Savaş ve Barış

By ClassicsTR

6.9K 168 13

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... More

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI

223 0 0
By ClassicsTR



Piyer, kalabalığın arasından güçlükle etrafına bakındı.

Bir ses, "Kont, Piyer Kiriliç! Burada ne arıyorsunuz?" diye sordu.

Piyer dönüp kalktı.

Boris Drubetskoy kutsal resme secde ederek kirlettiği dizlerini eliyle silip gülümseyerek Piyer'e yaklaştı. Boris, seferî askerliğin özelliklerini taşıyan bir zarafetle giyinmişti. Sırtında Kutuzov'da olduğu gibi uzun bir redingot, omzunda kamçı vardı.

Bu sırada Kutuzov köye yaklaşmıştı, en yakın evin gölgeliğinde bir Kazak'ın koşarak getirdiği, başka bir Kazak'ın da hemen üstüne bir örtü serdiği sıraya oturdu, düzgün, parlak bir maiyet alayı başkomutanın çevresini sardı.

Kutsal resim kalabalıkla birlikte yoluna devam etti. Piyer, Kutuzov'dan otuz adım kadar uzakta durmuş Boris'le konuşuyordu.

Piyer, savaşa katılma ve mevzii görme niyetini anlatıyordu.

"Bakın, nasıl yapın," dedi Boris, " Size karargâhı gezdireceğim. Her şeyi en iyi göreceğiniz yer Kont Bennigsen'in yeridir. Ben onun yanındayım. Mevzii dolaşmak isterseniz bizimle gelin, şimdi biz sol kanada gidiyoruz. Sonra döneceğiz, buyurun geceyi bizde geçirelim; bir parti çeviririz. Dimitri Sergeyiç'le tanışırsınız değil mi? İşte şurada kalır." Gorki'deki üçüncü evi gösterdi.

Piyer, "Ama ben sağ kanadı görmek isterdim; çok sağlam olduğunu söylüyorlar," dedi. "Moskova Nehri'nden başlayarak bütün mevzii gezmek isterdim."

"Eh, bunu sonra gezip görebilirsiniz, asıl mesele sol kanada..."

Piyer, "Evet, evet. Ya Prens Bolkonski'nin alayı nerede, bana gösteremez misiniz?" diye sordu.

"Andrey Nikolayeviç'in mi? Yanından geçeceğiz, sizi ona götürürüm."

Piyer sordu:

"Sol kanat nasıl?"

"Doğrusunu söylemek gerekirse aramızda sol yanımızın durumu acıklı," dedi, "Kont Bennigsen'in düşüncesi hiç de böyle değildi. İşte şu tepenin tahkimini o hiç de böyle düşünmemişti... Ama. (Boris omuzlarını silkti) Serenisim istemedi ya da onu kandırdılar, bilirsiniz ki..."

Boris sözünü bitiremedi, çünkü bu sırada Kutuzov'un yaveri Kaysarov Piyer'e yaklaştı, Boris rahat bir gülümsemeyle, "Paisiy Sergeyiç," diye Kaysarov'a döndü, "ben de Kont'a mevzii anlatmaya çalışıyorum. Fransızların niyetlerini, Serenisim'in bu kadar doğru bir şekilde kestirebilmesi şaşırtıcı."

Kaysarov, "Sol yandan mı söz ediyorsunuz?" dedi.

"Evet, evet tamam. Sol yanımız şimdi çok sağlam, çok."

Kutuzov, bütün gereksiz unsurları kurmaydan çıkardığı halde yapılan değişiklikten sonra Boris genel karargâhta tutunmanın yolunu bulmuştu. Kont Bennigsen'in yanına yerleşmişti. Genç Prens Drubetskoy'u, maiyetinde bulunduğu herkes gibi Bennigsen de çok değerli bir adam sayardı.

Ordu yüksek komutanlığında öne çıkmış iki kanat vardı: Kutuzov'un kanadıyla kurmay başkanı Bennigsen'in kanadı. Boris bu sonuncu kanattaydı. Kutuzov'a kölece bir saygı gösterip de bu ihtiyarın iktidarsız olduğunu, her şeyi Bennigsen'in yaptığını anlatmayı kimse onun kadar beceremezdi. Şimdi savaşın öyle kesin bir anı gelmişti ki, bunun ya Kutuzov'u ortadan kaldırması, iktidarı Bennigsen'e vermesi veya Kutuzov savaşı kazansa bile her şeyi Bennigsen'in yaptığı hissini uyandırması gerekti. Herhalde yarın büyük ödüller dağıtılacak, yeni bazı adamlar sivrilecekti. Bundan dolayı Boris o gün büyük bir heyecan içindeydi.

Kaysarov'dan sonra Piyer'in yanına daha başka tanıdıkları geldi; Moskova hakkında sorulan sorulara yanıt yetiştiremiyor, anlatılan hikâyeleri dinlemeye vakit bulamıyordu. Bütün yüzlerde heyecan ve telaş ifadesi vardı. Ama Piyer'e bu yüzlerden bazılarında beliren heyecanın nedeni daha çok kişisel başarı ve çıkar meseleleriymiş gibi geliyordu, bunu görünce başka yüzler geliyordu aklına; kişisel değil de genel çıkarların, hayat ve ölüm meselelerinin uyandırdığı gerçek yüz ifadeleriydi bunlar. Kutuzov, Piyer'i ve çevresinde toplanan grubu gördü.

"Çağırın onu bana," dedi. Yaver, Serenisim'in isteğini bildirdi; Piyer sıraya doğru yürüdü. Ama ondan önce Kutuzov'un yanına bir milis eri yaklaştı. Bu, Dolohov'du.

Piyer, "Burada ne arıyor o?" diye sordu.

"O öyle bir it ki her yere sokulur!" diye yanıt verdiler. "Rütbesi geri alındı. Şimdi yeniden göze girmek istiyor. Birtakım tasarılar sundu ve geceleyin düşman hatlarına sokuldu... Ama aşkolsun doğrusu..."

Piyer şapkasını çıkardı. Kutuzov'un önünde saygıyla eğildi.

Dolohov, "Altesinize arz edersem," dedi, "beni kovabileceğinizi ya da anlattıklarımı zaten bildiğinizi söyleyebileceğinizi düşündüm ki, o zaman ben..."

"Evet... Peki..."

"Ve eğer canını esirgemeyecek birine ihtiyacınız olursa beni lütfen hatırlayın... Belki altesinize yararlı olurum."

Kutuzov gülümseyen gözlerle Piyer'i süzerek, "Evet... Peki..." diye tekrarladı.

Bu sırada Boris saray mensuplarına has bir çeviklikle, başkomutana yakın olmak için Piyer'e sokuldu ve çok doğal bir tavırla, başlanmış bir konuşmaya devam eder gibi yavaşça ona dedi ki:

"Milisler, adeta, ölüme hazır olmak için beyaz gömlekler giymiş. Ne kahramanlık, Kont!"

