarak kendisine Tanrı rızası için inişlerde yavaş git, diyeceğini, otuz yıllık deneyimiyle biliyordu. Bunu bildiği için de, atlarından (özellikle gemini kemiren, eşinen soldaki al Sokol'dan) daha büyük bir sabırla bekliyordu. Nihayet herkes yerine yerleşti, basamaklar içeri alındı, kapı küt diye kapandı, bir kutuyu getirsin diye birisi gönderildi, Kontes başını uzatıp gereken sözleri söyledi. Artık Efim de şapkasını ağır ağır kaldırdı, haç çıkardı. Sürücü de, bütün uşaklar da aynı şeyi yaptılar. Efim, şapkasını tekrar giyerken, "Yolumuz açık olsun, sür," dedi. Sürücü, atları kamçıladı. Sağdaki dip beygiri hamuda yüklendi, yüksek yaylar gıcırdadı, araba yaylandı. Oda uşağı, araba yürürken, arabacının yanına sıçradı. Avludan kaldırım taşlı sokağa çıkılırken sarsıntılar oldu, öteki arabalar da aynı şekilde sarsıldılar ve kafile yokuşu tırmanmaya başladı. Bütün kupa arabalarında, kaleska ve brıçkada bulunanlar, karşıdaki kiliseye haç çıkardılar. Moskova'da kalacak hizmetçiler arabaların iki yanında yaya yürüyerek kafileyi uğurluyorlardı.

Kupa arabasında, Kontes'in yanında oturan Nataşa, terk edilen, telaşlı Moskova'nın önünden ağır ağır geçen manzarasını seyrederken duyduğu sevinci şimdiye kadar pek az duymuştu. Ara sıra başını arabanın penceresinden çıkarıp öne, arkaya, kendilerinden önce yola çıkan uzun yaralı katarına bakıyordu. Prens Andrey'in, katarın en önünde giden kaleskasının kapalı körüğünü görüyordu. İçinde kimin bulunduğunu bilmiyor ve her defasında, kendi yük arabalarının arasında gözleriyle bu kaleskayı arıyordu.

Kudrin'den, Nikitskaya'dan Priyesniler'den, Podnoviski'den, Rostovların katarı gibi birkaç katar geldi; Sadovaya'da binek arabalarıyla yük arabaları artık iki sıra olmuşlardı.

Kimi arabayla, kimi yaya giden kalabalığı merakla, fıldır fıldır seyreden Nataşa, Suhariyev Kulesi'nin önünden geçerken, birden sevinçle bağırdı:

"A! Anne, Sonya, bakın! O."

"Kim, o dediğin de kim?"

"Bakın, gerçekten, Bezuhov."

Arabanın penceresinden uzanan Nataşa; friz kaputla yüzü gözü sapsarı, sakalsız bir ihtiyarın yanında yürüyerek Suhariyev Kemeri'nin altına yaklaşan, arabacı kaftanı giymiş, yürüyüşünden, duruşundan kılık değiştirmiş bir efendi olduğu belli olan iriyarı, şişman bir adama bakıyordu.

"Evet Bezuhov, kaftan da giymiş; ihtiyarın yanında," dedi, "bakın, bakın!"

"Yok canım, o değil. Böyle saçma şey olur mu?"

"Anne," diye bağırdı Nataşa, "başımı veririm ki o, inanın bana. Dur, dur!" diye bağırdı arabacıya, ama arabacı arabayı durduramadı, çünkü Meşçanskaya'dan yeni yeni yük arabalarıyla binek arabaları geliyor, Rostovlara, yolu tıkamamaları, yürümeleri için bağırıyorlardı.

Gerçekten de (eskisinden daha uzakta bulunmakla birlikte) bütün Rostovlar, uşağa benzeyen sakalsız, küçük bir ihtiyarın yanında, arabacı kaftanı giymiş, başı öne eğik, ciddi ciddi yürüyen Piyer'i ya da ona olağanüstü benzeyen birini gördüler. İhtiyar da, arabadan uzanan başı fark etti. Piyer'in dirseğine saygıyla dokunup arabayı göstererek bir şeyler söyledi. Piyer, onun ne demek istediğini bir hayli zaman anlayamadı: Belli ki düşüncelere dalmıştı. Nihayet söyleneni anlayınca gösterilen yere baktı, Nataşa'yı tanıdı ve ansızın duygusuna kapılarak hızla arabaya doğru yürüdü. Ama birkaç adım gittikten sonra, herhalde bir şeyler hatırlayarak durdu.

Nataşa'nın arabadan uzanan yüzü alaycı bir şefkatle pırıl pırıldı. Elini uzatarak, "Piyotr Kiriliç, gelsenize! Biz, sizi tanıdık işte! Bu olur şey değil!" diye haykırıyordu. "Ne arıyorsunuz burada, Bu ne hal?"

Piyer uzatılan eli tuttu (araba hareket ettiği için o da yürüyerek) beceriksizce öptü.

"Ne oldu, Kont?" diye şaşkınlıkla ve acıyan bir sesle sordu Kontes.

Piyer, "Ne o? Ne o? Niçin? Sormayın," dedi ve kendisini pırıldayan neşeli bakışlarının cazibesiyle yıkayan (bunu onun yüzüne bakmadan da hissediyordu) Nataşa'ya baktı.

"Ne o, yoksa Moskova'da mı kalıyorsunuz?"

Piyer susuyordu.

"Moskova'da mı?" diye sordu.

"Evet, Moskova'da, güle güle."

Nataşa, "Ah, ben de erkek olsaydım, mutlaka sizinle kalırdım. Ah, ne iyi olurdu!" dedi. "Anne, izin verin, kalayım."

Piyer dalgın dalgın Nataşa'ya baktı, bir şeyler söylemek istedi ama Kontes ona zaman bırakmadı.

"Savaştaymışsınız diye duyduk, öyle mi?"

