Savaş ve Barış

By ClassicsTR

6.9K 168 13

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... More

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III

18 0 0
By ClassicsTR



Bundan üç gün sonra, ayın on beşinde, sabah saatlerinde Slobodski Sarayı'nın önünde sayısız araba göründü.

Salonlar doluydu. Birincisinde üniformalı asilzadeler, ikincisinde sakallı, mavi kaftanlı ve göğüsleri madalyalı tacirler vardı. Asilzadelerin toplandığı salon uğultulu, hareketliydi. Hükümdarın portresinin altındaki masada, yüksek arkalıklı sandalyelerde en önemli kişiler oturuyor, ama asilzadelerin çoğu salonda dolaşıyorlardı.

Piyer'in bazen kulüpte, bazen evlerinde her gün gördüğü bütün bu asilzadelerin kimi Yekaterina devri, kimi Pavlov devri, kimi yeni Aleksandr devri üniforması, kimi de genellikle asilzadelerin giydiği üniformayı giyiyor, üniformalardaki bu ortak karakter, bu yaşlı, genç, çok çeşitli ve bildik kişilerle tuhaf ve fantastik bir görünüm yaratıyordu. Gözleri zayıf, dişsiz, dazlak, tombul ihtiyarlar özellikle hayret vericiydiler. Büyük bir kısmı yerlerinde oturuyordu; gezecekleri, konuşacakları zaman gençlere yanaşıyorlardı, bütün bu yüzlerde hayret verici olan şey, Petya'nın meydanda, kalabalıkta gördüğü yüzlerdeki gibi birbirine zıt çizgilerdi. Heyecan verici bir olayı bekleyişle, bir gün önceki alelade bir boston oyununu, aşçı Petroşka'yı ve Zinayda Dimitriyevna'nın sağlığını ve devlet dairesini hatırlayış gibi. Piyer, bedenini sıkan, darlaştıran asilzade üniformasıyla sabahın erken saatlerinden beri salonlardaydı. Heyecan içindeydi; bu olağanüstü toplantı, yalnız asilzadelerin değil, tacirlerin, çeşitli sınıfların toplantısı, bu États généraux, onda Contrat social ve Fransız Devrimi'nin çoktan unutulan ama ruhunda derin bir yer etmiş olan düşünceleri uyandırdı... Halkla müzakere için hükümdarın başkente geleceği hakkında yayımlanan beyannamede dikkatini çeken söz bu görüşünü güçlendirmişti. Bu anlamda çoktan beri beklediği önemli bir şeyin yaklaşmakta olduğunu düşünerek dolaşıyor, dikkatle bakınıyor, konuşmalara kulak kabartıyor, ama hiçbir yerde onu meşgul eden düşüncelere bir ifade bulamıyordu.

Hükümdarın heyecan uyandıran beyannamesi okundu, sonra küme küme olup konuşmaya başladılar; Piyer, belli konuşma konularından başka yalnız hükümdar içeriye girince önderlerin nerede duracakları, hükümdarın şerefine ne zaman balo verileceği, ilçe ilçe mi ayrılacakları, yoksa bütün vilayetlerin bir arada mı bulunacağı vs. üzerinde konuşmalar duyuyordu, ama mesele savaşa, asilzadelerin toplanma sebebine gelir gelmez konuşmalar kararsız ve belirsiz bir şekil aldı. Herkes söylemekten çok dinlemek istiyordu.

Deniz emekli subayı üniforması giymiş orta yaşlı, ciddi, yakışıklı bir adam salonlardan birinde konuşuyordu; yanına bir kalabalık toplanmıştı. Piyer bu laf ebesinin çevresinde oluşan daireye yaklaştı, dinlemeye koyuldu. Yekaterina devrine özgü Voyvoda (eski devirde vali) kaftanıyla ve tatlı bir gülümsemeyle içinde herkesi tanıdığı bir kalabalığın arasında dolaşan Kont İlya Andreyiç de bu gruba yaklaştı, her zamanki gibi, iyi yürekli insanlara has gülümsemesiyle, konuşanın düşüncesine katılırcasına başını sallayarak dinlemeye başladı. Deniz emeklisi çok cesurca konuşuyordu, bu onu dinleyenlerin yüzlerinden ve Piyer'in çok uysal ve sessiz bildiği kimselerin memnuniyetsizlikle ondan uzaklaşmalarından ya da ona karşı çıkmalarından belliydi. Piyer, kendine yol açarak grubun ortasına kadar sokuldu, kulak kabarttı, konuşmacının bir liberal, ama onun anladığından büsbütün başka anlamda bir liberal olduğunu anladı. Bahriyeli asilzade çok berrak, akıcı bir sesle, "r"leri hoş bir şekilde boğarak, sessiz harfleri yutarak bazılarının "Garson pipo!" falan diye bağırdıkları sesle konuşuyordu. Eğlence hayatına ve hükmetmeye alışkın adamların sesiyle konuşuyordu.

"Eh, Smolenskliler hükümdara milis teklif etmişler. Smolensklilerin her yaptıkları kanun mu bizim için? Şanlı Moskova asilzadesi gerekli görürse bağlılığını hükümdara, imparatora başka biçimlerde gösterebilir. 1807 yılındaki milisi unuttuk mu! Ancak hırsızlar, yağmacılar zengin oldular..."

Kont İlya Andreyiç, tatlı tatlı gülümseyerek başını salladı.

"E, peki, bizim milislerin devlete bir yararları oldu mu? Hiçbir yararları olmadı! Çiftliklerimizi harap ettiler. Asker toplama daha iyi... Yoksa size geri dönecek olan ne bir asker, ne bir köylü olacak, bir sefih olacak, işte o kadar. Asilzadeler hayatlarını esirgemiyor, biz hepimiz gideriz, kura askeri de alırız, hükdağ (hükümdarı böyle söylüyordu) bir işaret etsin yalnızca, onun için hepimiz ölürüz!"

İlya Andreyiç, memnuniyetinden yutkundu, Piyer'i dürttü, ama Piyer de konuşmak istiyordu. Nedensiz bir heyecan hissederek ve ne söyleyeceğini bilmeksizin ilerledi, tam konuşmak üzere ağzını açmıştı ki konuşmacının yakınında duran, tamamıyla dişsiz, zeki ve sert yüzlü bir il meclisi üyesi Piyer'in sözünü kesti. Bir tartışma alışkanlığıyla, yavaş ama duyulur bir sesle, "Zannederim ki, sayın bay," diyerek dişsiz ağzını oynatmaya başladı, "biz buraya, şu anda devlet için en elverişli olan şeyin toplama asker mi, milis mi olduğunu tartışmak için çağrılmadık, imparatorun bize onur veren beyannamesine yanıt vermek için çağrıldık. Asker toplama mı, milis mi, hangisinin elverişli olduğunu tartışmayı yüksek kata bırakalım..."