Boris, Piyer'e bunu belli ki Serenisim duysun diye söylemişti. Kutuzov'un bu söze kulak kabartacağını biliyordu; gerçekten de Serenisim ona döndü,

"Milisler için ne söylüyorsun sen?" diye sordu.

"Onlar, Altes, yarın için ölüme hazırlanarak beyaz gömlek giydiler."

Kutuzov, "Ah... harika, eşsiz bir halk," dedi, gözlerini kapayarak başını salladı, "eşsiz bir halk!" diye içini çekerek tekrarladı.

Piyer'e, "'Barut mu koklamak istiyorsunuz?'"(Rusça'da savaş görmek, savaşa katılmak) dedi, "evet, hoş kokudur. Eşinizi saygıyla anımsarım, sağlığı yerinde mi? Konak yerim emrinizde."

Kutuzov, yaşlılarda sık sık görüldüğü üzere, söyleyeceği ya da yapacağı her şeyi unutmuş gibi dalgınca bakınmaya başladı.

Besbelli aradığını bulmuş gibi yaverinin kardeşi Andrey Sergeyeviç Kaysarov'u bir işaretle yanına çağırdı, "Nasıl, nasıl, Marin'in şiirleri, nasıl, şiirler nasıl? Gerekov ne yazmıştı: 'kolorduda usta olacaksın...' söyle, söyle," diye gülmeye hazırlandı.

Kaysarov okumaya başladı... Kutuzov gülümsüyor, şiirin ahengine başıyla tempo tutuyordu.

Piyer, Kutuzov'un yanında ayrılınca, Dolohov ona sokularak elini tuttu. Adeta bağırarak, yabancılara aldırış etmeksizin özel bir kararlılık ve heyecanla, "Sizi burada gördüğüme çok memnun oldum, Kont," dedi, "yarın kimin hayatta kalacağını bilemiyoruz, böyle bir günde, aramızda geçen anlaşmazlıklardan üzüntü duyduğumu size söylemek fırsatını bulduğum için mutluyum. Bana karşı kin beslememenizi isterdim. Beni affetmenizi rica ederim."

Piyer gülümseyerek Dolohov'a bakıyor, ona ne söyleyeceğini bilmiyordu. Dolohov yaşaran gözlerle Piyer'i kucaklayıp öptü.

Boris generaline bir şeyler söyledi; Kont Bennigsen Piyer'e döndü, kendisiyle birlikte cephe hattına gelmeyi teklif etti ona.

"Sizin için ilginç," dedi.

"Evet, çok ilginç," dedi Piyer.

Yarım saat sonra Kutuzov, Tatarinova'ya hareket etti; Bennigsen, aralarında Piyer'in de bulunduğu maiyetiyle cephe hattına doğru yola çıktı.


XXIII


Gorki'den hareket eden Bennigsen, büyük yolu izleyerek kıyısında saman kokan biçilmiş otlar dizili köprüye indi; tepedeki subay burayı Piyer'e mevziin merkezi diye göstermişti. Köprüden geçip Borodino köyüne girdiler, oradan da sola saptılar, çok sayıda askerin, topların yanından geçerek yüksek bir tepeye vardılar; burada milisler toprağı kazıyordu. Bu tabya, henüz adı konmayan, sonraları "Payevski Tabyası" ya da "tepe bataryası" diye anılacak olan tabyaydı.

Piyer, bu tabyaya pek dikkat etmedi. Buranın kendisi için, Borodino savaş meydanındaki yerlerin en unutulmazı olacağını bilmiyordu. Sonra bir sel çukurundan Semyonovski'ye geçtiler, burada askerler evlerden, samanlıklardan arta kalan son mertekleri de alıp götürüyorlardı. Sonra inişlerden, yokuşlardan, dolu vurmuş gibi ezik, darmadağın çavdarlar arasından, sürülmüş bir tarlanın çizilerinde topçunun yeni açtığı bir yoldan ilerleyerek istihkâmlara vardılar.

Bennigsen durdu, karşıya (daha dün bizim olan) Şevardino Tabyası'na bakmaya başladı; orada birkaç atlı görünüyordu. Subaylar; Napoléon yahut Murat olmalı bu, diyor, herkes bu bir avuç atlıya hırsla bakıyordu. Piyer de; bu belli belirsiz seçilen insanlardan hangisinin Napoléon olabileceğini tahmin etmeye çalışarak oraya baktı. Sonunda atlılar tepeden inip gözden kayboldular.

Bennigsen, yanına yaklaşan bir generale dönerek ona kıtalarımızın durumunu açıklamaya başladı... Piyer, yapılacak savaşın özünü kavramak için dikkat kesilerek Bennigsen'in söylediklerini dinliyor ama zekâsının bu işe yetmediğini üzülerek hissediyordu. Hiçbir şey anlamıyordu. Bennigsen sözünü bitirdi, kulak kabartan Piyer'i fark edip birden ona döndü, "Bunlar sizi ilgilendirecek şeyler değildir herhalde," dedi.

Piyer, "Yoo, tersine çok ilgi çekici şeyler," dedi ama doğruyu söylemediği açıkça belliydi.

İstihkâmlardan çıkarak sık, bodur bir kayın ormanının içinde kıvrımlı bir yolu izleyerek daha sola saptılar. Bu ormanın orta yerinde önlerine, yola, beyaz ayaklı, boz bir tavşan sıçradı; hayvan bunca beygirin nal sesleriyle öyle afallamıştı ki, herkesin ilgisini çekip milleti güldürerek önlerinde uzun zaman zıpladı. Ancak gürültü artınca kendini yana attı, çalıların içinde kayboldu. Atlılar ormanda iki verst kadar yol aldıktan sonra bir açıklığa çıktılar, buraya sol kanadı korumakla görevlendirilmiş Tuçkov kolunun kıtaları toplanmıştı.

Bennigsen burada, sol kanadın en ucunda, uzun uzadıya, heyecanlı heyecanlı konuştu, Piyer de onun bu konuşmayla askerlik bakımından önemli şeyler söylediğini zannetti. Tuçkov kıtalarının mevzii karşısında bir tepe vardı. Bu tepe tutulmamıştı. Bennigsen, dolaylara hâkim bir tepeyi tutmayıp da, kıtaları onun eteğine yerleştirmenin akılsızlık olduğunu söyleyerek bu yanlışlığı yüksek sesle eleştirdi. Bazı generaller da aynı düşünceyi ileri sürdüler. Hele bir tanesi, kendilerini buraya salhaneye gönderir gibi gönderdiklerini, bir asker öfkesiyle söyledi.