Piyer, "Evet, öyle," diye yanıt verdi. "Yarın yine savaş olacak..." diyerek anlatmaya başlıyordu ki, Nataşa onun sözünü kesti:

"Peki, ama neyiniz var, Kont? Büsbütün değişmişsiniz..."

"Ah, sormayın, sormayın, ben de bilmiyorum. Yarın... Ama hayır! Güle güle, müthiş zamanlar yaşıyoruz!"

Arabadan uzaklaştı, kaldırıma çıktı.

Nataşa ona şefkatle, biraz da alaycı, mutlu bir gülümsemeyle bakarak daha bir hayli zaman arabanın penceresinden bakıp durdu.


XVIII


Piyer kayıplara karışalı iki gün olmuştu, o zamandan beri, rahmetli Bazdiyev'in boş evinde oturuyordu. Bu, şöyle olmuştu:

Piyer, Moskova'ya geldiğinin, Kont Rastopçin'le görüştüğünün ertesi günü uyandığı zaman nerede bulunduğunu, kendisinden ne istediklerini uzun zaman kavrayamadı. Kabul salonunda kendisini bekleyenlerin arasında, Kontes Elena Vasiliyevna'dan mektup getiren bir Fransız'ın da bulunduğu bildirilince birden, hep kolaylıkla kapıldığı o şaşkınlık ve umutsuzluk hissini duydu. Birden, artık her şey bitmiş, işler büsbütün karışmış, her şey yıkılmış, artık haklı, haksız diye bir şey yokmuş, gelecek günlerde de hiçbir şey olamazmış, bu durumun içinden çıkmak olanaksızmış gibi geldi ona. Zoraki gülümseyip bir şeyler mırıldanarak kâh ümitsiz bir halde divana uzandı, kâh kalkıp kapıya yaklaştı, anahtar deliğinden kabul salonuna baktı, kâh ellerini sallayıp geri döndü, bir kitap okumaya çalıştı. Sofracıbaşı bir daha gelerek, Kontes'ten mektup getirmiş olan Fransız'ın kendisini bir dakika olsun mutlaka görmek istediğini; sonra, dul J.A. Bazdiyeva'nın bir adam gönderdiğini, kitapları almasını rica ettiğini, Bayan Bazdiyeva'nın ise köye gittiğini söyledi. Piyer, sofracıbaşıya, "Ha, evet, şimdi, söyle ki... Ama hayır, git hemen geleceğimi söyle," dedi.

Ama sofracıbaşı çıkar çıkmaz Piyer masanın üzerinde duran şapkasını alıp odanın arka kapısından fırladı. Koridorda kimseler yoktu. Piyer, koridoru baştan başa geçerek merdivene geldi, yüzünü buruşturup iki eliyle alnını ovuşturarak birinci sahanlığa kadar indi. Kavas şeref kapısında duruyordu. Piyer'in bulunduğu sahanlıktan ikinci bir merdiven evin arka kapısına gidiyordu. Kapıdan avluya çıkan Piyer'i hiç kimse görmedi. Ama giriş kapısından sokağa çıkar çıkmaz, orada, binek arabalarıyla duran arabacılar ve kapıcı, efendilerini görünce şapkalarını çıkardılar. Gözlerin kendi üzerine dikildiğini hisseden Piyer, görünmemek için kafalarını saklayan devekuşları gibi yaptı, başını eğdi, adımlarını sıklaştırarak sokağa daldı.

O sabah önünde duran işlerin en önemlisi, Yosif Aleksiyeviç'in kitaplarıyla kâğıtlarını almakmış gibi geliyordu Piyer'e. Önüne çıkan ilk kira arabasına atladı, dul Bayan Bazdiyeva'nın oturduğu Patriyarşiye Prudi Sokağı'na gitmesini emreti arabacıya.

Moskova'dan çıkan kafileleri izliyor, kayıp düşmemek için gövdesini, gıcırdayan eski arabaya iyice yerleştirmeye çalışıyor, bir okul kaçağının duyduğu sevince benzer bir sevinç duyuyor ve arabacıyla konuşuyordu. Arabacı ona, bugün Kremlin'de silah dağıtıldığını, yarın bütün halkın Üçdağlar'a gönderileceğini, orada büyük bir savaş patlayacağını anlatıyordu.

Patriyarşiye Prudi'ye vardılar, Piyer çoktandır gelmediği Bazdiyev'in evini buldu. Küçük kapıya yaklaştı; Gerasim, beş yıl önce Torjok'ta Yosif Aleksiyeviç'in yanında gördüğü, o yüzü gözü sapsarı, sakalsız ihtiyar, Piyer kapıyı vurunca çıktı.

"Evde kimse var mı?" diye sordu Piyer.

"Bugünkü durumdan dolayı, Sofiya Danilovna, çocuklarla birlikte köye gittiler, Ekselans."

Piyer, "Zararı yok, ben yine gireyim, kitapları toplayacağım," dedi.

Yaşlı uşak, "Tabii, hoş geldiniz, rahmetlinin erkek kardeşi burada kaldılar; bildiğiniz gibi, akıldan yana biraz zayıftır," diye karşılık verdi.

Piyer'in de bildiği gibi, Yosif Aleksiyeviç'in kardeşi Makar Aleksiyeviç, yarı deli ve ayyaştı. Piyer, "Evet, evet, biliyorum. Girelim, girelim..." diyerek eve girdi. Çıplak ayaklarında galoşlar, sırtında hırka, kırmızı burunlu, dazlak, iri yarı bir ihtiyar oda aralığında duruyordu; Piyer'i görünce öfkeli öfkeli bir şeyler homurdandı, sonra sofaya çıkıp gitti. Gerasim, "Çok akıllıydı, ama şimdi, gördüğünüz gibi, oynattı," dedi. "Yazı odasına buyurur musunuz?" Piyer başını salladı. "Yazı odası mühürlendiği gibi duruyor. Sofiya Danilovna, eğer tarafınızdan biri gelirse kitapların kendisine verilmesini emretmişti."