Piyer, birden heyecanına bir çıkış yolu buldu. Asillerin önünde duran iş hakkında bu formel ve dar görüşü ileri süren il meclisi üyesine kızmıştı. İlerledi ve onun sözünü kesti, ne söyleyeceğini kendisi de bilmiyordu, ama heyecanla söze başladı, bazen araya Fransızca sözler karıştırıyor, Rusça'yı bir kitap diliyle konuşuyordu.

"Affedersiniz Ekselans," diye başladı (bu üyeyi iyi tanırdı ama burada ona karşı resmî davranmayı gerekli görmüştü), "her ne kadar beyefendiyle aynı fikirde değilsem de... (Piyer ne söyleyeceğini şaşırdı. Çok sayın muhatabım demek istedi) Beyefendiyle... ki tanışmak şerefinden mahrum bulunuyorum ama öyle sanıyorum ki asiller sınıfı kendi sempatisini, heyecanını ifade etmekten başka vatana yararlı olabilecek tedbirleri de görüşmek için buraya çağrılmış bulunuyor. Öyle sanıyorum ki (heyecanlanarak devam ediyordu) eğer hükümdar bizleri ö... ö... öğüt verecek kimseler olarak değil de yalnızca hizmetine vereceğimiz köylülerin sahibi ve... ve kendimizi kurban olmaya hazır kimseler olarak bulsaydı memnun olmazdı."

İl meclisi üyesinin hafifseyici gülümsemesini ve Piyer'in çok rahat konuştuğunu görerek gruptan uzaklaşanlar oldu; Piyer'in söylevinden yalnız İlya Andreyiç memnundu; bahriyelinin, il meclisi üyesinin söylevinden ve genellikle dinlediği her sözden daima memnun olduğu gibi.

Piyer devamla, "Ben öyle sanıyorum ki, bu konuları tartışmadan önce," dedi, "hükümdara sormalı, askerimizin ne kadar olduğunu, ordumuzun ne durumda bulunduğunu bize bildirmesini Majesteleri'nden saygıyla rica etmeliyiz, o zaman..."

Ama Piyer sözünü bitiremedi, birden üç taraftan ona saldırdılar. Eskiden beri tanıdığı, arası her zaman onunla iyi olan boston meraklısı Stepan Stepanoviç Adroksin ona herkesten daha şiddetle hücum etti. Stepan Stepanoviç üniformalıydı; üniformadan mı, başka sebepten mi nedense Piyer, karşısında büsbütün başka bir adam görüyordu. Stepan Stepanoviç, yüzünde ansızın beliren bir yaşlı öfkesiyle Piyer'e bağırdı:

"İlkin şunu haber vereyim ki, bunu hükümdara sormaya hakkımız yok; ikincisi, Rus asilzadelerinin buna hakkı olmuş olsa bile hükümdar bize yanıt veremez. Ordu düşmanın harekâtına göre hareket ediyor; azalıyor ve çoğalıyor..."

Piyer'in, ta eskiden Çingenelerde gördüğü, kötü bir kumarcı olarak tanıdığı orta boylu, kırk yaşlarında üniformalı bir adam yaklaşarak Adroksin'in sözünü kesti.

"Tartışma zamanı değil," dedi, "çözüm zamanı: Savaş Rusya'da oluyor, düşman Rusya'yı harap etmek, babalarımızın mezarlarını berbat etmek, karılarımızı, çocuklarımızı götürmek için geliyor." Asil göğsüne eliyle vurdu. "Çar babamız için hepimiz ayaklanırız, hepimiz birden gideriz!" Kızaran gözlerini çevirerek bağırdı, kalabalığın içinden onu onaylayan sesler işitildi. "Biz Rus'uz, dinimizi, başkentimizi, vatanımızı savunmak için de kanımızı esirgemeyiz, eğer vatanın evlatlarıysak hezeyanı bırakmak lazım, Rusya'nın Rusya için nasıl ayaklanacağını Avrupa'ya göstereceğiz," diye haykırdı.

Piyer karşı çıkmak istiyordu ama tek bir söz söyleyemedi. Sözlerinin, taşıdıkları anlam ne olursa olsun, heyecanlanan asilzadenin sözlerinden daha az duyulacağını biliyordu.

İlya Andreyiç, arkada baş sallıyordu; bazıları cümlenin sonunda hızla konuşan kişiye dönerek, "Evet, bu böyledir! Bu böyle!" diyorlardı.

Piyer, ne paradan ne müjikten ne de kendi canından yana fedakârlıktan çekinmediğini ama duruma yardım istemek için bu durumu bilmek gerektiğini söylemek istiyor ama söylemiyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu, öyle ki İlya Andreyiç herkese baş sallamaya yetişemiyordu; grup büyüdü, dağıldı, yeniden birleşti, konuşmalarla uğuldayarak hep birden büyük salonda, büyük masaya doğru ilerledi. Piyer, konuşamıyor, sözü kabaca kesiliyor, onu itiyor, ortak bir düşmandan yüz çevirir gibi ondan yüz çeviriyorlardı. Bu, onun sözünden memnun olmamalarından doğmuyordu, peşinden söylenen birçok sözden sonra onu unutmuşlardı bile; ama kalabalığın heyecanının sürmesi için hissedilir bir sevgi ve nefret konusuna ihtiyaç vardı. Piyer bunun yerini tutuyordu. Heyecanlı asilzadeden sonra pek çok kişi konuşmuş ve hepsi de aynı tonla seslenmişti. Güzel ve özgün konuşanlar da vardı.

Rus Habercisi'ni çıkaran ve orada tanınan Glinka (yazar, yazar, diye sesleniyordu kalabalık) cehennemin cehennemi defetmesi gerektiğini, şimşek çakınca, gök gürleyince gülümseyen bir çocuk gördüğünü ama bizim bu çocuk gibi olmayacağımızı söylüyordu.

Arka sıralardan, "Evet, evet, gök gürleyince!" diye onay geldi.