Sol kanadın böyle düzenlenmiş oluşu Piyer'i askerlik konularını anlama yeteneğinden büsbütün şüpheye düşürmüştü. Kıtaların tepenin altına yerleştirilmiş olmasını eleştiren Bennigsen'le generalleri dinlerken Piyer onları iyice anlıyor, olarak hak veriyor, düşüncelerini paylaşıyordu ama işte yine bundan dolayı da, bu kıtaları buraya, tepenin altına yerleştirenin bu kadar apaçık, kaba bir yanlışlığa nasıl olup da düşülebildiğine akıl erdiremiyordu.

Oysa bu kıtalar Bennigsen'in zannettiği gibi, mevzii savunmak için konmuş değillerdi, bu gizli yerde pusuya yatırılmış, yani saklı kalsın, yaklaşan düşmana ansızın saldırsınlar diye yerleştirilmişlerdi. Bennigsen bunu bilmiyordu; başkomutana haber vermeden kendi özel görüşüne uyarak, kıtaları ileriye sürdü.


XXIV


Bu aydınlık 25 Ağustos akşamında Prens Andrey, alayının yerleştiği yerin en ilerisinde, Koyazkova köyünün yıkık bir hangarda dirseğine dayanıp uzanmıştı. Yıkık duvarların yarıkları arasında alt dalları budanmış otuzluk kayın ağaçlarının çit boyunca giden sırasına, yulaf tınazları darmadağın olmuş bir tarlaya, üstünde asker kazanları için yakılmış ateşlerin dumanları görünen fundalıklara bakıyordu.

Kendi hayatı şimdi yararsız, ağır geliyordu Prens Andrey'e ama yine de kendini, tıpkı yedi yıl önce Austerlitz Savaşı öncesinde olduğu gibi heyecanlı, sinirli hissediyordu.

Yarınki savaş için gereken emirleri verip almıştı. Artık yapacağı hiçbir şey yoktu. Ama düşünceler onu rahat bırakmıyordu. Yarınki savaşın şimdiye kadar katıldıklarının en dehşetlisi olacağını biliyordu; ölme ihtimali, ömründe ilk kez, başkalarını nasıl etkileyeceğini düşünmeden, yalnız kendi ruhuyla ilgili, kesin, basit, korkunç bir şekilde açıkça gözünün önüne geldi.

Eskiden onu üzmüş, uğraştırmış olan şeylerin hepsi, şimdi düşüncelerinin ulaştığı yükseklikten vuran soğuk, beyaz bir ışıkla, gölgesiz, perspektifsiz, çevre çizgileri belirsiz bir halde birden aydınlanmıştı. Uzun zaman bütün hayatı ona bir sihirbaz fenerinin camı arkasından, yapma bir ışıkla yansıtılıyormuş gibi gelmişti. Şimdi ise, o kaba saba boyalı resimleri birden parlak bir gün ışığında, arada cam olmadan görüyordu. Bir sihirbaz feneri olan hayatının belli başlı resimlerini teker teker aklından geçirip, şimdi onları bu kesin ölüm düşüncesinin soğuk, beyaz ışığı altında seyrederek kendi kendine, "Evet, evet, işte onlar, beni onca heyecanlandırmış, hayran bırakmış, üzmüş o aldatıcı hayaller," diyordu. "İşte onlar, bana vaktiyle güzel, gizemli şeylermiş gibi görünün o boyalı şekiller... Ün, toplum yararı, kadına karşı sevgi, hatta vatan; bu resimler bana nasıl büyük, nasıl derin anlamlarla dolu gelmişti! Oysa benim için son kez ağardığını hissettiğim bu şafağın soğuk, beyaz aydınlığında bütün bunlar öyle basit, solgun, kaba saba ki.." Yaşamının belli başlı üç acısı dikkatini özellikle çekiyordu: aşkı, babasının ölümü, Rusya'nın yarısını ele geçiren Fransız işgali. "Aşk!.. Bana gizemli güçlerle doluymuş gibi gelen o kızcağız. Hem onu nasıl da sevmiştim... Aşka dair, ikimizin mutluluğuna dair şairane hayaller kuruyordum. Gençlik!" diye yüksek sesle, öfkeyle söylendi, "Onun sadakatini sağlayacak ideal aşka falan da inanmıştım. Masalların narin güvercini gibi yolumu gözleye gözleye eriyip bitecekti. Oysa bütün bu işler çok daha basit, bütün bunlar dehşetli basit, iğrenç!

"Babam da Lısiye Gori'de yerleşmişti, buranın kendi yeri, kendi toprağı, kendi havası; mujiklerinin kendi mujikleri olduğunu sanıyordu. Oysa Napoléon gelip de, babamın varlığından bile habersiz, onu bir saman çöpü gibi yolunun üstünden sürtüp atınca, zavallının Lısiye Gori'si de, bütün hayatı da yıkılıp gitti. Fakat, mademki artık babam yok, bir daha da olmayacak, bir daha hiçbir zaman olmayacak, öyleyse bu deneme kimin için? Babam yok! Öyleyse bu deneme kimin için? Vatan, Moskova'nın kaderi!.. Yarın da beni öldürecekler, hem de bir Fransız değil, bizimkilerden biri, dün silahını kulağımın dibinde boşaltan o asker gibi birisi, sonra Fransızlar gelecek, burunları dibinde kötü kötü kokmayayım diye beni başımdan, bacaklarımdan tutup bir hendeğe atıverecekler; sonra, başkalarına yine eskisi kadar doğal gelecek olan yeni hayat şartları doğacak, benimse bunlardan haberim bile olmayacak, ben var olmayacağım."

Kımıltısız sarı, yeşil yaprakları, yeşillikleri, bembeyaz kabuklarıyla güneşte parıldayan sıra sıra kayın ağaçlarına baktı. "Ölmek, beni öldürsünler... Yarın... Artık ben var olmayayım, bütün bunlar var olsun da ben var olmayayım..." Yokluğunu getirdi gözünün önüne. Renkleriyle, gölgeleriyle şu kayın ağaçları, şu kıvır kıvır bulut, şu açık ordugâh ateşlerinin dumanları, etrafındaki her şey ona göre, birden biçim değiştirdi. Korku verici, dehşetli bir hal aldı. Sırtı ürperdi. Hızla ayağa kalkıp hangardan dışarı çıktı, yürümeye başladı.

Hangarın arkasından sesler geldi.

"Kimdir o?" diye sordu Prens Andrey.

Dolohov'un eski bölük komutanı, subay eksikliği yüzünden şimdi tabur komutanlığı yapan, kırmızı burunlu Yüzbaşı Timohin, utanıp sıkılarak hangara girdi. Onun peşinden de alayın hesap memuru ile yaver göründüler.