Piyer, velinimetinin sağlığında titreyerek girdiği o aynı kasvetli yazı odasına girdi. Yosif Aleksiyeviç'in ölümünden beri tozlanmış, el sürülmemiş olan bu oda şimdi bir kat daha kasvetliydi.

Gerasim bir panjur açtı, ayaklarının ucuna basarak dışarı çıktı. Piyer odayı dolaştı, el yazılarının durduğu dolaba yaklaştı, locanın tarihi bakımından en önemlilerinden bir belgeyi aldı. Bu, İskoçya localarının resmî belgeleriydi; üzerlerinde de velinimetin notları, açıklamaları vardı. Piyer tozlanmış yazı masasının başına oturdu, el yazılarını önüne koydu, sayfaları açıp kapadı, sonunda onları iterek başını elleri arasına alıp düşünceye daldı.

Gerasim birkaç kez yazı odasının kapısından içeriye dikkatle göz attı, Piyer'i hep aynı vaziyette oturur gördü, iki saatten fazla bir zaman geçti. Gerasim, Piyer'in dikkatini kendi üstüne çekmek için kapının önünde gürültü yapmak zorunda kaldı. Piyer bunun farkında bile olmadı.

"Arabacı gitsin mi?"

Kendine gelen Piyer, çarçabuk ayağa kalkarak, "Ha, evet," dedi. "Dinle beni." Gerasim'in ceket düğmesini tutarak, parlak, nemli, heyecanlı gözlerle ihtiyarı tepeden tırnağa süzdü. "Dinle, yarın savaş olacağını biliyor musun?"

"Öyle diyorlar," diye yanıt verdi Gerasim.

"Benim kim olduğumu hiç kimseye söylememeni rica ederim. Şimdi sana diyeceklerimi yap..."

"Emredersiniz, yemek yemek arzu edilir mi?"

Piyer, "Hayır, benim istediğim şey başka," dedi. "Bana bir köylü elbisesiyle bir tabanca lazım." Birden kızardı. Gerasim biraz düşündükten sonra, "Emredersiniz," dedi.

O günün geri kalan kısmını Piyer, velinimetin yazı odasında, bir köşeden öbür köşeye, sinirli sinirli gidip gelerek (Gerasim onun ayak seslerini duyuyordu) kendi kendine bir şeyler konuşarak, tek başına geçirdi, gece de oracıkta hazırlanan bir yatakta yattı.

Gerasim, Piyer'in eve yerleşmesini, bütün ömrünce pek çok tuhaf şey görmüş bir hizmetçi alışkanlığıyla şaşmadan karşıladı; hizmet edebileceği bir insanın ortaya çıkmasına adeta sevindi. Hemen o akşam, ne işe yarayacağını kendi kenedine bile sormadan, Piyer'e bir kaftanla bir şapka buldu. İstenen tabancayı da, ertesi gün bulacağını söyledi. O akşam Makar Aleksiyeviç de, galoşlarını sürüyerek iki kez gelip kapının önünde durmuş, ahbaplık etmeyi isteyen bir edayla Piyer'e bakmıştı, ama Piyer ondan yana döner dönmez, utangaç ve öfkeli bir hareketle hırkasını kavuşturup hemen uzaklaşmıştı. Piyer, Gerasim'in bulup temizlediği arabacı kaftanını giyerek bir tabanca satın almak için onunla birlikte Suhariyev Kulesi'ne gittiği sırada da Rostovlara rastlamıştı.


XIX


1 Eylül gecesi Kutuzov Rus kıtalarına Moskova üstünden Riyazan yoluna çekilme emrini verdi.

İlk kıtalar geceleyin harekete geçtiler. Gece yol alan kıtalar acele etmiyor, ağır ağır, rahat rahat yürüyorlardı; şafakla birlikte harekete geçmiş olan kıtalarsa Dorogomilov Köprüsü'ne vardıklarında, ileride, karşı yakada, köprüye doğru akın akın giden ve o yanda sokakları, ara sokakları tıklım tıklım doldurup tıkayan, arkalarından gelenlerle ileri itilen, hatsız hesapsız bir asker kalabalığı gördüler. Kıtalar sebepsiz yere acele etmeye, telaşlanmaya başladı. Herkes ileriye, köprüye, geçide, kayıklara doğru koşuyordu. Kutuzov kendisinin arka sokaklardan, Moskova'nın öte yanına götürülmesini emretti.

2 Eylül sabahı saat onda Dorogomilov'un dış mahallelerinde yalnız artçı kıtaları kalmıştı. Ordu artık Moskova şehrinin öbür tarafında, Moskova'nın gerisindeydi.

Aynı anda, 2 Eylül sabahı saat onda Napoléon, kıtalarının arasında, Poklonnaya Dağı'nın üstünde duruyor, karşısında açılan manzarayı seyrediyordu. 26 Ağustos'tan 2 Eylül'e kadar, yani Borodino Savaşı'ndan düşmanın Moskova'ya girişine kadar geçen o heyecanlı, unutulmaz haftanın her gününde, insanları hep şaşırtan olağanüstü bir sonbahar havası hüküm sürmüştü; güneş ilkbahardan çok yakıyordu, hafif, tertemiz havada her şey pırıl pırıldı, göz kamaştırıyordu; insan, sonbahar kokularını içine çekerek göğsünün genişleyip serinlediğini hissediyordu; geceler bile ılıktı ve bu karanlık ılık gecelerde insanı boyuna korkutup sevindirerek gökyüzünde altın yıldızlar kayıyordu.

2 Eylül sabahı saat onda böyle bir hava vardı. Işıl ışıl bir sabahtı. Poklonnaya Dağı'ndan bakılınca Moskova'nın nehriyle, bahçeleriyle, kiliseleriyle alana yayıldığı görülüyor; şehir, güneşte yıldızlar gibi ışıldayan kubbeleriyle her günkü yaşamı sürüyor gibi görünüyordu.

Çok değişik bir mimarisi olan bu acayip şehrin manzarası önünde Napoléon, gördüğünü garipseyen insanların, yabancısı oldukları bir dünya karşısında duydukları o biraz kıskanç ve kaygılı meraka kapıldı. Bu şehrin, kendi dünyasında var gücüyle yaşadığı belliydi.