Kalabalık, Piyer'in evlerinde soytarılarıyla veya kulüpte boston başında gördüğü üniformalı, kordonlu, tüyü tüsü ağarmış, dazlak, yetmişlik yaşlı kodamanların oturduğu büyük masaya yaklaştı. Kalabalık uğultuyu kesmeden masaya yanaştı. Kalabalığın dayandığı sandalyelerin yüksek arkalıklarına yaslanan konuşmacılar birbiri arkasından, bazen de ikisi birden konuşuyorlardı. Arka sıradakiler konuşanın söylemediklerini kaydediyor ve atlanan bu noktaları söylemek için acele ediyorlardı. Öbürleri, söyleyecek bir şey bulmak için düşünüp duruyor, bir şey bulunca hemen atılıyorlardı. Piyer'in tanıdığı yaşlı kodamanlar oturuyor, kâh şuna, kâh buna bakıyor, büyük bir kısmı sıcaktan bunalıyordu. Bununla birlikte Piyer kendini çok heyecanlı hissediyordu; sözlerin anlamından çok seslerde ve yüzlerdeki ifadelerde beliren genel duygu, zafer için her şeyin vız geldiğini göstermek arzusu ona da sirayet etmişti. Fikirlerini değiştirmiş değildi, fakat kendini nedense hatalı hissediyor, temize çıkmak istiyordu.

Sesini herkesten çok yükseltmeye çalışarak, "Ben yalnız, ihtiyaçları bilirsek fedakârlık yapmanın bizim için daha kolay olacağını söyledim," dedi.

Yanında duran bir ihtiyar dönüp ona baktı ama masanın öbür tarafından gelen bir ses hemen onu kendine çekti.

Birisi, "Evet, Moskova teslim olacak ama bizim kurtarıcımız da o olacak!" diye bağırdı.

Başka birisi, "O insanlığın düşmanıdır," diye haykırdı, "izin verin konuşayım beyler, beni eziyorsunuz!.."


XXIII


Bu sırada general üniforması giymiş, omuzdan aşırma bir kordonla sivri çeneli, keskin bakışlı Kont Rastopçin, iki yana açılan asilzade kalabalığının önünde hızlı adımlarla içeri girdi.

"Hükümdar İmparator şimdi gelecek," dedi. "Şimdi oradan geliyorum, öyle sanıyorum ki içinde bulunduğumuz durumda fazla tartışmaya lüzum yok, hükümdar bizi ve tacirleri toplamak lütfunda bulundu. Oradan milyonlar akın edip gelecek (tacirlerin salonunu işaret etti) yapacağımız şey milisi hazırlamak ve kendimizi esirgememektir... Bu yapabileceğimizin en azıdır."

Yalnız masada oturan büyükler arasında bir görüşme başladı. Bu görüşme sonuna kadar çok sessiz geçti. Bütün o önceki gürültülerden sonra "tabii", değişiklik olsun diye, "ben de aynı fikirdeyim" gibi sesler tek tek duyulmaya başlayınca görüşme hatta hüzün verici bir hal aldı.

Moskovalıların, Smolenskliler gibi 1000 adamdan tam teçhizatlı 10 adam feda edeceklerine dair Moskova asilzadelerinin kararını yazması emredildi yazıcıya. Beyler hafiflemiş gibi kalktılar, sandalyeleri gürüldetip kol kola girerek ve konuşarak ayakları açılsın diye salonda dolaşmaya başladılar.

"Hükümdar! Hükümdar!" sesleri duyulunca halk kapıya hücum etti.

Hükümdar, asilzadelerin oluşturduğu iki sıra arasındaki geniş geçitten salona girdi. Yüzlerde saygılı, ürkek bir merak ifadesi belirdi. Piyer oldukça uzaktaydı, hükümdarın sözlerini iyice işitemiyordu. İşittiklerinden yalnız şunu anlamıştı ki hükümdar, devletin içinde bulunduğu tehlikeden, Moskova asilzadelerine bağladığı ümitten söz ediyordu. Asilzadelerin şimdi aldığı kararı bildiren başka bir ses hükümdara yanıt verdi.

Hükümdarın titreyen sesi duyuldu:

"Beyler!"

Kalabalık hafifçe dalgalandı ve yine yatıştı; Piyer, hükümdarın o hoş, insanca ve dokunaklı sesini duydu; şöyle diyordu:

"Rus asillerinin koruyuculuğundan hiçbir zaman kuşku duymamıştım. Ama bugün o benim umutlarımın da üstüne çıkmış bulunuyor, yurdumuz adına size teşekkür ederim. Beyler, harekete geçelim, zaman her şeyden değerlidir."

Hükümdar sustu, kalabalık onun etrafında sıkışmaya başladı; her taraftan coşkun haykırışlar duyuldu.

Hiçbir şey duymamış olan, ama her şeyi kendine göre anlayan İlya Andreyiç hıçkırarak arkadan, "Evet, her şeyden değerli... Çar sözüdür..." dedi.

Hükümdar asilzadeler salonundan tacirler salonuna geçti. Orada aşağı yukarı on dakika kaldı. Başkaları gibi Piyer de hükümdarı tacirler salonundan sevinç gözyaşlarıyla çıkarken gördü. Sonradan öğrenildi ki hükümdar tacirlere söylevine başlar başlamaz gözleri dolmuş, sözünü titreyen bir sesle bitirmişti. Piyer, hükümdarı gördüğü zaman o, yanında iki tacirle çıkıyordu. Biri Piyer'in tanıdığı şişman bir kesimci, öbürü zayıf, sivri sakallı, uçuk benizli bir belediye başkanıydı. İkisi de ağlıyordu. Zayıf olanın gözleri yaşlıydı, ama şişman kesimci bir çocuk gibi hıçkırıyor ve durmadan yineliyordu:

"Hayatımı da, malımı mülkümü de al, Majeste!"

Piyer artık gözünde hiçbir şeyin değeri olmadığını, her şeyi feda etmeye hazır olduğunu göstermek arzusundan başka bir şey hissetmiyordu. Meşrutiyetçiliğe eğilimli sözleri ona şimdi ne kadar ayıp geliyordu. Bunu düzeltmek için fırsat arıyordu. Kont Mamontov'un bir alay verdiğini öğrenince bütün giyim ve giyim masraflarıyla birlikte bin kişi vereceğini hemen orada Kont Rastopçin'e bildirdi.

Yaşlı Rostov, olup bitenleri gözyaşı dökmeden karısına anlatamadı; hemen o anda Petya'nın ricasını kabul etti ve bizzat onu orduya yazdırmaya gitti.

Ertesi gün hükümdar Moskova'dan ayrıldı. Bütün asilzadeler üniformalarını çıkardılar, tekrar evlerde, kulüplerde yerlerini aldılar; homurdanarak milis için kâhyalarına emirler verdiler ve yaptıkları şeye kendileri de hayret ettiler.


İKİNCİ BÖLÜM

I

Napoléon, Rusya ile savaşa başladı, çünkü Dresden'e gelmeden, tazimlerden başı dönmeden, Polonya üniforması giymeden, kendini bir haziran sabahının çekiciliğine kaptırmadan edememişti; Kuragin'in, sonra Balaşev'in yanında öfkeyle parlamaktan kendini alıkoyamamıştı.