Prens Andrey çarçabuk kalktı, subayların raporlarını dinleyip yeniden bazı emirler verdi; onları başından savmaya hazırlanıyordu ki, hangarın arkasından, tanıdık birinin fısıltısı geldi. Bir şeye çarpan bu insanın sesi, " Hay aksi şeytan!" diyordu.

Prens Andrey hangardan dışarı göz atınca kendisine doğru yaklaşan Piyer'i gördü, yerde bir sırığa takılmış, az kalsın düşecekmiş.

Genel olarak Prens Andrey yaşadığı yerdeki insanlarla, hele Moskova'ya son gidişinde yaşadığı bütün o acıları aklına getiren Piyer'le karşılaşmaktan hoşlanmıyordu.

"Ah, sen misin?" dedi. "Hangi rüzgâr attı? Hiç beklemiyordum doğrusu..."

Bunları söylerken gözlerinde, yüzünün ifadesinde soğukluktan da fazla bir şey, Piyer'in hemen fark ettiği bir düşmanlık vardı. Piyer buraya ruhu coşkunluk içinde gelmişti. Ama Prens Andrey'in yüzündeki ifadeyi görünce bir sıkıntı, bir huzursuzluk duydu.

"Geldim, öyle işte... Biliyorsun ya... geldim... beni çok ilgilendiriyor," dedi. Bütün gün bu "ilgilendiriyor" sözünü boyuna, düşünmeden yineleyip durmuştu. "Savaş görmek istedim."

Prens Andrey alay ederek, "Ya sahi mi? Peki, savaş hakkında mason kardeşler ne buyuruyor? Bunu nasıl önlemeli?" dedi, sonra da, "Moskova'da ne var ne yok? Benimkiler ne yapıyor? Nihayet Moskova'ya geldiler mi?" diye ciddiyetle sordu.

"Gelmişler! Jüli Drubetskaya'dan duydum. Kendilerine uğradım, ama bulamadım. Moskova yakınlarındaki malikânelerine gitmişler."


XXV


Subaylar çekilmek istediler ama Andrey, dostuyla baş başa kalmak istemiyormuş gibi, oturmalarını, çay içmelerini rica etti. Oturmak için birkaç sıra getirildi, çay da geldi. Subaylar Piyer'in şişman, koskocaman gövdesine biraz hayretle bakıyor, Moskova'ya, kıtalarımızın, dolaşabildiği mevzilerine dair söylediklerini dinliyorlardı. Prens Andrey susuyordu; suratını öyle asmıştı ki, Piyer tabur komutanı iyi yürekli Timohin'le konuşuyordu daha çok.

Prens Andrey, "Kıtalarımızın nasıl düzenlendiğini anladın demek?" diye sözünü kesti Piyer'in.

Piyer, "Evet, yani, şey," dedi, "asker olmadığım için, iyice, büsbütün anlamadım ama ne de olsa genel planı kavradım."

Prens Andrey, "Eh, demek siz hiç kimsenin bilmediğini biliyorsunuz," dedi.

Piyer gözlüğünün altından Prens Andrey'ye şaşkın şaşkın bakarak, "Ha!" dedi. "Peki, Kutuzov'un atanmasına ne diyorsun?"

Prens Andrey, "Çok memnunum, bildiğim de bundan ibaret," dedi.

"Peki ya Barclay de Tolly hakkında ne düşünüyorsun? Moskova'da onun için söylemediklerini bırakmıyorlar. Sen ne düşünüyorsun?"

Prens Andrey subayları göstererek, "Bunu onlara sor," dedi.

Timohin'e seslenirken herkesin yaptığı gibi Piyer de hoş gören, soran bir gülümsemeyle ona baktı.

Timohin başkalarını alay komutanından ayrılmaksızın utangaç bir şekilde, "Serenisim gelince önümüz aydınlandı Ekselans," dedi.

"O da neden?" diye sordu Piyer.

"Mesela, odun ve yem işlerinde bu böyle oldu. Eskiden hani, Sventsyani'den gerilemeye başlamıştık ya, bir çalı çırpı parçacığına ya da samana filan el süreyim deme, yasaktı. İyi ama biz çekiliyoruz, bunlardan 'o' yararlanacak, öyle değil mi Ekselans?" diye Prens'e dönüp sözüne devametti, "Biz çalı çırpıya, samana filan el sürdük mü, yandık. Bu yüzden alayımızdan iki subayı mahkemeye verdiler. Ama Serenisim gelir gelmez, bu bakımdan, iş yoluna girdi. Rahatladık."

"Peki, eski general bunu neden yasak etmişti?"

Timohin böyle bir soruya nasıl karşılık vereceğini bilemeyerek şaşkın şaşkın bakınmaya başladı. Piyer aynı şeyi Prens Andrey'e de sordu. Prens Andrey öfkeli öfkeli alay ederek, "Düşmana bıraktığımız ülkeyi harap etmemek için," dedi. "Doğrusu da bu; ülkenin yağma edilmesine, askerlerin soygunculuğu öğrenmesine izin verilemez. O, Smolensk'te Fransızların bizi kuşatabileceğini, kuvvetlerinin bizimkilerden çok olduğunu düşünmekte de haklıydı. Ama şunu anlayamadı," diye birden ince bir sesle haykırdı: "Ama şunu anlayamadı: Biz ilk kez orada Rus toprağı uğruna dövüşüyorduk, askerler şimdiye kadar hiç görmediğim bir heyecan içindeydiler, Fransızların saldırısını art arda iki gün kırdık, bu başarı gücümüzü on katına çıkarmıştı. Halbuki o, geri çekilme emrini verdi, bütün çabalar da, kayıplar da boşa gitti. İhaneti aklından bile geçirmedi, her şeyi elinden geldiği kadar mükemmel yapmak istedi, her şeyi önceden düşünüp taşındı ama işte işe yaramazlığı da bu yüzden. Hele artık hiçbir işe yaramaz, çünkü her Alman'ın yaptığı gibi o da her şeyi derinden derine, özene bezene önceden düşünüp taşınıyor. Sana bunu nasıl anlatsam... Tut ki, babanın Alman bir uşağı var, mükemmel bir uşak, onun bütün isteklerini senin becerebileceğinden çok daha iyi karşılıyor, sen ne yaparsın, bırakırsın uşak hizmet eder; ama baban ölüm derecesinde hastalanınca uşağı gönderirsin; kendi acemi, beceriksiz ellerinle babana bakmaya başlarsın, onun acılarını, usta ama yabancı bir adamın yapabileceğinden çok daha iyi dindirirsin, işte Barclay'e karşı da böyle davranıldı, Rusya sağlık içindeyken ona bir yabancı hizmet edebilirdi, hem de o mükemmel bir bakandı doğrusu, ama Rusya tehlikeye düşer düşmez ona kendinden, kendi canından biri lazımdı. Sizin orada, kulüpte, Barclay haindir diye bir laf çıkarmışlar. Ona hain diye iftira edilmesi yalnız şu işe yarar; sonradan yalanlarından utanacak olanlar, haini kahraman, dâhi yaparlar, bu da daha büyük bir haksızlık olur. O namuslu, çok dürüst bir Alman'dır..."