Canlı bir beden gibiydi şehir; uzak da olsa onun bir kadavradan ayırt edilebilmesini sağlayan o belli belirsiz işaretleri ta Poklonnaya Dağı'ndan görebiliyordu Napoléon, şehrin yürek çarpıntısını görüyor, bu büyük, güzel bedenin soluğunu duyar gibi oluyordu.

" İşte nihayet, hadsiz hesapsız kiliseleriyle o dillere destan Asya şehri, kutsal Moskova! Zamanı geldi," dedi, atından indi; Moskova planının getirilip açılmasını emrederek tercüman Lelorgne d'Ideville'i çağırttı. "Düşman tarafından işgal dilen bir şehir, ırzına geçilmiş bir kıza benzer," diye düşünüyordu (bunu Smolensk'te Tuçkov'a da söylemişti). İşte, karşısında yatan, ömründe ilk kez gördüğü Doğu güzeline bu gözle bakıyordu. Çoktandır duyduğu, umutsuzca beklediği bir isteğin nihayet gerçekleşmesi ona bir tuhaf geliyordu. Bu parlak sabah ışığında kâh şehre bir göz atıyor, kâh bu şehrin ayrıntılarını incelemek için plana bakıyor, onu ele geçireceğine olan inancıyla heyecanlanıyor, dehşete düşüyordu.

"Zaten başka türlü olabilir miydi?" diye düşünmekteydi. "İşte o başkent, kaderini bekleyerek ayaklarımın dibinde uzanmış yatıyor. Aleksandr şimdi nerede? Ne düşünüyor? Büyüleyici, güzel, yücelerin yücesi şehir! Büyüleyici ve yüce bir an!" Kendi askerleri aklına geldi. "Onların gözüne kim bilir nasıl görünüyorum. İşte bütün bu inançsızlara verilecek ödül," diye etrafındakilere ve intizamla ilerleyen kıtalarına göz atarak düşünmeye devam ediyordu. "Ağzımdan çıkacak bir tek söz, elimin bir tek hareketiyle: czar'ların bu çok eski başkenti mahvolmuş demektir. Fakat benim merhamet ve şefkatim, yenilmişlere kadar inmeye her zaman hazırdır. Yüce ruhlu, gerçekten büyük olmalıyım... Yok, hayır, Moskova'ya ulaşmış olmam imkânsız." Birden bu geçti aklından. "İyi ama, altın kubbeleri ve haçlarıyla güneşte pırıl pırıl yanarak ayaklarımın dibinde yatan işte o. Onu koruyacağım, barbarlığın, zorbalığın çok eski anıtları üzerine kocaman, 'adalet' ve 'merhamet' sözlerini yazacağım... Aleksandr'ın özellikle bu ağırına gidecek, biliyorum (olup bitenler gerçekte kendisiyle Aleksandr arasındaki kişisel bir kavgaymış gibi geliyordu Napoléon'a). Kremlin'in üstünden (evet, şu görünen Kremlin, evet) onlara adaletli kanunlar çıkaracağım, onlara gerçek uygarlığın ne olduğunu göstereceğim, bu barbarların gelecek kuşakları, fatihlerinin adını sevgiyle anacaklar. Onlara savaşı istememiş olduğumu, istemediğimi, sırf saraylarının güttüğü yanlış politika yüzünden savaşa mecbur kaldığımı, Aleksandr'ı sevdiğimi, saydığımı, kendime ve halklarıma yaraşır barış şartlarını Moskova'da da kabul etmeye hazır olduğumu söyleyeceğim. Başarıyla bitirilmiş bir savaştan, saygıdeğer bir hükümdarı alçaltmak için yararlanmak istemem. Beyler, diyeceğim onlara, ben savaş istemiyorum, ben barışı ve bütün insanların refahını istiyorum. Zaten onların temsilcileriyle karşılaşmak bana ilham verecektir, onlara, her zamanki gibi açık, muhteşem, büyük sözler söyleyeceğim. Ama gerçekten Moskova'da mıyım? Evet, işte o!"

"Boyarlar getirilsin bana," diyerek yanındakilere döndü. Peşinde parlak bir alayla, atını dörtnala kaldıran bir general, Boyarları aramaya gitti.

Aradan iki saat geçti. Napoléon kahvaltısını etmiş, yine aynı yerde, Poklonnaya Dağı'nda, temsilcileri bekliyordu. Onlara vereceği söylevi zihninde iyice tasarlamıştı. Bu söylev, Napoléon'un anladığı değerlerle, büyüklüklerle doluydu.

Moskova'ya göstermek istediği yüce ruhluluğun etkisine kaptırmıştı kendini. Çarların sarayında toplantı günlerini günlerini belirlemişti. Bu toplantılarda Fransız imparatorunun yüksek maiyet erkânıyla Rus ileri gelenleri tanışacaklardı. Kendisine şehir halkının sevgisini kazandırabilecek bir valiyi zihninde tayin etti.

Moskova'da hayır işleri kurumlarının çok olduğunu öğrenince, bu kurumlara cömertçe yardımlarda bulunmayı tasarlamıştı. Afrika'da nasıl maşlah giyip mescitte oturmak gerekmişse, Moskova'da da çarlar gibi cömert olmak gerektiğini düşünüyordu; Rusların yüreğini iyice yumuşatmak için; Sevgili, şefkatli, zavallı anneciğim demeden duygulanılamayacağını sanan her Fransız gibi, bütün kurumların binalarına büyük harflerle sevgili anneciğim adına kurulmuş müessesedir diye yazılmasını emretmeye karar verdi. "Hayır, yalnızcaAnnemin evi," diye değiştirdi kararını. "Gerçekten de Moskova'da mıyım? Evet, işte karşımda; ama şehrin temsilcileri niçin hâlâ gelmediler?" diye düşündü.