Aleksandr, bütün görüşmeleri reddetti, çünkü kendini hakarete uğramış hissediyordu. Barclay de Tolly, ödevini yerine getirmek ve büyük kumandan diye ün salmak için orduyu çok iyi idare etmeye çabalıyordu. Rostov, atını Fransızların üzerine sürdü, çünkü düz ovada at koşturmak arzusuna dayanamamıştı. Bu savaşa katılan insanlar da, kendi kişisel özelliklerine, âdetlerine, şartlarına ve amaçlarına göre tıpkı böyle hareket ediyorlardı. Ne iş gördüklerini, kendileri için ne yaptıklarını biliyorlarmış gibi korkuyor, övünüyor, seviniyor, öfkeleniyor, akıl yürütüyorlardı. Oysa tarihin aletiydiler, kendilerinden saklı ve bizce anlaşılır bir iş görüyorlardı. Değişmez yazgılarıdır bu; toplum içinde ne kadar yükselirlerse o kadar az hürdürler.

1812'de iktidarı ellerinde tutanlar, yerlerini çoktan bıraktı; onları ilgilendiren şeyler, iz bırakmadan yok olup gitti. Önümüzde yalnız o zamanın tarihi sonuçları var.

Ama Avrupa'daki insanların Napoléon'un önderliği altında Rusya'nın ta derinliklerine kadar dalmaları ve orada mahvolmaları "gerekti" diyelim; o zaman bu savaşa katılan insanların birbirine aykırı düşen bütün anlamsız ve gaddarca eylemleri bizce anlaşılmış olur.

Kader, bütün bu insanları, kendi çıkarlarını için çalışırken kimsenin (ne Napoléon'un ne Aleksandr'ın ne de savaşa katılanlardan daha küçük herhangi birinin) hiç ümit etmediği muazzam bir sonucun doğmasına yardım etmeye zorladı.

1812 yılında Fransız Ordusu'nun mahvolmasının sebebi şimdi bizce aşikârdır. Napoléon ordularının mahvolmasına bir taraftan geç kalması, kış seferine hazırlanmadan Rusya'nın ta içlerine dalmış olması, öbür taraftan Rus şehirlerinin yakılması üzerine savaşın aldığı şekil ve Rus halkında düşmana karşı uyanan kin ve nefretin neden olduğu üzerinde kimse tartışmaz. Ama o zaman, çok iyi bir kumandanın sevk ve idaresi altındaki sekiz yüz bin kişilik dünyanın en iyi ordusunun iki kat zayıf ve deneyimsiz kumandanların sevk ve idaresi altındaki bir Rus Ordusu'yla çarpışmada ancak böylelikle mahvolabileceğini o zaman (bu gerçek şimdi açık görünüyor) kimse kestirememişti; bunun dışında, "Rusların bütün çabaları", Rusya'yı kurtarabilecek olan bir tek şeye engel olmaya, "Fransızların bütün çabaları" da, deneyimlerine ve Napoléon'un sözde dehasına rağmen yaz sonunda Moskova'ya kadar uzanmaya, yani onları mahvedecek olan şeyi yapmaya yöneltilmişti. 1812'yi anlatan tarih kitaplarında Fransız yazarları, Napoléon'un, hattın uzamasındaki tehlikeyi hissettiği için savaş istediğini; mareşallerinin ona Smolensk'te kalmayı tavsiye ettiklerini ve güya seferin tehlikelerinin de o zaman anlaşılmış olduğunu kanıtlamaya yönelik deliller ileri sürmeyi çok severler; Rus yazarları ise daha çok, Napoléon'u Rusya'nın içerisine çekmek için seferin başından beri bir İskit Savaşı planının mevcut olduğundan söz etmeyi daha çok severler ve bu planı, kimi Pfuhl'e, kimi bir Fransız'a, kimi Tolly'ye, kimi bizzat İmparator Aleksandr'a atfeder, gerçekten de hu tarzda hareket edilmesi hakkında bazı imalar taşıyan notlara, projelere, mektuplara işaret ederler. Ama olup bitenin önceden kestirilmesi hakkındaki bütün bu imalar şimdi, Fransızlar tarafından olduğu gibi Ruslar tarafından da yalnızca olay onları haklı çıkardığı için ileri sürülüyor. Eğer olay gerçekleşmeseydi şimdi bu imalar, o günlerde revaçta olan ama doğru çıkmayan, bunun için de unutulan binlerce ve milyonlarca ima ve tahmin gibi unutulacaklardı. Süren bir olayın sonucu hakkında daima o kadar çok tahmin yürütülür ki, nasıl sona ererse ersin sayısız öngörüler arasında tamamıyla tersine yürütülmüş olanları da bulunduğunu büsbütün unutarak "Bunun böyle olacağını ben daha o zaman söylemiştim" diyecek insanlar her zaman bulunur.

Rusların, Napoléon'un hattın uzamasındaki tehlikeyi kavramış olduğunu düşünerek düşmanı Rusya'nın içerlerine çekmeyi planlamış olmaları konusundaki tahminler herhalde bu tür tahminlerdendir; tarihçiler Napoléon ve mareşallerine bu gibi düşünceleri ve Rus askerî şeflerine bu tür planları atfetmekte büyük güçlük çekerler. Yaşanan olaylar, bu gibi tahminlerle büsbütün tezat teşkil etmektedir. Savaş süresince Ruslar Fransızları Rusya'nın içerilerine çekme arzusunu beslemedikleri gibi Rusya'ya ilk taarruzlarından beri onları durdurmak için her şey yapılmıştı. Napoléon, hattın uzamasından korkmak şöyle dursun, her ileri adımına, yeni bir zafer kazanmışçasına sevinmiş, çarpışmaları, eski seferlerinde olduğu gibi değil, isteksizce aramıştır.

Seferin başlangıcında ordularımız ikiye ayrılmıştı; ulaşmaya çalıştığımız biricik amaç, geri çekilmek ve düşmanı memleketin içerlerine çekmek için orduların birleşmesinde bir yarar görmemekle birlikte, onları birleştirmekti. İmparator orduda, Rus toprağının her adımını savunmada onun moralini yükseltmek için bulunuyordu, geri çekilmek için değil. Pfuhl'ün planı üzerine muazzam bir Drissa ordugâhı kuruluyor, daha öteye çekilmek düşünülmüyor. Hükümdar geriye çekilişte her adım için başkomutanı azarlıyor. Yalnız Moskova'nın yakılması değil, düşmanın Smolensk'e kadar sokulmasına izin verilmesini bile aklına getirmiyor; ordular birleşince hükümdar Smolensk'in zapt edilmesine, yakılmasına, surları önünde bir meydan muharebesi verilmemesine öfkeleniyor.