Piyer, "Ne de olsa, çok usta bir general olduğu söyleniyor," dedi.

Prens Andrey gülümseyerek, "Ben," dedi, "çok usta bir general ne demektir, anlamıyorum."

"Çok usta bir general, şey, yani bütün ihtimalleri önceden hesaplayan... Şey, düşmanın ne düşündüğünü sezen adam..."

Prens Andrey sanki çoktan beri çözümlenmiş bir sorundan söz eder gibi, "İyi ama bunun imkânı yok," dedi.

Piyer ona hayretle baktı: "Ne de olsa, savaşın satranca benzediğini söylüyorlar ya..."

Prens Andrey, "Evet," dedi, "yalnız şu küçük farkla: Satrançta her hamleyi yapmadan önce istediğin kadar düşünebilirsin, zamana bağlı değilsin, sonra yine şu farkla: Orada, at, piyadeden, iki piyade de bir piyadeden her zaman güçlüdür, oysa savaşta bir tabur bazen bir tümenden güçlü, bazen de bir bölükten zayıftır; kıtaların değişken gücünü kimse bilemez. İnanın bana, eğer, iş kurmay heyetlerinin yaptıkları planlara bağlı olsaydı ben orada kalırdım, emirleri verirdim, oysa bunu yapacak yerde, burada, alayda bu baylarla birlikte hizmet etmekle övünüyorum. Yarın alınacak sonucu da gerçekten bize bağlı sayıyorum, onlara değil... Başarı ne mevziye ne silah gücüne ne de sayıya bağlı olmuştur ne de olacağı vardır, hele en az bağlı olduğu şey, mevzidir."

"Peki, neye bağlıdır öyleyse?"

"Bendeki," Timohin'i gösterdi, "ondaki, her yerdeki duyguya."

Prens Andrey kendisine yani komutanına ürkek ürkek, şaşkın şaşkın bakmakta olan Timohin'e bir göz attı. Prens şimdi, o eski suskun, temkinli halini kaybetmiş, heyecanlanmışa benziyordu. Aklına hücum eden düşünceleri söylemekten kendini alamadığı belliydi.

"Savaşı kazanmayı iyice aklına koyan kazanır. Biz Austerlitz'de savaşı niçin kaybettik? Kayıplarımız hemen hemen Fransızlarınki kadardı ama biz savaşı kaybettiğimizi çok çabuk kabullendik, kayıp da ettik. Bunu kabullenişimiz orada, uğrunda dövüşeceğimiz hiçbir şeyin olmaması yüzündendi: Savaş meydanından bir an önce çekilmek istiyorduk. 'Savaş kaybedildi, hadi kaçmaya bakın,' dedik ve kaçtık. Bunu daha akşam olmadan söylemeseydik işin sonu neye varırdı, orasını Tanrı bilir. Ama yarın böyle söylemeyeceğiz. Sen, mevzilerimiz, sol kanat zayıf, sağ kanat çok yayılmış diyorsun. Bütün bunlar saçma, bunlardan hiçbir şey çıkmaz. Yarın bizi bekleyen nedir? Bizimkilerin ya da onların kaçması, şunun bunun öldürülmesi, bir an içinde çözümlenecek çeşit çeşit, yüz milyonlarca olasılık; şimdi yapılan şeylerse; eğlence... Mesele şu ki birlikte mevzileri dolaştığın insanlar, işin genel gidişine yardım etmek şöyle dursun, ona engel oluyorlar. Onlar yalnız kendi küçük çıkarlarıyla ilgilidirler."

Piyer iğrenerek, "Böyle bir zamanda mı?" dedi.

"'Böyle bir zamanda' da," diye tekrarladı Prens Andrey, "onlar için rakibin ayağının altına karpuz kabuğu koymak, fazladan bir nişancık, bir kurdelecik almak mümkün. Bana göre yarın durum şu: Yüz binlik Rus kıtalarıyla yüz binlik Fransız kıtaları dövüşmek için karşılaşacaklar; gerçek olan şey de, bu iki yüz binin dövüşeceği; kim en insafsız dövüşür, kendi de en az acırsa onun kazanacağıdır. Sana bir şey daha söyleyeyim, ister misin? Orada, yüksek mevki sahipleri arasında neler olursa olsun, onlar işleri ne kadar karmakarışık ederlerse etsinler, biz yarın savaşı kazanacağız..."

Timohin, "İşte bu doğru Ekselans, bu, gerçeğin ta kendisi," dedi, "artık kendine acımak olur mu? Benim taburun erleri, inanır mısınız, votka bile içmediler, 'zamanı değil' diyorlar."

Herkes sustu.

Subaylar kalktı, Prens Andrey yaverine son emirleri vererek onlarla birlikte hangarın önüne çıktı. Piyer, subaylar gidince Prens Andrey'in yanına yaklaştı, söze başlamak üzereydi ki, yoldan hangarın az ötesinden nal sesleri geldi. Prens Andrey o yana bakınca bir Kazak'la birlikte yaklaşan Woltzogen ile Clausewitz'i tanıdı. Piyer'le Andrey'in yanından geçerlerken konuşuyorlardı, şu cümleler duyuldu:

"Savaşın yayılıp genişlemesi lazım. Bu görüşü ne kadar övsen azdır," diyordu biri.

"Elbette, amaç düşmanı zayıflatmak olduğuna göre; insan kaybına aldırmamak lazım..."

"Elbette."

Prens Andrey, onlar geçip gittikten sora burnundan soluyarak, "Evet, yayılıp genişlemeli," diye öfkeyle tekrarladı. Im raum da (yayılıp genişlemek) babam, oğlum, kız kardeşim Lısiye Gori'de kalmışmış, onun umrunda değil, İşte sana söylemiş olduğum şey: Yarın savaşı kazanacak olan bu Alman beyler değil, onlar güçlerinin yettiği kadar işi berbat etmekten başka bir halt karıştırmayacaklar, çünkü onun Alman kafasında yalnız sahte, beş para etmez düşünceler var, ama yüreklerinde yarınki savaşı kazanmak için gereken biricik şey, Timohin'de olan şey yok. Bütün Avrupa'yı ona teslim ettiler, sonra bir de bize ders veriyorlar, ünlü öğretmenler!"

Piyer, "Demek yarınki savaşın kazanılacağını sanıyorsun," dedi.