Bu arada, maiyet erkânının arka sıralarında, mareşallarla generaller fısıltıyla bir şeyler konuşuyorlardı. Temsilcileri alıp getirmesi için gönderilenler, Moskova'nın terk edilmiş olduğu haberini getirmişlerdi. Arka sırada fısıldayıp duranların yüzleri sapsarıydı. Onları korkutan şey, halkın şehri terk etmiş olması (bu olay ne kadar önemli görünürse görünsün) değil, bu haberi imparatora nasıl verecekleri; majesteyi Fransızların ridicule (gülünç) dedikleri duruma düşürmeden, kendisine Boyarları bu kadar zaman boşuna beklediğini, şehirde sarhoş takımından başka kimseciklerin kalmadığını nasıl söyleyebilecekleriydi. Kimi, ne olursa olsun hiç değilse birkaç temsilci tutulup getirilmeliydi, diyor; kimi bu düşünceye itiraz ederek, imparatoru bu habere dikkatle ve akıllıca hazırlayıp kendisine doğruyu söylemek gerektiğini ileri sürüyordu. İmparatorun yakınları, "Ne olursa olsun kendisine söylemek lazım." diye konuşuyorlardı, "Fakat beyler."

İmparatorun, kendini yüce ruhluluk tasarılarına vermesi, ara sıra elini alnına götürüp Moskova yolunu gözden geçirerek, keyifle ve gururla gülümseyerek şehrin planının önünde sabırla, bir yukarı bir aşağı dolaşması da durumu bir kat daha zorlaştırmaktaydı.

Komutanlar, akıllarından geçen ridicule sözünü söylemeye cesaret edemeyerek omuzlarını silkip, "Fakat bu imkânsız..." diyorlardı.

Bu sırada, boşu boşuna beklemekten yorulan imparator, buluşmanın gecikmesi yüzünden cazibesini kaybetmeye başladığını hissederek eliyle bir işaret yaptı. Bir tek işaret topu atıldı; şehre dört bir yandan yaklaşmış olan kıtalar Tverskaya'dan, Kaluga şosesinden, Dorogomilov Surları'ndan Moskova'ya doğru yürüdüler. Kıtalar, kaldırdıkları toz bulutları içinde kaybolarak, havayı haykırışlarının uğultusuyla doldurup gitgide daha hızla, birbirlerini geçerek, koşar adım, dörtnala ilerliyorlardı.

Askerlerinin hareketine kendini kaptıran Napoléon, kıtalarla birlikte Dorogomilov Surları'na kadar geldi ama orada durdu, atından indi, Kamerkolejskaya Tabyası'nın üstünde uzun zaman temsilcileri bekleyerek dolaştı.


XX


O sırada Moskova bomboştu. Henüz içinde insanlar vardı, eski nüfusun beşte biri oradaydı ama şehir bomboştu. Beyi uçup gitmiş, can çekişen bir arı kovanı gibi boştu.

Beyi uçup gitmiş olan kovanlar da hayat artık sönmüştür ama üstünkörü bakılınca o da ötekiler gibi canlı görünür.

Öğle sıcağında, güneşin ışığında, arılar beysiz kovanla etrafında yine öyle sevinçle dönerler; bal kokusu yine öyle uzaktan duyulur; arılar yine içine girip çıkarlar. Ama artık bu kovanda hayatın sönmüş olduğunu anlamak için onu şöyle bir gözden geçirmek yeter. Artık arılar canlı kovanlardakiler gibi açmamaktadır, artık ne o eski koku ne o eski uğultu vardır. Arıcı hasta bir kovana vurduğu zaman, eskiden olduğu gibi, iğnelerini tehditle kaldırıp kanat çırparak havada o canlı uğultuyu meydana getiren on binlerce arının elbirliğiyle, bir anda verdikleri karşılık yerine; boş kovanda tek tük vızıltılar yanıt verir ona. Kovanın ağzından eskisi gibi alkollü, ıtırlı bir bal ve ağu kokusu gelmez; oradan insanın yüzüne, dolu bir yerin ılık havası çarpmaz; oradan gelen bal kokusuna bir boşluk ve çürük kokusu da karışmıştır. Artık iğneleri havaya kalkık, saldırı trampeti çalan; ülkesini savunmak için ölüme hazır o eski muhafızlar yoktur; oradan artık emeğin, kaynayan suyun fokurtusunu andıran o düzenli sesi gelmez; düzensizliğin, parçalı ahenksiz gürültüsü duyulur. Kovana, bala bulaşmış, kara, uzunca gövdeli, hırsız arılar korka korka ve kurnazca girip çıkarlar içeriye; üstüne atılıp onu sokmaz, tehlikeden kaçınırlar. Eskiden, işçi arılar kovana yüklü gelir, boş dönerlerdi, şimdiyse boş gelip yüklü dönmektedirler. Arıcı, alt sürgüyü çeker, kovanın alt katına bir göz atar. Birbirlerine ayaklarıyla tutunup asılan, artsız arasız bir uğultuyla balmumu yoğuran, emeğin sakinleştirdiği işçi arıların dibe sarkan salkımı yerine, şimdi kovanda, dipte ve yanlarda, teker teker dolaşan cılız, uyuşuk arılar vardır. Sakızla tertemiz sıvanıp kanatlarla iyice süpürülmüş bir döşeme yerine, saçılmış balmumu parçaları, arı pislikleri, ayaklarını cansız cansız kımıldatan yarı ölü arılar, kaldırılmamış cesetler sürünmektedir.