Hükümdar böyle düşünüyor, Rus askerî şefleri ve bütün Ruslarsa bizimkilerin ülkenin içerlerine doğru çekildiklerini düşündükçe daha çok kızıyorlar.

Napoléon, ordularımızı ikiye ayırdı, ülkenin içerlerine doğru ilerliyor, pek çok çarpışma fırsatı kaçırıyor. Bizim şimdi gördüğümüz gibi bu ileri hareket onun için aşikâr bir felaket olduğu halde, ağustos ayında Smolensk'te düşündüğü şey sadece ne yapıp yapıp ilerlemektir.

Olaylar şunu açık olarak gösteriyor ki, ne Napoléon Moskova'ya doğru ilerlemenin tehlikesini görmüş ne de Aleksandr ve Rus askerî şefleri o zaman Napoléon'u içeri çekmeyi düşünmüşlerdi, belki bunun aksi olmuştu. Napoléon'u memleketin içerlerine çekme işi bir plana göre gerçekleşmemiş (bunun olabileceğine kimse inanmıyordu) fakat ne olması gerektiğini ve Rusya'nın tek kurtuluş yolunun ne olduğunu kestiremeyenlerin entrikalarından, amaç ve isteklerinden doğmuştu. Her şey birden oluvermişti. Seferin başlangıcında ordu ikiye parçalanmıştı. Çarpışmak ve düşmanın taarruzunu durdurmak gibi açık bir amaçla onu birleştirmeye çalışıyoruz ama bu birleşme çabası sırasında düşmanın üstün güçleriyle savaştan kaçınarak ve istemeden, keskin açılarla çekilerek Fransızları Smolensk'e kadar getiriyoruz. Ama keskin açılarla çekildiğimizi söylemek yetmez, çünkü Fransızlar her iki ordunun arasında ilerliyor; açı daha çok keskinleşiyor ve biz daha geriye çekiliyoruz. Çünkü Barclay de Tolly, bu sevilmeyen Alman (kumandası altına girmesi gereken) Bagration'un nefret ettiği birisiydi; Bagration da 2. Ordu'ya kumanda ederken kumandası altına girmemek için Barclay'le birleşmemeye çalışıyordu. Bagration (birleşme, tüm ordu komutanlarının başlıca hedefi olmasına rağmen) birleşmiyor, çünkü bu hareketiyle ordusunu tehlikeye sokacağını ve düşmanı yandan ve arkadan taciz edip ordusunu Ukrayna'da tamamlayarak daha sola, daha güneye çekilmenin kendisi elverişli bir hareket olacağını sanıyordu. Öyle görünüyordu ki bunu o nefret ettiği, rütbe bakımından kendisinden küçük bir Alman'a, Barclay'e tabi olmak istemediği için yapıyordu.

İmparator, moralleri yükseltmek için orduda bulunuyor, oysa onun bulunması, neye karar verileceğinin bilinmemesi, ortada çok sayıda danışman ve plan olması birinci ordunun enerjisini kırıyor ve ordu geri çekiliyor.

Drissa ordugâhında durmayı tasarladılar, ama başkomutanlığa göz koyan Paulucci, enerjisiyle Aleksandr'ı etkiliyor, Pfuhl'ün planı bir köşeye atılıyor, bütün iş Barclay'e havale ediliyor. Fakat Barclay güvenlik telkin etmediği için yetkisi sınırlandırılıyor.

Ordular parçalanmış, tek komuta yok, Barclay sevilmiyor; ama bu karışıklık, parçalanma ve Alman başkomutanının sevilmemesi, bir taraftan kararsızlığı (ordular bir arada bulunsa, komutan Barclay olmasa kaçınılması imkânsız olan) savaştan çekinmeyi, öbür taraftan Almanlara karşı gittikçe artan hoşnutsuzluğun vatanseverlik ruhunun uyanmasını doğuruyor.

Nihayet hükümdar ordudan ayrılıyor; ayrılması için biricik ve en uygun bahane olarak da ulusal savaş için başkentlerde halkı heyecana getirmesi gerektiği fikri ileri sürülüyor. Hükümdarın Moskova'ya gitmesi de Rus Ordusu'nun gücünü artırıyor.

Hükümdar ordudan, başkomutanın tek kumanda hâkimiyetine engel olmamak için ayrılıyor; çok daha kesin tedbirler alınacağı umuluyor; ama ordu komutanlarının durumu daha karışık bir şekil alıyor ve zayıflıyor. Bennigsen, Büyük Dük ve bir sürü general yaverler, başkomutanın hareketlerini kollamak, onda enerji uyandırmak için orduda kalıyorlar; Barclay bütün bu "hükümdar gözleri" altında kendini daha az özgür hissederek kesin hareketler için daha dikkatli davranmaya başlıyor, savaştan çekiniyor.

Barclay tedbir taraflısıdır. Veliaht ihaneti anıştırarak meydan savaşı istiyor. Lübomirski, Branitski, Vlotski ve daha başkaları bütün bu gürültüleri o derece körüklüyorlar ki Barclay, hükümdara mektup götürmek bahanesiyle Polonyalı general yaverleri Petersburg'a gönderiyor, Bennigsen'le ve Büyük Dük'le açık bir savaşa girişiyor.

Nihayet Smolensk'te, Bagration'un arzusuna rağmen, ordular birleşiyor.

Bagration araba ile Barclay'ın kaldığı binaya geliyor. Barclay, onu karşılamaya çıkıyor, rütbe bakımından kendisinden yüksek olan Bagration'a bilgiler veriyor. Bagration, gücüne de gitse, rütbesinin yüksekliğine rağmen Barclay'in emrine giriyor; ama bundan sonra daha az anlaşıyorlar. Bagration, hükümdarın emriyle bizzat kendisine yazıyor. Yazdığı şu: "Hükümdarımın arzu ve iradelerine rağmen komutanla (Barclay) bir arada asla yapamıyorum. Tanrı aşkına beni buradan, bir alay komutanlığıyla da olsa, bir yere gönderin, burada duramam; bütün genel karargâh Almanlarla dolduruldu, öyle ki bir Rus'un burada yaşaması olanaksız. Hükümdara ve ülkeme gerçekten hizmet ettiğimi sanıyordum, öyle görünüyor ki Barclay'e hizmet ediyorum, itiraf ederim, bunu yapmak istemiyorum." Baranitskiler, Wintzengerodeler ve benzerleri sürüsü başkomutanların aralarını iyice bozuyorlar, birlik daha da zayıflıyor. Fransızlar Smolensk önlerinde hücuma hazırlanıyor. Mevzileri teftiş için bir general gönderiliyor. Barclay'den nefret eden bu general kolordu komutanı olan bir dostunun yanına gidiyor, orada bir gün kaldıktan sonra Barclay'in yanına dönüyor, görmediği, olası savaş meydanını nokta nokta eleştiriyor.