Prens Andrey, "Evet, evet," diye dalgın dalgın karşılık verdi, "yetki bende olsaydı, yapacağım tek şey, esir kalmamak olurdu. Esir de ne demek! Şövalyelik! Fransızlar evimi yıktılar, Moskova'yı yağmaya gidiyorlar, bana boyuna hakaret ettiler, ediyorlar da. Onlar benim düşmanım, onların hepsi, bana göre, cani. İşte Timohin de, bütün ordu da, bunu tıpatıp böyle düşünüyor. Tilsit'te bize hangi kurt masalını okumuş olurlarsa olsunlar, mademki düşmanlarımdırlar, dostum olamazlar."

Piyer parıldayan gözlerle Prens Andrey'e bakarak, "Evet, evet," dedi, "ben de tıpkı senin gibi düşünüyorum."

Mojaisk Tepesi'nden beri, bütün gün Piyer'i kaygılandırmış olan mesele, şimdi ona, açıklanmış, büsbütün çözümlenmiş gibi geliyordu. Artık bu savaşın önemini anlıyordu. Bugün gördüğü her şey, şöyle bir bakıp geçtiği yüzlerdeki bütün o ciddi, ağır ifadeler, kendisi için yepyeni bir ışıkla aydınlanmıştı. Gördüğü bütün insanlardan taşan yurtseverliğin o gizli (fizikte latent denen) sıcaklığını anladı. Bu da ona insanların ölüme neden böyle rahatça, hatta düşüncesizce hazır olduklarını açıkladı.

"Esir almamak," diye devam etti Prens Andrey, "yalnız bu, savaşın şeklini değiştirir, onu daha az zalim kılardı. Oysa biz şimdiye kadar yalnızca savaş oyunu oynadık, işte bu kötü; ruh yüceliği falan göstermeye çalışıyoruz. Bu ruh yüceliği, bu duygusallık, kesilen bir danayı görüp de fenalaşan bir hanımefendinin ruh yüceliği, duygusallığı soyundandır; kadın o kadar iyi yüreklidir ki, kan görünce dayanamaz ama gene de o danayı salçayla filan pişirilince afiyetle yer. Bize savaş yasalarından, şövalyelikten, temsilciler göndermekten, bahtsızlara acımaktan söz ediyorlar. Bütün bunlar saçma şeyler. Ben 1805 yılında şövalyeliğin, temsilciler göndermenin ne demek olduğunu gördüm, onlar bizi biz onları kafese koyduk. İnsanların evini soyar, sahte para sürerler; evet, en kötüsü de benim çocuklarımı, babamı öldürürler, sonra da savaş yasalarından, düşmana karşı mertlikten söz ederler. Esir almamak, öldürmek ve ölüme gitmek! Bu yargıya benim gibi, benim çektiğim acılardan geçerek varan bir insanın..."

Moskova'yı da Smolensk gibi alıp almayacaklarının umurunda olmadığını düşünen Prens Andrey, boğazına bir şey tıkanmışçasına ansızın sustu. Bir aşağı bir yukarı sessizce dolaştı ama gözleri tuhaf bir biçimde parlıyordu, söze tekrar başladığı zaman dudakları titremekteydi:

"Savaşta o sahte mertlik olmasaydı, biz ancak, bugünkü gibi, ölüme koşmak kaçınılmaz olunca savaşa girerdik. Böylece, Pavel İvaniç, Mihail İvaniç'e hakaret etti diye savaş çıkmazdı, bugünküne benzeyen bir savaş çıksa da artık bu tam savaş olurdu. O zaman kıtaların sayı çokluğu da şimdiki gibi olmaz; o zaman Napoléon'un sürüklediği bütün o Lehler, Westphalialılar peşine takılıp Rusya'ya gelmezlerdi; biz de Avusturya'da Prusya'da nedeninin kendimiz de bilmeden dövüşmeye gitmezdik. Savaş bir eğlence değil, dünyanın en iğrenç şeyidir; bunu anlamalı da savaş oyunu oynamamalı. Bu korkunç zorunluluğu sıkı ve ciddi olarak ele almalı. İşin ruhu şu: Yalan bir yana bırakılmalı; savaşsa savaş oyuncak değil. Öteki türlü çatışma; düşüncesiz, aylak insanların sevgili eğlencesidir... Bu insanların en saygın değerleri de, asker sınıfı... Peki, savaş nedir? Askerlik dünyasının görenekleri nelerdir? Savaşın amacı öldürmek, savaşın silahları casusluk, hainlik ve bunları kışkırtmak: Halkın yok edilmesi, soyulması, orduyu beslemek için hırsızlık, savaş kurnazlığı denen aldatma ve yalan; asker tabakasının görenekleri: Özgürlük yokluğu yani disiplin, aylaklık, cahillik, kabalık, sefillik, ayyaşlık... Üstelik bu tabaka herkesin saygı gösterdiği yüksek bir tabakadır. Çin imparatoru dışında bütün krallar asker üniforması giyer, en büyük ödül en çok insan öldürene verilir. İnsanlar birbirlerini öldürmek için bizim yarın yapacağımız gibi karşı karşıya gelir, on binlerce insan birbirini vurur, sakat bırakır, sonra çok insan öldürüldü diye (ölülerin sayısını da şişirirler) şükran ayinleri yapılır; ne kadar çok insan öldürülmüşse zafer o kadar çok parlak ilan edilir. Tanrı yukarıdan onlara bakıp dualarını nasıl da kabul eder!" diye keskin, ince sesiyle haykırdı Prens Andrey. "Ah, efendim, son zamanlarda hayat bana ağır gelmeye başladı. Çok şeyi anlamaya başladığımı görüyorum. İyilik ve kötülük ağacının meyvelerini yemek insana yaramıyor. Bereket versin ki, bu iş çok uzun sürmeyecek!" Sonra birden, "Galiba uyuyorsun," dedi, "benim de uyku zamanım geldi, sen dön, Gorki'ye git."

Piyer, ürkek, şefkatli gözlerle Andrey'e bakarak, "Yo hayır!" dedi.

Prens Andrey yineledi, "Git git, insan dövüşten önce uykusunu almalı," diyerek hızla Piyer'e yaklaştı onu kucakladı, öptü, "Tanrı seninle olsun, hadi git," diye haykırdı. "Bir daha görüşebilecek miyiz, hayır!" Sonra çarçabuk döndü, hangara girdi.

Artık ortalık kararmıştı, Piyer de Prens Andrey'in yüzündeki ifadenin yumuşak mı, sert mi olduğunu seçememişti. Peşinden gideyim mi, yoksa yerime mi döneyim, diye bir süre sessizce düşündü. "Hayır, bana ihtiyacı yok!" diye karar verdi. "Bunun son buluşmamız olduğunu ben de biliyorum." Derin derin içini çekti, dönüp Gorki'nin yolunu tuttu.

Hangara giren Prens Andrey bir kilime uzandı ama uyumadı.