Arıcı, üst kapağı açıp kovanın üst katını gözden geçirir; yumurtaları sıcak tutmak için gömeçlerin bütün aralıklarını tıkayan, saf saf arıların yerinde, çok ustaca yapılmış, çok karışık bir gömeç mimarisiyle karşılaşır; ama bu artık kızlığını kaybetmiştir. Her şey yüzüstü bırakılmış, kirletilmiştir. Kara, hırsız arılar, işçilerin arasına hızla, kurnazca sokulurlar; kurusu çıkmış, çelimsiz, adeta yaşlanmış işçi arılarsa, bu soyguna karşı koymayı akıllarından bile geçirmeyerek yaşamanın bile tadını kaybetmiş, isteksizce, ağır ağır dolaşmaktadır. Yabani arılar, eşekarıları, sığırsinekleri, kelebekler uçarken gelip kovana çarparlar. Ölü yumurtaların, bal dolu peteklerin arasından arada öfkeli bir vızıltı gelir; bir yerlerde iki arı içgüdülerine ve alışkanlıklarına uyarak kovanın içini temizlemeye kalkışırlar, ne yaptıklarını kendileri de bilmeden, bir eşekarısının ya da bir işçinin ölüsünü güçlerini aşan bir gayretle dışarı sürüklerler. Başka bir köşede, iki yaşlı arı tembel tembel birbiriyle dövüşür, üstlerini başlarını temizler ya da yaptıkları işin dostça mı, düşmanca mı olduğunu kendileri de bilmeden birbirlerini beslerler. Başka bir yerde bir arı kalabalığı, birbirlerini ezerek, bir kurbanın üstüne saldırır, onu boğarlar. Takatı kesilen ya da ölen kurban, bir tüy gibi ağır ağır, yukardan kadavra yığınlarının üstüne düşer. Arıcı, yuvayı görmek için ortadaki iki peteği kaldırır. Eskiden orada, sırt sırta vererek sıkı, siyah bir daire oluşturarak doğumun sırrını gözetleyen binlerce arı vardı; şimdiyse arıcının gördüğü mahzun, yarı canlı, cılız birkaç yüz arıdır. Vaktiyle korudukları, ama artık var olmayan bu mabette çoğu, kendileri de farkına varmadan, can çekişir bir halde durmaktadırlar. Ölümün ve çürümenin kokusu vardır ortalıkta. Yalnız, içlerinden birkaçı kıpırdayıp dikiliyor, isteksiz isteksiz uçuyor, düşmanın eline konuyor, güçleri onu sokup ölmeye bile yetmiyor; ötekiler, ölüler, aşağıya balık pulları gibi yavaşça dökülüyorlar. Arıcı kovanın ağzını tıkıyor, üstünü tebeşirle işaretliyor, zamanı gelince de onu parçalayıp odun diye yakacak.

Napoléon, gelmeleri görüntüyü kurtarmak için de olsa, kendi anlayışına göre zorunlu ve nezaket icabı olan temsilci heyetini bekleyerek Kamerkolejskaya tabyalarında, kaşları çatık, yorgun argın, sinirli sinirli, dolaştığı sırada Moskova işte böyle bomboştu.

Şehrin değişik yerlerinde, ne yaptıkların kendileri de bilmeden, sırf eski alışkanlıklarına uyup hâlâ avare avare dolaşan insanlar vardı.

Sonunda, gerekli dikkate başvurularak, Moskova'nın boş olduğu bildirilince Napoléon gözlerini öfkeyle bunu söyleyenin yüzüne dikti. Sonra dönüp sessizce yürümeye devam etti.

"Arabamı getirsinler," dedi. Nöbetçi yaverle birlikte arabaya bindi, varoşlara doğru yola çıktı.

Kendi kendine, "Moskova bomboş. Ne inanılmaz olay!" diyordu.

Şehre girmedi, Dorogomilov varoşundaki handa kaldı.

Piyesin en canlı noktası fiyaskoyla sonuçlandı.


XXI


Rus kıtaları gece saat ikiden gündüz saat ikiye kadar Moskova'nın içinden geçmiş, şehirden son çıkanlarla, yaralıları da peşinde sürüklemişti.

Kıtalar geçerken en büyük sıkışıklık Kamenni, Moskova Nehri ve Yauza köprülerinin üstünde olmuştu. Kıtalar, Kremlin'in iki yanından geçmek için ikiye bölünüp Kamenni ve Moskova Nehri köprülerine akın ettikleri sırada, yürüyüşün duraklamasından ve kalabalığın yoğunluğundan yararlanan bir yığın asker geriye döndü, Vasiliy Blajenni boyunca sessiz sedasız, sinsi sinsi yürüyerek Borovitski kapısından geçip tepeye, Kızıl Meydan'a tırmandılar; burada, zahmetsizce ele geçirilecek şeyler bulunabileceğini sezmişlerdi. Böyle bir kalabalık da Gostinyi Dvor'un bütün giriş yerlerini ve ara sokaklarını, ucuz satış günlerinde olduğu gibi doldurmuştu. Ama şimdi burada, dükkâncıların tatlı, baştan çıkarıcı sesleri, seyyar satıcıları, kadın müşterilerin alaca kalabalığı yoktu; mağazalara yüksüz girip yüklenerek, sessiz sedasız çıkan silahsız askerlerin üniformaları, kaputları görünüyordu yalnızca. Dükkân sahipleri ve onların yardımcıları (sayıları çok azdı) dükkânlarını açıp kapayarak, kendilerinden geçmiş bir halde, askerlerin arasında dolaşıyor, mallarını bir yerlere taşımaya çalışıyorlardı. Gostinyi Dvor Meydanı'nda trampetçiler toplanma trampeti çalıyorlardı; ama trampet gürültüsü yağmacı askerleri yanına toplayacak yerde, tersine, onları uzaklaştırıyordu. Askerlerin arasında, dükkânlarda ve giriş yerlerinde kafaları kazınmış, kül rengi kaftanlı adamlar vardı. İki subay; biri, koyu demirkırı zayıf bir ata binmiş, üniforması hamailli; öteki, kaputlu, yaya; İlyinka'nın köşesinde duruyor, bir şeyler konuşuyorlardı. Beygirini dörtnala süren üçüncü bir subay onlara yaklaştı.

"General, bütün buradakilerin ne pahasına olursa olsun şimdi kovulmasını emretti. Bu ne hal böyle! Askerlerin yarısı kaçıp dağıldı."