Olası savaş meydanı üzerine tartışmalar sürer, entrikalar dönerken ve biz yerlerini belirlemede yanıldığımız Fransızları ararken onlar Neverovski tümeniyle karşılaşıyor, ta Smolensk surlarına yaklaşıyorlar.

Ulaşım yollarını kurtarmak için Smolensk'te beklenmedik bir çarpışmaya girmek zorunlu. Savaş veriliyor. İki taraftan binlerce kişi ölüyor.

Smolensk, hükümdarın ve istememesine karşın terk ediliyor. Ama şehri, valileri tarafından aldatılan kendi halkı yakıyor; perişan şehir halkı, yalnız kendi kayıplarını düşünüp diğer Rus şehirlerine örnek vererek ve düşmana karşı yüreklerde kin ateşi yakarak Moskova'ya gidiyor; Napoléon ilerliyor, biz çekiliyoruz; Napoléon'a galebe çalacak olan şey de elde ediliyor.


II


Oğlu gittikten bir gün sonra Prens Nikolay Andreyiç, Prenses Mariya'yı yanına çağırdı.

"Evet, memnun oldun mu şimdi?" dedi. "Oğlumla aramı bozdun; memnun oldun mu? İstediğin de yalnız buydu. Oldu mu?.. Benim için bu ne acı bir şey. Yaşlı ve zayıfım; gönlün buna razı oldu demek. Eh, sevin artık, sevin..."

Bundan sonra Prenses Mariya bir hafta babasını görmedi. Yaşlı Prens hastaydı, çalışma odasından çıkmıyordu.

Babasının bu hastalığı sırasında Matmezel Bourienne'i da kabul etmediğini Prenses Mariya hayretle fark etmişti. Tihon bakıyordu ona.

Bir hafta sonra Prens odasından çıktı, yeniden eski hayatına başladı, kendini yoruyor, yapı ve bahçe işleriyle uğraşıyordu, Matmezel Bourienne'le ilişkisini bütünüyle kesmişti. Prenses Mariya'ya karşı takındığı soğuk tavırla sanki, "İşte görüyor musun, günahıma girdin, şu Fransız kızıyla ilişkim hakkında Prens Andrey'e yalan söyledin, oğlumla aramı bozdun; görüyorsun ki bana ne sen lazımsın, ne de o Fransız kızı," diyordu.

Prenses Mariya gününün yarısını Nikoluşka ile geçiriyor, derslerini takip ediyor; ona bizzat Rusça ve müzik dersleri veriyor, Dessallés'yle konuşuyordu; günün öbür kısmını kitaplarla, yaşlı dadı ve bazen de arka kapıdan ona gelen Tanrı adamlarıyla geçiriyordu.

Prenses Mariya, savaş hakkında bütün kadınların düşündüğü gibi düşünüyordu. Savaşta bulunan kardeşi için korkuyor, onu anlayamıyor, insanların, onlara birbirlerini öldürten gaddarlıkları karşısında dehşete düşüyor, ama eski savaşlardan bir farkı olmayan bu savaşın önemini anlamıyordu. Savaşın gidişatıyla çok ilgilenen Dessallés'nin düşüncelerini ona anlatmaya çalışmasına, Tanrı adamlarının, Deccal'in istilası hakkındaki halk söylentilerinden ona dehşetle söz etmelerine, onunla yeniden çatışmaya girişen ve şimdi "Prenses Drubetskaya" olan Jüli'nin Moskova'dan ona vatanseverce mektuplar yazmasına rağmen bu savaşın önemini anlamıyordu.

Jüli bir mektubunda, "Sana Rusça yazıyorum, sevgili dostum," diye yazıyordu, "çünkü Fransızlardan olduğu gibi, duymaya tahammül edemediğim dillerinden de nefret ediyorum... Moskova'da hepimiz sevgili imparatorumuzun getirdiği heyecan ve coşkunlukla tutuşmuş bulunuyoruz. Zavallı kocam Yahudi lokantalarında eziyet ve açlık çekiyor; ama aldığım haberler beni daha çok cesaretlendiriyor. İki oğlunu kucaklayarak, 'Onlarla öleceğim; ama yılmayacağım!' diyen Rayevski'nin gösterdiği kahramanlığı duydunuz şüphesiz. Gerçekten de düşmanın bizden iki kat fazla olmasına rağmen sarsılmadık. Nasıl mümkünse, öyle vakit geçiriyoruz; ama savaşta da savaşın gerektirdiği gibi yaşıyoruz. Prenses Alina ve Sophie bütün gün benimle birlikte; biz, yaşayan kocalarımızın bahtsız dulları, yara sargısı yaparak çok güzel konuşmalar yapıyoruz..."

Prenses Mariya'nın, bu savaşın önemini anlamamasının başlıca nedeni, yaşlı Prens'in savaştan söz etmemesi, savaşa önem vermemesi, savaştan söz eden Dessallés'yle sofrada dalga geçmesiydi. Prens'in tavrı o kadar sakin ve güvenliydi ki Prenses Mariya hiç düşünmeden inanıyordu ona.

Temmuz boyunca yaşlı Prens çok çalışkan, hatta heyecanlıydı. Bahçeyi yenilemiş, hizmetçiler için yeni bir bina yaptırmıştı. Prens Mariya'yı kaygılandıran tek şey, babasının az uyuması, her gün çalışma odasında uyuma alışkanlığını bırakması, yattığı yeri her gün değiştirmesiydi. Kâh portatif karyolasının galeride kurulmasını emrediyor, kâh misafir salonundaki kanepede veya volter koltuğunda kalıyor, elbiseleriyle uyukluyor, bu sırada genç Petruşa (Matmazel Bourienne'in yerine) ona kitap okuyordu; bazen geceyi yemek salonunda geçirirdi.

1 Ağustos'ta Prens Andrey'den ikinci mektup geldi. Ayrılışından az sonra alınan ilk mektupta Prens Andrey, babasına söylemeye cesaret ettiği şeyden ötürü ondan uysalca af dilemiş, o kendisine gene eski sevgisiyle bakmasını rica etmişti. Bu mektuba yaşlı Prens, hoşgörülü mektupla yanıt verdi; bundan sonra da Fransız kızını kendinden uzaklaştırdı. Vitebsk yakınından, Fransızların şehri işgalinden sonra yazdığı ikinci mektup, çizdiği bir planla birlikte seferin kısaca bir tasvirinden ve ilerideki seyri hakkındaki düşüncelerinden ibaretti. Bu mektupta Prens Andrey babasına, savaş meydanına yakın kıtaların tam harekât hattı üzerindeki uygunsuz durumunu göstererek, Moskova'ya gitmeyi tavsiye ediyordu.