Gözlerini yumdu. Hayeller birbiri ardınca geçiyordu gözlerinin önünden, birine sevinçle, uzun süre baktı. Petersburg'daki bir süvari açıkça gözünün önüne geldi. Nataşa, coşkun yüzü heyecan içinde, ona geçen yıl mantar toplarken büyük bir ormanda nasıl kaybolduğunu anlatmıştı. Birbirini tutmayan cümlelerle hem ormanın derinliklerini hem kendi duygularını tasvir etmiş, hem de rastladığı bir aracıyla konuştukları şeyleri anlatmış, ikide bir de hikâyesini keserek, "Hayır, beceremiyorum, anlatamıyorum, hayır, anlamıyorsunuz," demiş, Prens Andrey de anladığını söyleyerek onu yatıştırmıştı, zaten söylemek istediklerinin hepsini gerçekten de anlamıştı. Nataşa istediği gibi anlatamadığı için üzülüyordu: O gün duyup da şimdi dışarı vurmak istediği o coşkun, şiirli duyguları ortaya koyamadığını hissediyordu. "O yaşlı adam öyle şirindi ki, ormanın içi de öyle bir karanlık... Sonra o ihtiyarın öyle iyi bir... hayır anlatmasını beceremiyorum," diye kızararak heyecan içinde konuşuyordu. Prens Andrey o zaman onun gözlerinin içine bakarak nasıl gülümsemişse şimdi de aynı mutlulukla gülümsedi. "Onu anlıyordum," diye düşündü, "hem yalnız anlamakla kalmıyordum, ondaki ruh gücünü, içtenliği, saflığı, bedeninin adeta sarıp sarmaladığı ruhunu seviyordum... Nasıl güçlü, nasıl mutlulukla seviyordum." Bu aşk hikâyesinin nasıl sona erdiğini de birden hatırladı. "Bütün bunlar o herifin umurunda bile değildi. Onun bütün bunlardan hiçbir şey anladığı yoktu. Onun gözünde Nataşa, kaderine ortak etmeye bile layık görmediği güzel, taze bir kızdan başka bir şey değildi. Ama ben? O adam da hâlâ sağ ve keyif sürüyor." Prens Andrey sanki bir yerini yakmışlar gibi sıçrayıp kalktı, hangarın önünde yeniden dolaşmaya başladı.


XXVI


25 Ağustos'ta Borodino Savaşı'ndan bir gün önce Fransa imparatorunun saray bakanı M. de Beausset ile Albay Fabvier, ilki Paris'ten, ötekisi Madrid'den, Napoléon'un yanına, Valuyeva'daki konak yerine geldiler.

Saray üniformasını giyen M. de Beausset, imparatora getirdiği emanetin önden götürülmesini emretti, sonra kendisi Napoléon'un çadırının birinci bölmesine girdi, orada çevresini saran yaverlerle konuşarak emaneti açmaya başladı.

Fabvier içeri girmedi, çadırın önünde durup tanıdığı generallerle konuştu.

İmparator Napoléon henüz yatak odasından çıkmamıştı, tuvaletini bitirmek üzereydi. Aksırıp tıksırarak oda uşağının tuttuğu fırçaya etli sırtını, tombul, kıllı göğsünü çeviriyordu. Başka bir oda uşağı da bir şişenin ağzını parmağıyla bastırıp, sanki nereye, ne kadar serpileceğini bir kendisi bilebilirmiş gibi bir tavırla imparatorun bakımlı vücuduna kolonya serpiyordu. Napoléon'un ıslak kısa saçları alnının üzerine dağılmıştı. Yuvarlak, sarı yüzünde bir rahatlık ifadesi vardı. Fırçanın altında büzülüp aksırarak oda uşağına, "Hadi, durma, hadi daha güçlü," diyordu. Dünkü savaşta ne kadar esir alındığını imparatora arz etmek üzere çadırın yatak odası bölmesine girmiş olan yaver, gereken bilgileri vermiş, çekilmek için izin bekleyerek kapının yanında duruyordu. Napoléon kaşlarını çatıp göz ucuyla yavere baktı.

"Esir yok," diye tekrarladı yaverin söylediklerini. Sonra, "Kendilerini mahvettiriyorlar. Rus Ordusu için daha kötü. Hadi durma, hadi daha güçlü," diye kamburunu çıkararak söylendi. Başıyla yavere işaret edip, "Pekâlâ. De Beausset ile Fabvier gelsinler,'' dedi.

"Peki, haşmetlim," diyen yaver çadırın arka kapısından çıkıp kayboldu.

İki oda uşağının yardımıyla çarçabuk giyinen Napoléon, mavi muhafız üniformasıyla, sert, hızlı adımlarla çadırın kabul salonuna geçti.

Bu sırada Beausset, imparatoriçeden getirdiği hediyeyi, imparatorun gireceği yerin tam karşısında, iki iskemlenin üstüne yerleştirmenin telaşı içindeydi. Ama imparator o kadar çabuk giyinmiş, öyle ansızın çıkagelmişti ki, Beausset sürprizini gereği gibi hazırlamaya vakit bulamamıştı.

Bir şeyler yapıldığını hemen fark eden imparator, hazırlığın henüz bitmediğini de sezmiş, onları kendisine sürpriz yapmak zevkinden mahrum etmek istemişti, Bay Beausset'yi görmezlikten geldi, Fabvier'i yanına çağırdı. Avrupa'nın öbür ucunda, Salamanka'da dövüşüp imparatorlarına layık olmaktan başka düşünceleri, onu memnun edememekten başka korkuları olmayan askerlerinin yiğitliği, sadakati hakkında Fabvier'in anlattıklarını, kaşları çatık, yüzü asık dinledi. Savaş felaketle sonuçlanmıştı. Fabvier anlatırken, Napoléon, kendi yokluğunda işin başka türlü olabileceğini de zaten ummamış olduğunu belirten alaylı sözler söyledi.

"Bunun acısını Moskova'da çıkarırım," dedi "Yine görüşelim," diye ekledi; sonra, sandalyelerin üstüne koyduğu şeyi artık bir örtüyle örtüp sürprizi hazırlamış olan de Beausset'yi çağırdı.

De Beausset Fransız sarayı usulünce ve ancak Bourbonların eski emektarlarının becerebildikleri derin bir reveransla eğildi, bir zarf uzatarak yaklaştı.

Napoléon onu neşeyle karşıladı, kulağını çekti. Yüzündeki ciddi ifade birden yumuşamıştı,

"Çabuk geldiniz, çok memnun oldum," dedi. "Paris ne durumda?"