Kaputlarının eteklerini kaldırarak, yanından sıyrılıp mağazalara dalan silahsız üç piyade askerine haykırdı:

"Sen nereye? Siz nereye? Dur, alçak herifler!"

Öteki subay, "İşte, gelin de toplayın bakalım," dedi, "nafile, toplayamazsın. Son kalanların da kaçıp gitmemesi için hemen yola çıkmaktan başka çare yok."

"Nasıl gidersin? Orada, aşağıda duraklamış, köprüyü tıkamışlar, ilerleyemiyorlar. Kalanların da kaçıp gitmemesi için etraflarını mı sarmalı?"

Kıdemli subay haykırdı:

"Hadi, şunların üstüne yürüyün! Kovalayın hepsini!"

Hamayilli subay atından indi, bir trampetçi çağırdı, birlikte kemerlerin altına gittiler. Bir iki asker topluluğu kaçıştı. Yanakları sivilceli, dolgun soğuk yüzlü, azimli bir dükkân sahibi hızla yürüyüp elini kolunu sallayarak subaya yaklaştı.

"Efendim," dedi, "lütfedin, bizi koruyun. Ufak tefek şeylere aldırış ettiğimiz yok, seve seve veririz. İstenirse hemen gidip kumaş getirelim, sizin gibi bir beyefendiye iki parça kumaş da veririz, seve seve! Çünkü anlamaz değiliz, ama şu hale bakın, düpedüz soygun! Lütfedin! Nöbetçi filan bir şeyler koyun, hiç olmazsa dükkânları kapatabilelim..."

Subayın yanına başka dükkân sahipleri de toplandı. İçlerinden biri, asık suratlı, zayıf bir adam, "Boşuna çeneni yorma, ölmüş eşeğin kurttan korkusu olmaz. Herkes canının istediğini alsın," dedi ve subaydan yana yarım dönerek elini şiddetle silkti.

"Senin, İvan Sidoriç, umrunda değil, konuşursun," diye öfkeli öfkeli karşılık verdi beriki. "Siz, Ekselans, lütfen..."

Zayıf adam haykırdı:

"Konuşurmuşum, öyle mi! Benim şurada, üç dükkânda yüz bin rublelik malım var. Ordu şehri bırakıp gittikten sonra malı korumak mümkün olur mu? Hey insanlar, insanlar. Alın yazısı bozulmaz."

Birinci dükkân sahibi yerlere eğilerek, "Lütfen, Ekselans," diye tekrarlıyordu. Subay kararsızlık içindeydi, bu hali de yüzünden okunuyordu.

"Eh, bana ne!" diye birden bağırdı, mağazalara doğru hızlı hızlı ilerledi. Açık bir dükkânın içinden kavga dövüş, sövüp sayma gürültüleri geliyordu; subay oraya yaklaştığı sırada arkasından itilen kurşuni armiyak'lı (Rus köylülerinin giydiği bir çeşit kaftan),  başı tıraşlı bir adam kapıdan dışarı fırladı. Herif eğilip ufalarak subayla tüccarların arasından sıyrıldı, gitti. Subay, dükkândaki askerlerin üstüne yürüdü, ama bu sırada Moskova Nehri Köprüsü'nden muazzam bir kalabalığın korkunç çığlıkları yükselince, dükkândan çıkarak meydana doğru koştu.

"Ne var, ne oluyor?" diye sordu, ama arkadaşları atlarını Vasiliy Blajenni'nin önünden, bağırışların geldiği tarafa doğru dörtnala kaldırmışlardı. Subay da atına binip peşlerinden sürdü. Köprüye ulaşınca, orada, ön düzeninden çıkarılmış iki top, köprüyü geçen piyadeler, devrilmiş yük arabaları, dehşete düşmüş yüzler, kahkahalarla gülen askerler gördü. Topların yanında çift beygirli bir yük arabası duruyordu. Arabanın tekerleklerinin arkasına, birbirine sokulmuş dört tazı bağlıydı. Arabanın üstüne dağ gibi eşya yüklenmişti, en tepede, ayakları havada, tersyüz olmuş bir çocuk iskemlesinin yanında bir kadın oturmuş bağıra bağıra ağlıyordu. Kalabalığın neden feryat ettiğini, kadının niçin çığlıklar kopardığını arkadaşları subaya anlattılar: İzdihama rastlayan General Yermolov, askerlerin dükkânlara dağıldığını, halkın köprüde biriktiğini öğrenince topların ön düzenlerinden çıkarılmasını emretmiş, ibret olsun diye köprüyü topa tutacağını söylemiş. Şimdi halk yığını, yük arabalarını devirip birbirlerini ezerek feryat ediyor, sıkışıp köprüde yol açıyor; kıtalarda ancak böyle ilerleyebiliyorlardı.


XXII


Bu sırada şehrin içi bomboştu. Sokaklarda hemen hemen kimseler yoktu. Avlu kapıları, dükkânlar hep kapalıydı. Sağda solda, meyhanelerin yanlarında, tek tük bağırışlar ya da sarhoş şarkıları yükseliyordu. Sokaklardan araba geçmiyor, ayak sesleri de ara sıra işitiliyordu. Povarskaya baştan başa sessiz ve boştu. Rostovların evinin kocaman avlusunda, yerde saman kırıntıları, at gübreleri yatıyordu; görünürlerde de kimsecikler yoktu. Bütün eşyaları bırakılmış olan Rostovların evinde, büyük misafir salonunda, iki kişi oturmaktaydı. Bunlar kapıcı İgnat'la, dedesiyle birlikte Moskova'da kalan Vasiliç'in torunu küçük Kazak Mitişka'ydı. Mitişka, klavsenin kapağını açmış, tek parmakla tuşların üstüne basıp çalıyordu. Kapıcı ellerini kalçasına koymuş neşeyle gülümseyerek büyük aynanın karşısında duruyordu.

Tuşlara birden iki eliyle vurmaya başlayan küçük oğlan, "Bak ne güzel çalıyorum. Ha? İgnat Amca!" dedi.

Aynada oğlanın yüzünün gitgide daha çok gülümsemesine hayran olan İgnat, "Vay vay!" diye yanıt verdi.

Odaya yavaşça girmiş olan Mavra Kuzminişna arkadan seslendi:

"Utanmazlar! Utanmazlar! Şu ağzı kulaklarına varan şişko surata da bakın; sizi bunun için mi burada bıraktılar, ortalık daha iyice toplanmadı bile, Vasiliç'in de ayakta duracak hali kalmadı. Görüşürüz!"

İgnat, kemerini düzeltmeye başlayarak gülümsemeyi bıraktı, gözlerini uslu uslu yere eğip kapıdan dışarı çıktı. Küçük oğlan, "Teyzeciğim, yavaşçacık çalacağım..." dedi. Mavra, elini ona doğru sallayarak, "Şimdi, yavaşçacığı gösteririm sana, haylaz!" diye bağırdı, "Git, dedenin semaverini hazırla!"

Mavra Kuzminişna tozları silip klavseni kapadı, derin derin içini çekerek salondan çıktı, kapıyı kilitledi.

Avluya çıkan Mavra Kuzminişna, şimdi ne yapacağını düşünmeye başladı: Kulübeye, Vasiliç'in yanına çay içmeye mi gitseydi; yoksa sandık odasına gidip ortalığı mı toplasaydı?

Sokakta ayak sesleri duyuldu. Sesler küçük kapının önünde durdu, mandal, onu açmaya çalışan bir elin baskısı altında tıkırdamaya başladı.

Mavra Kuzminişna kapıya gitti:

"Kim o, kimi istiyorsunuz?"

"Kontu, Kont İlya Andreyiç Rostov'u."

"Siz kimsiniz?"

Tatlı, temiz bir Rus sesi karşılık verdi:

"Ben subayım, kendisini görmek istiyordum."

Mavra Kuzminişna kapıyı açtı. Rostovları andıran, dolgun yanaklı, on sekiz yaşlarında bir subay avluya girdi. Mavra Kuzminişna sevimli bir tavırla, "Gittiler, dün akşam yola çıktılar," dedi. Kararsızlık içinde kapıda duran genç subay dilini şaklattı, "Ah, ne kötü," dedi. "Dün akşam gelmek varmış... Ah ne yazık."

Bu sırada Mavra Kuzminişna, delikanlının yüzünde iyi bildiği Rostov soyunun çizgilerini; giydiği yırtık kaputu, aşınmış çizmeleri dikkatle ve sempatiyle gözden geçiriyordu.

"Kont'u niçin görmek istiyordunuz?" diye sordu.

Subay, üzgün üzgün, "Artık hiç, ne yapalım..." dedi, dönüp gitmek istiyormuş gibi bir adım attı. Sonra tekrar kararsızlıkla durdu. Birdenbire, "Bakın," dedi, "ben Kont'un akrabasıyım, kendisinin çok iyiliğini gördüm. İşte gördüğünüz gibi (temiz ve neşeli bir gülümsemeyle kaputuna, çizmelerine baktı) kılık kıyafet perişan; para filan da kalmadı; yani, Kont'tan rica edecektim ki..."

Mavra Kuzminişna subayın sözünü kesti.

"Bir dakika bekleyin, bir dakikacık," dedi. Subay kapıdan içeri girerken Mavra Kuzminişna döndü, yaşlı ama çevik bacaklarıyla arka avluya doğru yürüdü, kulübeye gitti.

Mavra Kuzminişna odasına koşup gittiği sırada subay başını eğip parçalanmış çizmelerine bakarak, gülümseye gülümseye avluda dolaşmaktaydı. "Amcamı bulamayışım kötü oldu, bu da ne iyi kadınmış! Nereye koşup gitti böyle? Şimdi artık Rogojskaya'ya yaklaşmış olması gereken alayıma bir an önce yetişmek için hangi sokaklardan gitmem gerektiğini nasıl öğreneceğim?" diye düşünüyordu. Mavra Kuzminişna ürkek, aynı zamanda kararlı bir yüzle köşeden göründü, elinde katlanmış, damalı bir mendil vardı. Birkaç adım yaklaşır yaklaşmaz, mendili çözdü, yirmi beş ruble çıkardı, subaya uzattı.

"Efendimiz evde olsalardı, elbette ki size karşı akrabalıklarını gösterirlerdi yine, ama şimdi... belki..." Mavra Kuzminişna sıkılıp şaşırmıştı. Ama subay reddetmedi, yavaşça parayı aldı, Mavra Kuzminişna'ya teşekkür etti. Mavra Kuzminişna, "Eğer Kont evde olsaydı," diye sürekli özür dileyerek konuşmaya devam ediyor, önünde eğilip onu geçirirken, "İsa yardımcınız olsun, Tanrı korusun sizi," diyordu.

Subay, başından geçen işe güldü, başını sallayarak, Yauza köprüsünde alayına yetişmek için koşar adım boş sokaklara daldı.

Mavra Kuzminişna ise, kapanan kapının arkasında, gözleri yaşlı, başını düşünceli düşünceli sallayarak ve tanımadığı bu subaya karşı birden bir anne şefkat ve merhameti duyarak uzun zaman durdu.

Continue Reading

You'll Also Like

272K 22.8K 39
*Asker Kurgusu* Güneş Milan Aksu, annesinin günlüğünü okuyarak babası hakkında herhangi bir bilgiye ulaşarak onu bulmak ister. Fakat günlüğü okurken...
47.4K 3.9K 24
Romeo ve Juliet, İngiliz oyun yazarı William Shakespeare tarafından yazılmış bir oyundur. İngiliz edebiyatının klasiklerinden biri olan eser, yazarın...
36.4K 1.3K 10
Victor Hugo, 1829 yılında yayımlanan Bir İdam Mahkûmunun Son Günü'nü yazdığında 26 yaşındaydı. Genç yazar, ölüme mahkûm edilen bir insanın son gününü...
74.5K 4.2K 6
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nun kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek içi...