O gün yemekte Dessallés, Fransızların Vitebsk'e girdikleriyle ilgili söylentilerin dolaştığını söyleyince yaşlı Prens, oğlunun mektubunu hatırladı.

Prenses Mariya'ya, "Prens Andrey'den bugün mektup aldım," dedi, "okumadın mı?"

Prenses, "Hayır, babacığım," diye ürkerek yanıt verdi. Geldiğini bile duymadığı mektubu okumuş olamazdı.

Prens, alışkanlık edindiği ve bu savaştan söz ederken her zaman dudaklarında beliren o hafifseyici gülümsemeyle, "Savaş hakkında yazıyor, hani şu savaştan," dedi.

Dessallés, "Çok enteresan, herhalde," dedi, "Prens doğru bilgi verebilecek durumda..."

Matmazel Bourienne, "Ah, çok enteresan!" dedi.

Yaşlı Prens, "Gidin getirin," diyerek Matmazel Bourienne'e döndü. "Biliyorsunuz, küçük masanın üstünde, tamponun altında."

Matmazel Bourienne, sevinçle fırladı.

"Ah hayır," diye kaşlarını çatarak haykırdı. "Sen git, Mihail İvaniç!"

Mihail İvaniç kalktı, çalışma odasına gitti. Ama o çıkar çıkmaz yaşlı Prens kaygılı kaygılı bakındı, peçeteyi attı ve kendisi gitti.

"Bir şey beceremezler, her şeyi karmakarışık ederler."

O çıkarken Prenses Mariya, Dessallés, Matmazel Bourienne, hatta Nikoluşka sessizce bakıştılar. Yaşlı Prens elinde mektupla plan olduğu halde, Mihail İvanoviç'le birlikte, hızlı adımlarla döndü, yemekte mektubu kimseye okutmadı, yanına koydu.

Misafir salonuna geçilince kâğıdı Prenses Mariya'ya verdi, yeni binanın planını önüne yaydı, gözlerini ona dikti, Prenses Mariya'ya yüksek sesle okumasını emretti. Prenses Mariya, mektubu okuyup bitirerek sorar gibi babasına baktı. O plana bakıyordu, kendi düşüncelerine dalmış görünüyordu.

"Bu konuda ne düşünüyorsunuz, Prens," diye sordu Dessallés.

Prens, tatsızca uykudan uyanır gibi gözlerini yapı planından ayrılmaksızın, "Ben mi? Ben mi?" dedi.

"Savaş alanının böyle bize yaklaşması çok mümkün..."

"Sa-sa-savaş alanı!" dedi Prens, "daha önce de söyledim, savaş alanı Polonya... Düşman asla Neman'dan ileri geçemez."

Dessallés şaşkınlıkla, düşman Dinyeper'de bulunduğu halde hâlâ Neman'dan söz eden Prens'e baktı; Neman'ın coğrafya durumunu unutan Prenses Mariya, babasının söylediklerini doğru sanıyordu.

Prens, kendisine daha geçenlerde olmuş gibi gelen 1807 seferini düşünerek, "Karlar eriyince Polonya bataklıklarında boğulurlar. Ama bunu göremezler," dedi, "Bennigsen, daha önce Prusya'ya girmeliydi, o zaman iş başka şekil alırdı..."

Dessallés ürkekçe, "Ama Prens," dedi, "mektupta Vitebsk'ten söz ediliyor..."

Prens memnuniyetsizlikle, "Ha, mektupta mı? Evet..." dedi. "Evet... Evet..." Yüzünde birden hüzünlü bir ifade belirdi. Bir süre sustu. "Evet, Fransızların bilmem hangi nehirde bozguna uğradıklarını yazıyor."

Dessallés gözlerini indirdi.

Yavaşça, "Prens buna dair bir şey yazmıyor," dedi.

"Yazmıyor mu? E, kendim uydurmadım ya."

Uzun süre sustular.

Yaşlı Prens başını kaldırıp yapı planını işaret ederek ansızın,

"Evet... Evet... E, Mihail İvaniç," dedi. "Anlat bakalım, bunu ne şekilde değiştirmek istiyorsun?"

Mihail İvanoviç, plana yaklaştı, Prens onunla yeni yapının planı üzerinde konuştuktan sonra öfkeyle Prenses Mariya'ya ve Dessallés'ye bir göz atarak odasına çekildi.

Prenses Mariya, babasına karşı çıkan Dessallés'nin şaşkın, sıkılgan bakışlarını görmüş, sustuğunu fark etmiş ve babasının, oğlundan gelen mektubu misafir salonundaki masanın üzerinde unutmuş olmasına şaşmıştı; fakat Dessallés'den sıkılmasının, susmasının nedenini sormak şöyle dursun, bunu düşünmekten bile korkuyordu.

Akşamüstü, Prens'in gönderdiği Mihail İvaniç, Prens Andrey'in misafir salonunda unutulan mektubunu almak için Prenses Mariya'ya geldi, Prenses Mariya mektubu verdi ve babasının ne yaptığını sordu Mihail İvaniç'e.

Mihail İvaniç'in yüzünde saygılı, biraz da alaycı bir gülümseme belirdi, bu gülüş Prenses Mariya'yı sararttı, "Uğraşıp duruyorlar," dedi, "yeni yapıdan yana çok kaygıları var. Biraz okudular, şimdi de..." Sesini alçaltarak ekledi: "Yazı masasının başındalar, galiba vasiyetnameyle meşgul olacaklar." Son zamanlarda Prens'in en sevdiği işlerden biri de, öldükten sonra bırakacağı ve kendisinin "vasiyetname" diye adlandırdığı kâğıtlarla uğraşmaktı.

Prens Mariya sordu, "Alpatıç'ı Smolensk'e gönderiyorlar mı?"

"Elbette efendim, o çoktandır bekliyor."


III


Mihail İvaniç, mektupla yazı odasına döndüğü zaman Prens gözlerinde gözlüğü, abajur mumların altında, açık masasının başında, biraz uzakta tuttuğu kâğıtlarla gösterişli bir tavırla oturmuş, öldükten sonra hükümdara verilmesi gereken belgelerini (kendi deyimiyle gözlemlerini) okuyordu.

Mihail İvaniç içeri girdiği sırada, şimdi okuduğu şeyleri yazdığı zamanın hatırasıyla, gözleri dolmuştu. Mihail İvaniç'in elinden mektubu aldı cebine koydu. Kâğıtları yerleştirdi, çoktan beri bekleyen Alpatıç'ı çağırttı.

Elindeki küçük bir kâğıtta, Smolensk'te alacağı şeyler yazılıydı; kapının yanında bekleyen Alpatıç'ın yanında gezinerek emirler vermeye başladı.

"İlk olarak mektup kâğıdı, işitiyor musun, sekiz deste, işte şu örneğe göre; kenarı yaldızlı, mutlaka ona göre olsun; Mihail İvaniç'in pusulasına göre de vernikle mühür mumu."

Odada gezindi, notuna baktı:

"Sonra, mektubu valinin kendisine vereceksin."

Yeni yapıya, mutlaka Kont'un düşündüğü biçimde, kapı sürgüleri gerekti. Sonra vasiyetnameyi koymak için bir ciltli dosya ısmarlamak gerekiyordu.

Alpatıç'a emir vermek iki saatten çok sürdü... Prens onu bir türlü bırakmıyordu. Oturdu, düşünceye daldı, gözlerini kapayıp uyukladı. Alpatıç, kımıldandı.

"Hadi, git, git; bir şey gerekirse ben seni çağırtırım."

Alpatıç çıktı, Prens yine yazı masasına yaklaştı, bir göz attı, eliyle kâğıtlarına dokundu, tekrar kapadı, valiye mektup yazmak için masanın başına geçti.

Mektubu kapayıp kalktığı zaman vakit geç olmuştu. Uyumak istiyordu, ama uyku tutmayacağını, en kötü düşüncelerin ona yatakta geldiğini biliyordu. Tihon'a seslendi, bu gece yatağı nereye sereceğini göstermek için onunla odaları gezdiler. Her köşeyi ölçerek dolaşıyordu.

Hiçbir yeri beğenmiyordu, ama alışık olduğu yazı odasındaki divan hepsinden kötüydü. Bu divan, üzerinde yatarken sıkıntılı şeyler düşündüğü için ona korkunç geliyor olacaktı. İyi bir yer yoktu, en iyisi gene piyanonun arkasındaki köşeydi: Orada hiç uyumamıştı.

Tihon, sofracıbaşı ile birlikte yatağı getirdi, yerleştirmeye başladı.

Prens, "Öyle değil, öyle değil!" diye bağırdı ve karyolayı köşeden geri çekti. Sonra yine ileri dayadı.

Prens, "Eh, nihayet hepsi tamam oldu, şimdi dinlenirim," diye düşündü, elbiselerini çıkarmasını Tihon'a emretti.

Prens, kaftanını ve pantolonunu çıkarmak için gayretle yüzünü buruşturup gözlerini kırpıştırarak soyundu, kendini bütün ağırlığıyla karyolaya bıraktı, hafifseyen bir tavırla sararmış, kuru bacaklarına bakarak düşünceye dalar gibi oldu. Düşünmüyordu, bu bacakları kaldırmak ve karyolaya yerleşmek için harcayacağı çaba karşısında duralamıştı. "Ah ne ağır! Ah, bu azaplar çabuk bitse de siz de beni bıraksanız!" diye düşündü. Dudaklarını kısıp kim bilir kaçıncı kez çabaladı ve yattı. Ama yatar yatmaz yatak, düzenli hareketlerle altında sanki soluyarak, yaylanarak ileri geri gidip gelmeye başladı, hemen her gece böyle olurdu. Kapamış olduğu gözlerini açtı.

"Rahat yok ki, lanet olasıcalar!" Öfkeyle homurdandı: "Evet, evet önemli bir şey daha vardı, gece yatakta düşünmek için çok önemli bir şey saklamıştım. Sürgüler mi? Hayır, bunu söyledim. Hayır, neydi o, salonda geçen bir şeydi. Prenses Mariya bir şey saçmalamıştı. Dessallés, bu aptala bir şey demişti. Cebinde bir şey var mı, hatırlamıyorum."

"Tişka! Yemekte ne konuşulmuştu?"

"Prens Mihail'den..."

"Sus, sus." Prens elini masaya vurdu. "Ha, hatırladım, Prens Andrey'in mektubunu Prenses Mariya okudu. Dessallés, Vitebsk hakkında bir şey söyledi, şimdi okurum."

Cebindeki mektubun getirilmesini, üstünde limonata ve burmalı bir mum duran küçük masanın karyolaya yaklaştırılmasını emretti, gözlüğünü takıp okumaya başladı. Ancak orada, gecenin sessizliği içinde, yeşil abajurun altından gelen hafif bir ışıkta mektubu okuyunca, bu mektubun önemini ilk kez bir parça anladı.

Fransızlar Vitebsk'te, dört menzil aşarak Smolensk'te olabilirler; belki de şimdiden oradadırlar.

"Tişka!" Tihon sıçradı. "Hayır istemez, istemez!" diye bağırdı.

Mektubu şamdanın altına gizledi, gözlerini kapadı. Tuna, parlak bir öğle vakti, kamışlar, Rus karargâhı gözlerinin önüne geldi; yüzünde tek bir kırışık olmayan, dinç, neşeli, pembe beyaz genç bir generaldir. Potemkin'in sırmalı çadırına giriyor; gözdeye karşı ateşli bir kıskançlık hissi o zamanki şiddetiyle içinde uyanıyor. O zaman Potemkin'le, ilk görüşmelerinde söylenen sözleri hâlâ hatırlıyor. Tombul ve sarı yüzlü, kısa boylu, şişman ana imparatoriçe ilk kez iltifat ederek onu kabul ettiği zamanki gülümsemesi ve sözleriyle gözünün önüne geliyor, katafalktaki yüzünü ve o zaman onun elini öpme hakkı dolayısıyla tabutun yanında Zubov'la arasında çıkan kavgayı hatırlıyor.

"Ah, bir an önce, bir an önce o zamanlara dönebilsem, şimdiki her şey, çabuk, daha çabuk sona erse, beni rahat bıraksalar!"


Continue Reading

You'll Also Like

74.3K 4.2K 6
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nun kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek içi...
1.3K 92 11
Ahmet Rasim bir istanbul yazarıdır. Onun kitapların-da şehrin nabzını, ruhunu, rengini, kokusunu buluruz. Ahmet Rasim'in istanbul'u bu kadar içerden...
8.1K 735 9
Stiles telefonu parmakları arasında çevirmeye devam etti. Çevirdikçe parlak ekran karanlık odasını ve yüzünü aydınlatıyordu. Parmakları hızlıca harek...
9K 195 10
Kitap kapağı için soylemeniz gerekenler; -Kitap adı, -Türü, -Konusu, -İstediğiniz bir yazı varsa o yazıyı, -Yazarı. (şu an yapılmamaktadır.)