De Beausset, "Bütün Paris yokluğunuzun üzüntüsünü duyuyor,'' diyerek karşılık verdi. Napoléon, de Beausset'nin bunun gibi, ya da buna benzer bir şey söylemek zorunda olduğunun farkındaydı ve soğukkanlılıkla düşündüğü zamanlarda bunun doğru olmadığını da bilirdi ama yine de bu sözleri onun ağzından duymak hoşuna gitti. Kulağına tekrar dokunarak ona şeref verdi.

"Sizi böyle uzun yollara düşürdüğümden dolayı müteessirim," dedi.

Beausset, "Haşmetlim, sizi hiç olmazsa Moskova kapılarında bulacağımı ummuştum," diye karşılık verdi.

Napoléon gülümsedi. Başını dalgın dalgın kaldırarak sağa doğru şöyle bir baktı. Bir yaver kayar gibi yürüyerek yaklaştı, altın bir enfiye kutusunu Napoléon'a sundu. Napoléon açık kutuyu burnuna yaklaştırarak, "Talihiniz varmış," dedi, "siz ki yolculuk etmeyi seversiniz, üç gün sonra Moskova'yı göreceksiniz. Asya başkentini göreceğinizi herhalde aklınızdan bile geçirmemişsinizdir. Hoş bir yolculuk yapacaksınız." Beausset şimdiye kadar kendisinde varlığını bile fark etmediği bu yolculuk merakına karşı gösterilen ilgiden dolayı minnetle eğildi.

Herkesin örtüyle kapatılmış şeye baktığını fark eden Napoléon, "A, o da ne?" dedi. Beausset arkasını dönmeden, bir saray adamı ustalığıyla yan yan geri çekilip iki adım attı, örtüyü kaldırırken de, "Efendimize, imparatoriçenin armağanı," diye yanıt verdi.

Bu, Napoléon'la Avusturya imparatorunun kızından doğma, her nedense herkesin Roma Kralı diye adlandırdığı çocuğun Gérard tarafından parlak renklerle yapılmış bir portresiydi. Bakışları Sixtine'deki Madonna ve İsa'nın bakışlarına benzeyen, bu kıvır kıvır, çok güzel çocuk bilboke (tahtadan ya da fildişinden küçük bir yuvarlakla bir değnekçikten ibaret bir oyuncak) oynuyordu. Oyuncağın yuvarlağı yer yuvarlağını temsil ediyordu, çocuğun öteki elindeki değnekse hükümdarlık asası biçimindeydi. Ressamın, sözde Roma kralını bir değnekle yer yuvarlağını delerken göstererek özellikle neyi ifade etmek istediği pek de belli değildi ama bu alegori, tabloyu Paris'te görenler için olduğu kadar, Napoléon için de kolayca anlaşılan bir şey sayılmış, çok da hoşa gitmişti.

"Roma Kralı," diyerek şık bir el hareketiyle portreyi gösterdi. "Fevkalade."

Portreye yaklaştı, yüzlerinin ifadesini istedikleri zaman değiştirmekte İtalyanlara özgü o rahatlıkla düşünceli, şefkatli bir tavır takındı. Şimdi söyleyeceği her sözün, yapacağı her hareketin tarihe geçeceğini hissediyordu. Oğlu, onun yüceliği sayesinde yer yuvarlağıyla bilboke oynayabiliyordu; işte bu yüceliğe rağmen en sade bir babalık şefkati göstermeyi o sırada yapabileceği en uygun iş saydı. Gözleri sulandı, bakışlarıyla bir iskemle aradı, hemen getirdiler, portrenin karşısına oturdu. Tek bir hareket yaptı, herkes ayaklarının ucuna basarak dışarı çıktı, büyük adamı düşünceleriyle baş başa bıraktılar.

Napoléon, bir süre sessizce, dalgın dalgın resmi seyrettikten ve bu sırada niçin yaptığını da bilmeden elini boyaların kabarıklıklarında dolaştırdıktan sonra kalktı, de Beausset'yi ve nöbetçi subayı çağırdı. Roma Kralı'nı, tapındıkları imparatorlarının oğlunu, veliahtını görme mutluluğundan hassa askerlerini mahrum bırakmamak için portreyi çadırın önüne koymalarını emretti.

M. de Beausset ile kahvaltı ettiği sırada da (Beausset bu iltifattan büyük bir zevk duyuyordu) çadırın önünde, oraya yaklaşmış olan hassa erleriyle subaylarının coşkun haykırışları yükseldi.

"Yaşasın İmparator! Yaşasın Roma Kralı! Yaşasın İmparator!"

Napoléon, kahvaltıdan sonra de Beausset'nin yanında ordu emrini yazdırdı. Düzeltmeden, bir solukta yazdırılmış olan beyannameyi kendisi de alıp okuyunca, "Kısa ve sert!" dedi.

Bu ordu emri şöyleydi:

"Askerler! İşte onca arzuladığınız savaş. Bundan böyle zafer size bağlı. O bize gerekiyor, o bize bolluk, rahat kışlaklar ve yurda bir an önce dönüşü sağlayacak. Austerlitz'de, Friedland'da, Vitelsk'te ve Smolensk'te davrandığınız gibi davranın; gelecek nesiller bugünkü zaferinizi ansın. Sizler için, o, Moskova kapılarındaki büyük savaşta bulunmuştu; denilsin."

" Moskova'nın!" diye yineledi Napoléon ve yolculuk etmeyi seven de Beausset'yi gezintisine çağırarak çadırdan çıkıp eyerli atlara doğru yürüdü, imparatorun daveti karşısında Beausset, "Çok lütufkârsınız haşmetlim," dedi, oysa uykusu vardı, ata binmeyi de bilmezdi, korkardı.

Ama Napoléon bu gezgine başıyla bir kez işaret edince, zavallı adam yola koyulmak zorunda kalmıştı. Napoléon çadırdan çıkınca oğlunun portresi önündeki hassa askerlerinin haykırışmaları bir kat daha artmıştı. İmparator kaşlarını çattı, güzel, gurur dolu bir jestle portreyi göstererek, "Kaldırın oradan onu," dedi, "savaş alanını görecek çağda değil henüz."

Beausset gözlerini yumup başını eğerek derin derin içini çekti, imparatorun sözlerini ne kadar takdir edebildiğini, anladığını bu hareketiyle belirtmiş oluyordu.



Continue Reading

You'll Also Like

8.1K 735 9
Stiles telefonu parmakları arasında çevirmeye devam etti. Çevirdikçe parlak ekran karanlık odasını ve yüzünü aydınlatıyordu. Parmakları hızlıca harek...
1.1K 70 10
İstanbul'u dinlemek ve duymak için mutlaka okunması gereken bu kitap, İstanbul üzerine yazılmış sayılı şaheserlerden. Hisar, Boğaziçi'ni mevsim mevsi...
64.7K 2.3K 10
Hayvan Çiftliği'nin kişileri hayvanlardır. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'...
58.8K 1.8K 7
Satranç, Zweig'ın psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı...