Savaş ve Barış

By ClassicsTR

7K 170 16

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... More

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

IX - X - XI - XII

18 0 0
By ClassicsTR



Noel yortuları geldi çattı; tantanalı ayinden komşuların, hizmetçilerin törensel ve can sıkıcı kutlamalarından, herkesin giydiği yeni elbiselerden başka Noel yortularını anımsatan bir şey yoktu ortada; ama sıfırın altında yirmi derecelik ayazda; günün kamaştırıcı parlak güneşinde, yıldızlı kış gecelerinin ışığında bu zamanları herhangi bir şekilde kutlama gereksinimi duyuluyordu.

Bayramın üçüncü günü öğle yemeğinden sonra bütün ev halkı odalarına çekildi. Günün en can sıkıcı zamanıydı. Sabahleyin komşuları ziyarete çıkmış olan Nikolay uyuyordu. Yaşlı Kont, çalışma odasında dinleniyordu. Sonya misafir salonunda yuvarlak bir masanın başında oturmuş, örnek çiziyordu. Kontes kâğıtlarla fal açıyordu. Soytarı Nastasya İvanovna iki yaşlı kadınla pencerenin yanında kederli bir yüzle oturuyordu. Nataşa odaya girdi. Sonya'ya yaklaştı, yaptığı şeye baktı, sonra annesinin yanına gitti, sessizce durdu.

Annesi ona, "Ne diye böyle başıboş dolaşıp duruyorsun?" dedi. "Ne istiyorsun?"

Nataşa gözleri parlayarak ve gülmeden, "'Onu' istiyorum... Şimdi, şu anda bana lazım 'o'," dedi.

Kontes başını kaldırdı, dik dik kızına baktı.

"Bakmayın bana, anne, bakmayın, şimdi ağlayacağım."

Kontes, "Otur, otur yanıma," dedi.

"Anneciğim bana 'o' lazım. Neden böyle mahvolayım?"

Sesi kısıldı, gözlerinden yaşlar fışkırdı, onları gizlemek için hızla döndü, odadan çıktı. Boudoir'a (giyinme odası, kadınların gündelik oturma odası) geçti, bir an durdu, düşündü, kadın hizmetçilerin odasına gitti. Orada yaşlı bir hizmetçi soğuktan kaçıp soluyarak içeri giren genç bir kıza çıkışıyordu.

"Yeter oynadığın," diyordu, "her şeyin zamanı var."

Nataşa, "Bırak onu, Kontradyevna," dedi, "gel Mavruşa, gel."

Nataşa Mavruşa'yı kurtardıktan sonra salondan geçip sofaya gitti. Bir ihtiyarla iki genç uşak iskambil oynuyorlardı. Küçükhanım girince oyunu bırakıp ayağa kalktılar. Nataş "Onlara ne iş göstersem?" diye düşündü.

"Ha, Nikita, git kuzum... nereye göndersem onu?" "Ha, hizmetçi dairesine git, bir horoz getir kuzum, sen de Mişa, yulaf getir."

Mişa neşeyle, hevesle, "Biraz yulaf emrediyorsunuz değil mi?" dedi.

"Hadi, hadi çabuk," diyerek ihtiyarı onayladı Nataşa. "Fedor, sen de bana tebeşir bul."

Büfenin yanından geçerken, hiç de zamanı olmadığı halde semaverin hazırlanmasını emretti.

Büfeci Foka, evin en sinirli adamıydı. Nataşa ona emrini dinletmeyi denemekten zevk alırdı. Foka inanmadı, doğru mu diye sormaya gitti.

Yapmacık bir tavırla Nataşa'ya kaşlarını çatarak, "Küçükhanım, bu artık..." dedi.

Evde hiç kimse hizmetçileri Nataşa kadar koşturamaz, kimse onlara onun kadar iş vermezdi. O hizmetçilere kayıtsızlıkla bakamaz, onları koşturmadan edemezdi. İçlerinden biri ona kızmayacak, somurtmayacak mı diye onları adeta sınardı, ama onlar da kimsenin emirlerini Nataşa'nınkiler kadar sevmezlerdi. "Ne yapsam, nereye gitsem," diye Nataşa koridorda yavaşça yürüyerek düşünüyordu.

Karşıdan gelen fistanlı soytarıya sordu: "Nastasya İvanovna, ben ne doğuracağım?"

Soytarı: "Pireler, ağustosböcekleri, cırcırböcekleri doğuracaksın."

"Of, aman Tanrım, hep aynı şey. Nereye girsem? Seni ne yapayım ben ha?"

Hızla ayaklarını takırdatarak merdivenden yukarı, karısıyle birlikte üst katta oturan Vogel'e koştu. Vogel'in yanında iki mürebbiye oturuyordu, masada kuru üzüm, fındık ve badem dolu tabaklar vardı. Mürebbiyeler, hayatın Moskova'da mı, Odesa'da mı daha ucuz olduğunu konuşuyorlardı. Nataşa oturdu, konuşmalarını ciddi, düşünceli bir yüzle dinledi ve kalktı.

"Madagaskar Adası," dedi. "Ma-da-gas-kar," diye, her heceyi teker teker söyleyerek ve ne söylediği yolunda Madam Schoss'un sorularına yanıt vermeden odadan çıktı. Kardeşi Petya'da yukarıdaydı: Gece havaya salmayı tasarladığı havai fişekleri yaşlı mürebbiyesiyle birlikte hazırlıyordu.

"Petya! Petya!" diye seslendi ona, "İndir beni aşağıya."

Petya koştu, sırtını ona çevirdi. Nataşa üzerine sıçradı, kollarını boynuna sardı, Petya zıplayarak koştu.

"Hayır, yeter... Madagaskar Adası," diye mırıldandı Nataşa, Petya'nın sırtından atladı, aşağıya indi.

Nataşa, sanki ülkesini dolaşıp kudretini hissetmiş, önünde her şeyin baş eğdiğini, ama canının yine de sıkıldığını görmüş gibi, büyük salona gitti, kitarayı aldı, küçük bir dolabın arkasında, karanlık bir köşede oturdu, Petersburg'da Prens Andrey'le birlikte dinlediği bir operadan hatırladığı bir parçayı bas perdeden çalmaya başladı. Dışarıdan bir dinleyici için kitaradan yalnızca gürültü çıkıyordu ama onun için bu gürültünün içinde bir sürü hatıra canlanıyordu. Küçük dolabın arkasında oturmuş, gözlerini büfe kapısından düşen ışığa dikmiş, kendi kendine dinliyor, geçmişi hatırlıyordu. Kendini tamamıyla hatıralara kaptırmıştı.

Sonya elinde bir kadehle salondan geçti: Nataşa büfe kapısının aralığından ona baktı, büfe kapısından aralığa ışık düşmesi, Sonya'nın elinde bir kadehle geçmesi ona hayalindeki bir hatıra gibi geldi. Nataşa içinden, "Evet, o da tıpkı böyleydi," dedi ve parmaklarıyla kalın tele dokunarak seslendi:

"Sonya, bu ne?"

Sonya irkilerek, "A, sen oradasın ha!" dedi, yaklaştı, kulak kabarttı, ürkekçe ve yanılmaktan çekinerek ekledi: "Bilmiyorum, fırtına mı acaba?"

Nataşa, "İşte o zaman da tıpkı yine böyle irkilmişti, tıpkı yine böyle yaklaşmış, ürkekçe gülmüştü," diye düşündü, "tıpkı yine böyle... bir eksiği var diye düşünmüştüm."

"Hayır, bu Vodonos'un korosu, duyuyor musun?"

Nataşa, Sonya'nın anlaması için koronun motifini tamamladı.

"Neredeydin?" diye sordu Nataşa.

"Kadehin suyunu değiştirmeye gittim, şimdi örneği bitireceğim."

Nataşa, "Sen her zaman meşgulsün, işte bak ben yapamıyorum," dedi, "Nikolay nerede?"

"Uyuyor, galiba."

"Sonya git onu uyandır. Şarkı söylemeye çağırıyorum, söyle."

Nataşa oturduğu yerde kaldı, bütün bu olup bitenlerin ne ifade ettiğini düşündü. Bu meseleyi çözemeyince hiç gönül kırıklığı yaşamadan, hayalinde yine onunla birlikte olduğu, onun sevgi dolu gözlerle kendisine baktığı zamanlara gitti.

"Ah, çabuk gelseydi. Bu olmayacak diye o kadar korkuyorum ki! Asıl sorun, ben yaşlanıyorum, işe bak! Şimdiki halim o zaman olmayacak. Ama belki bugün gelir, şimdi gelir. Belki gelmiştir de salonda oturuyor. Belki daha dün gelmişti de ben unuttum."

Kalktı, kitarayı yerleştirip misafir salonuna geçti. Bütün ev halkı, öğretmenler, mürebbiyeler, misafirler çay masası etrafında oturmuşlardı. Hizmetçiler masanın etrafında ayakta duruyorlardı ama Prens Andrey yoktu, hayat hep eski hayattı.

İlya Andreyiç, içeri giren Nataşa'yı görünce, "Hah, işte... Hadi, otur yanıma," dedi.

Ama annesinin yanında durdu, çevresine bakıyor, birini arıyordu.

"Anne," dedi, "verin onu bana, hadi verin anne, çabuk."

Gözyaşlarını yine zorlukla tutuyordu.

Masaya oturdu, yaşlılarla masaya gelen Nikolay'ın konuşmalarına kulak kabarttı.

Bütün ev halkına karşı, hep aynı oldukları için, içinde yükselen tiksintiyi korkuyla hissederek, "Of, aman Tanrım, aynı yüzler, aynı sözler, babam fincanı aynı biçimde tutuyor, tıpkı yine öyle üflüyor!" diye düşündü.

Çaydan sonra Nikolay, Sonya ve Nataşa boudoir'a, her zaman en güzel sohbetlerini yaptıkları sevgili köşelerine çekildiler.


X


Boudoir'da otururlarken Nataşa kardeşine, "Sende de olur mu," diye sordu, "artık hiçbir şey olmayacak, her şey, iyi olan ne varsa geride kaldı, diye düşündüğün olur mu? Yalnız sıkıntılı değil, hüzünlü olduğun zamanlar?"

"Hem nasıl! Bende öyle olur ki her şey iyi, herkes neşelidir, benim içime bir bezginlik çöker, artık hep ölmeliyiz derim. Bir kez alayda geziye gitmemiştim, oysa orada çalgı vardı... Birden öyle bir can sıkıntısı sarmıştı ki beni..."

"Ah, bunu bilirim, bilirim, bilirim," diye onun sözünü kesti Nataşa, "ben henüz küçüktüm, bende de oldu bu. Hatırlar mısın, bir defa erik yediğim için beni cezalandırmışlardı, hep dans etmiştiniz de ben ders odasında oturup ağlamıştım, hiç unutmam, hüzünlüydüm, kendime de, herkese de acıyordum, herkese, herkese acıyordum. Üstelik suçlu da değildim," dedi Nataşa, "hatırlar mısın?"

Nikolay, "Hatırlıyorum," dedi, "sonra sana geldiğimi, seni avutmak istediğimi hatırlıyorum, biliyor musun, utanmıştım. Çok tuhaftık. Benim o zamanlar bir kukla bebeğim vardı, onu sana hediye etmek istemiştim. Hatırlıyor musun?"

Nataşa dalgın bir gülümsemeyle, "Ya sen hatırlar mısın," dedi, "eskiden, çok eskiden biz daha büsbütün küçüktük, dayı bizi çalışma odasına çağırmıştı, daha eski evdeydik, ortalık karanlıktı, gittik, bir de ne görelim orada..."

"Bir Arap," diye neşeyle onun sözünü tamamladı Nikolay, "nasıl hatırlamam? Arap mıydı, rüya mı görmüştük, yoksa birisi mi bize anlatmıştı, şimdi bile bilmiyorum."

"Yabani bir şeydi, hatırlıyor musun, beyaz dişleri vardı, ayakta duruyor, bize bakıyordu..."

"Siz hatırlar mısınız Sonya?" diye sordu Nikolay.

Sonya ürkek ürkek yanıt verdi: "Evet, evet ben de bir şeyler hatırlıyorum..."

Nataşa, "Bu Arap'ı babama da, anneme de sordum," dedi, "böyle bir Arap yoktu, dediler. Oysa bak sen hatırlıyorsun!"

"Nasıl olur, dişlerini bugünkü gibi hatırlıyorum."

"Ne tuhaf, sanki rüyaymış gibi. Hoşuma gidiyor bu."

"Ya, hatırlıyor musun, salonda yumurta yuvarlıyorduk, ansızın iki kocakarı çıktı, halının üstünde dönmeye başladılar. Bu oldu mu yoksa olmadı mı? Hatırlıyor musun, ne hoştu?"

"Evet. Ya sen, sırtında mavi kürkle babanın avluda tüfekle ateş ettiğini hatırlıyor musun?"

Tatlı tatlı gülümseyerek hatıralarını, yaşlılar gibi hüzünlü hatıralarını değil, gençlere özgü şairane hatıralarını, rüyanın gerçekle karıştığı en uzak bir geçmişin izlenimlerini sayıp döküyor, bir şeylere sevinip için için gülüyorlardı.

Hatıraların ortak olmasına rağmen, Sonya her zaman olduğu gibi kenarda kalıyordu.

Sonya onların söylediklerinden birçoğunu hatırlamıyor, hatırladıkları ise onların duydukları şairane hissi onda uyandırmıyordu. O yalnızca onların havasına uymaya çalışarak sevinçleriyle seviniyordu.

Sonya, yalnızca onun ilk gelişini hatırladıkları zaman onlara katıldı. Nikolay'dan nasıl korktuğunu, çünkü ceketinde kordon olduğunu, dadısının ona da kordon dikeceklerini söylediğini anlattı.

Nataşa, "Hatırlarım: Bana top lahanasının dibinde doğduğumu söylerlerdi," dedi, "o zaman buna inanmaya cesaret edememiştim ama bunun doğru olmadığını bilirdim, yine de çok sıkılırdım."

Bu sırada boudoir'ın arka kapısından bir hizmetçi kızın başı uzandı.

"Küçükhanım, horozu getirdiler," dedi kız.

Nataşa, "İstemez Polya, söyle geri götürsünler," dedi.

Konuşma ortasında boudoir'a giren Dimmler odaya geçti, bir köşede duran arpe yaklaştı. Örtüyü kaldırdı, arpten bozuk bir ses çıktı.

Yaşlı Kontes, "Eduard Karliç, lütfen Mösyö Field'in o pek sevdiğim Nocturne'ünü çalın," diye misafir odasından seslendi.

Dimmler telleri akort etti, Nataşa'ya, Nikolay'a, Sonya'ya döndü, "Gençler nasıl uslu uslu oturuyorlar!" dedi.

Nataşa dönüp bir an bakarak, "Evet, felsefe yapıyoruz," dedi ve sözüne devam etti.

Şimdi rüyalar hakkında konuşuyorlardı.

Dimmler çalmaya başladı. Nataşa sessiz sessiz, parmaklarının ucuna basarak masaya yaklaştı, bir mum aldı, götürdü, dönüp yavaşça yerine oturdu. Oda, özellikle oturdukları kanepenin olduğu yer karanlıktı ama büyük pencerelerden döşemeye ayın gümüş ışıkları dökülüyordu.

Dimmler bitirmiş, kesmek yahut yeni bir şeye başlamakta kararsız gibi hafifçe tellere dokunarak hâlâ otururken Nataşa Nikolay'a ve Sonya'ya sokularak yavaşça, "Biliyor musun, düşünüyorum ki," dedi, "insan böyle anılarıyla baş başa kaldığı, hatıralarına gömüldüğü zaman öyle derinlere dalar, öyle derinlere dalar ki dünyaya gelmeden önceki şeyleri hatırlar..."

Derslerini her zaman iyi hazırlayan, hepsini aklında tuhaf Sonya, "Ruh göçü bu," dedi, "Mısırlılar ruhlarımızın önce hayvanlarda bulunduğuna, sonra yine hayvanlara gideceklerine inanırlardı."

Müziğin sona ermiş olmasına rağmen, Nataşa yine aynı fısıltıyla, "Hayır, biliyor musun, hayvan olduğumuza ben inanmam," dedi, "ama eminim ki herhangi bir yerde eskiden biz melektik, her şeyi bundan hatırlıyoruz..."

Dimmler sokularak yavaşça, "Size katılabilir miyim?" dedi, yanlarına oturdu.

Nikolay, "Mademki önce melektik, neden böyle aşağıya düştük?" dedi, "Hayır, bu olamaz."

"Aşağıya değil, kim söyledi aşağıya diye? Önce ne olduğumu ben nereden bilirim?" diye Nataşa inançla itiraz etti, "Ruh, ölmez ya... Şu halde eğer ben daima yaşayacaksam, önceleri de yaşamışımdır, ta ezelden beri yaşıyorum."

Yumuşak, küçümseyen bir gülümsemeyle gençlere sokulan ama sonra onlar gibi yavaş ve ciddi konuşan Dimmler, "Evet ama sonsuzluğu hayal etmek bizim için zordur," dedi.

Nataşa, "Sonsuzluğu hayal etmek neden zor olsun?" dedi. "Bugün var, yarın olacak ve daima olacak, dün vardı, önceki gün de vardı."

Kontes'in sesi duyuldu: "Nataşa! Şimdi sıra senin. Bana bir şarkı söyle. Neden orada suikastçılar gibi oturuyorsunuz?"

Nataşa, "Anne! Hiç canım istemiyor," dedi ama yine de kalktı.

Kimse sohbeti kesip boudoir'ın köşesinden ayrılmak istemiyordu ama Nataşa kalktı, Nikolay da klavsenin başına geçti. Nataşa, her zaman olduğu gibi, salonun ortasında durup sesin iyi yansıması için en elverişli yeri seçerek annesinin sevdiği parçayı söylemeye başladı.

Canı şarkı söylemek istemediğini ileri sürmüştü ama çoktan beri bu akşamki gibi şarkı söylememişti, uzun zaman da söylemeyecekti. Kont İlya Andreyiç, Mitenka ile konuşmakta olduğu çalışma odasında onun sesini duyuyor, dersi bitirip oyuna koşmak isteyen bir öğrenci gibi kâhyaya emir verirken sözleri birbirine karıştırıyordu. Sonunda sustu. Mitenka da dinliyor, sessizce gülümseyerek Kont'un karşısında duruyordu. Nikolay gözlerini kız kardeşinden ayırmıyor, onunla birlikte nefes alıyordu. Sonya dinleyerek kendisiyle dostu arasında ne büyük bir fark bulunduğunu, bir dereceye kadar olsun kuzini gibi çekici olmanın onun için ne kadar olanaksız olduğunu düşünüyordu, yaşlı Kontes ara sıra başını sallayarak mutlu ve hüzünlü bir gülümsemeyle, gözleri yaşlı oturuyordu. Nataşa'yı, kendi gençliğini ve Nataşa ile Prens Andrey'in gelecek birleşmelerinde doğal olmayan korkunç bir şeyler bulunduğunu düşünüyordu.

Dimmler Kontes'in yanına oturmuş, gözlerini kapamış dinliyordu.

Sonunda dedi ki: "Hayır Kontes, bu Avrupa çapında bir yetenek, onun öğreneceği bir şey yok, bu yumuşaklık, bu incelik, bu enerji..."

Kontes kiminle konuştuğunun farkında olmadan, "Ah! Onun için ne kadar korkuyorum, ne kadar korkuyorum," dedi. Annelik sezgisi ona Nataşa'da haddinden fazla bir şeyler olduğunu, bu yüzden onun mutlu olmayacağını söylüyordu. Nataşa şarkısını bitirmeden, "Maskaralar geldi," haberiyle on dört yaşındaki Petya heyecanla içeri girdi.

Nataşa birden durdu, "Sersem!" diye bağırdı kardeşine, koşup kendini bir sandalyeye bıraktı, öyle bir boşanma boşandı ki uzun zaman kendini toplayamadı.

Gülümsemeye çalışarak, "Bir şey yok anneciğim, vallahi bir şey yok; Petya korkuttu," diyordu. Ama gözyaşları hâlâ akıyor, hıçkırıklar boğazını sıkıyordu.

Kılık değiştirmiş hizmetçiler; kimi korkunç, kimi gülünç ayılar, Türkler, meyhaneciler, hanımefendiler beraberlerinde soğuk ve neşe getirerek ilk önce çekine çekine sofaya doluştular; sonra birbirinin arkasına saklanarak salona doldular; önce sıkılganlıkla, sonra neşeyle gülüştüler; şarkılar, danslar, toplu oyunlar, Noel oyunları başladı. Onları tanıdıktan sonra kıyafetlerine gülen Kontes, misafir salonuna gitti. Kont İlya Andreyiç neşeli bir gülümsemeyle büyük salonda oturuyor, oyuncuları şevklendiriyordu. Gençler kaybolmuşlardı.

Yarım saat sonra salonda öbür maskaralarla birlikte kaftanlı, yaşlı bir hanımefendi daha peyda oldu; bu, Nikolay'dı. Türk kadını, Petya'ydı, Palyaço Dimmler, hussar Nataşa, Çerkez, çekilmiş kaşları ve bıyıklarıyla Sonya'ydı.

Kıyafet değiştirmeyenler, gönül almak amacıyla şaşırmış, eğlenmiş gibi yapıyor, onları övüyorlardı. Gençlerde, kostümlerini başka kimselere de gösterme arzusu uyandı.

Kendi troykasıyla herkesi gezdirmek isteyen Nikolay, maskara kılığına girmiş hizmetçilerden on kişiyi de alıp dayıya gitmeyi teklif etti.

Kontes, "Yok canım, rahatsız etmeyin ihtiyarı," dedi, "hem onun evinde kımıldanacak yer de yok. Gitmek istiyorsanız Melükovlara gidin." Melükova, irili ufaklı çocuklarıyla, mürebbileriyle Rostovlardan dört verst uzakta oturan bir duldu. Yaşlı Kont, kımıldanarak söze karıştı:

"Bak, ma chère, iyi bir fikir, hadi, şimdi kıyafet değiştirip sizinle geleyim, şu Melükova'yı da neşelendirelim."

Ama Kontes Kont'u bırakmaya razı olmadı: Bu günlerde hep bacağı ağrıyordu. İlya Andreyiç'in gidemeyeceğine ama Luiza İvanovna (Madam Schoss) giderse kadınların Melükova'ya gidebileceğine karar verdi. Hep çekingen ve utangaç olan Sonya onları reddetmemesini Luiza İvanovna'ya herkesten daha çok ısrarla rica etmeye başladı.

Sonya'nın giyimi hepsinden iyiydi. Bıyıkları, kaşları ona fevkalade yakışmıştı. Herkes ona çok hoş olduğunu söylüyor ve o kendisine has olmayan canlı, enerjik bir ruh hali içinde bulunuyordu, içinden bir ses ona kaderiyle ya şimdi karşılaşacağını ya da hiçbir zaman karşılaşmayacağını söylüyordu; giydiği erkek elbisesi içinde büsbütün başka bir insan gibi görünüyordu. Luiza İvanovna razı oldu, yarım saat sonra da dört troyka çıngıraklarıyla, zilleriyle, donmuş kar üstünde tabanlarını gıcırdatıp ıslık çalarak avluya girdi.

Nataşa ilk kez Noel neşesini yansıttı, bu neşe birinden öbürüne yansıyarak gittikçe güçlendi, soğuk havaya çıktıkları zaman en yüksek derecesini buldu; konuşarak, birbirlerine seslenerek, gülüşerek, bağrışarak kızaklara yerleştiler.

İki troyka yarışta kullanılırdı, üçüncü troyka orta beygiri bir Orlov yorgası olan, yaşlı Kont'un troykasıydı; dördüncüsü, orta beygiri alçakça, yağız, uzun yeleli olan, Nikolay'ın kendi troykasıydı. Nikolay kemerli hussar pelerinini üstüne giydiği yaşlı kadın kılığıyla kendi kızağının ortasında dizginlere yapışmış ayakta duruyordu.

Ortalık o kadar aydınlıktı ki, Nikolay ay ışığında parlayan koşum takımlarındaki madenî levhaları ve korka korka kapının saçağı altında gürültü eden yolculara bakan beygirlerin gözlerini görüyordu.

Nikolay'ın kızağında Nataşa, Sonya, Madam Schoss ve iki hizmetçi kız vardı. Yaşlı Kont'un kızağında Dimmler'le karısı ve Petya vardı; ötekilere maskara kılığına girmiş hizmetçiler binmişlerdi.

Nikolay babasının arabacısına, "Sür ileri, Zahar!" diye haykırdı; yolda onu kovalayıp geçmek istiyordu.

Yaşlı Kont'un troykası, soğuktan kara yapışır gibi, tabanlarını gıcırdatıp kalabalık çıngıraklarını çıngırdatarak ilerledi. Koşumlar şeker gibi sert ve parlak karı sıyırarak oklara doğru sıkışıyor, birbirine yapışıyorlardı.

Nikolay birinci troykanın arkasından gitti; arkadan ötekiler de gürültüyle gıcırdamaya başladı. İlk önce dar yolda hafif bir tırısla ilerlediler, bahçenin yanından ilerledikçe çıplak ağaçların gölgeleri sık sık yanlamasına yola düşüyor, ayın parlak ışığını kapatıyordu ama bahçe duvarını geçer geçmez elmas gibi ışıldayan, mavimtrak gölgeler oluşturan, baştan başa ay ışığına batmış, hareketsiz karlı ova dört bir taraftan açıldı. Bir çukur öndeki kızağı bir sarstı, bir daha sarstı; ondan sonraki de, daha sonraki de aynı şekilde sarsıldılar; derin sessizliği pervasızca yararak kızaklar birbiri ardınca uzanmaya başladı.

Buz kesmiş havada Nataşa'nın sesi çınladı: "Tavşan izi, bir sürü iz!"

Sonya'nın sesi duyuldu: "Nicolas, her şey ne kadar açık görünüyor!"

Nikolay, Sonya'ya dönüp baktı, yüzüne yakından bakmak için eğildi. Büsbütün yeni, sevimli bir yüz, siyah kaşları ve bıyıklarıyla ay ışığında samur kürkün içinden bir anda hem yakından, hem uzaktan bakıyordu.

Nikolay içinden, "Eskiden bu Sonya'ydı," dedi. Ona daha yakından baktı, gülümsedi.

"Ne oluyorsunuz, Nicolas?"

Nikolay, "Bir şey yok," dedi ve yine atlara doğru döndü.

Kızak tabanlarıyla cilalanan, nal çivileriyle iz iz çizgilenmiş işlek, büyük yola çıkınca atlar kendiliğinden dizginlerini germeye, hızlarını artırmaya başladı. Soldaki koşum başını bükmüş, sıçramalar yaparak kayışlarını çekiyordu. Ortadaki hayvan kulaklarını dikerek silkindi, sanki soruyordu: "Başlayalım mı, yoksa daha erken mi?" İleride, iyice uzaklaşmış olan ve çıngırdayarak akıp giden Zaharov'un siyah troykası beyaz karın üstünde olduğu gibi görünüyordu. Maskaraların haykırışmaları, kahkahaları, sesleri geliyordu.

Nikolay bir eliyle dizginleri tutup öbürüyle kamçıyı yana doğru kaldırarak, "Hey, zavallılar!" diye haykırdı. Troykanın ne büyük bir hızla gittiği, ancak önden gelen rüzgârın şiddetlenmesinden, koşumların gerginleşen, gittikçe sıklaşan sıçrayışlarından hissediliyordu. Nikolay dönüp geriye baktı. Öteki troykalar kamçılarını sallayıp orta beygirlerini koşmaya zorlayarak bağrışmalarla, gıcırtılarla ilerliyorlardı. Nikolay'ın orta beygiri, düşmeyi aklına getirmeden, gerekirse hızını daha da artırmayı, durmadan artırmayı vaat ederek hamudun altında dalgalanıyordu.

Nikolay birinci troykaya yetişti, rampadan aşağı indiler, çayır boyunca nehre yakın geniş ve işlek bir yola girdiler.

Nikolay, "Nereden gidiyoruz?" diye düşündü, "Herhalde Kosoy Çayırı'ndan, ama hayır, hiç görmediğim yeni bir yer burası. Kosoy Çayırı değil, Dömkin Tepesi de değil, Tanrı bilir neresi! Burası yeni ve sihirli bir yer. Neyse, ne olursa olsun!" Atlara haykırarak birinci troykayı geçmeye koyuldu.

Zahar atları durdurdu, kaşlarına kadar buz tutmuş yüzünü çevirdi.

Nikolay atlarını sürdü, Zahar ellerini ileri uzatıp dilini şapırdattı o da atlarını sürdü.

"Eh, kolla kendini bey," dedi.

Troykalar yan yana daha hızla uçuyorlardı, dörtnala giden atlar daha çabuk ayak değiştiriyorlardı. Nikolay ileriye doğru yol almaya başladı. Zahar gerilmiş kollarının durumunu değiştirmeden bir elini dizginlerle birlikte kaldırdı.

Nikolay'a bağırdı:

"Aldanıyorsun, bey!"

Nikolay atları dörtnala kaldırdı, Zahar'ı geçti. Atlar yolcuların yüzlerine ince ve kuru bir kar tozu serpmişlerdi, yanlarında bağrışmalar, haykırışmalar oluyor, hızla giden ayaklar, birbirini kovalayan troykaların gölgeleri karışıyordu. Her taraftan kızakların karda gıcırtısı ve kadın çığlıkları duyuluyordu.

Nikolay atları biraz yavaşlatarak etrafına baktı, dört bir yanı üstüne yıldızlar serpili ay ışığına batmış sihirli ovaydı.

Nikolay, "Zahar sola basmam için bağırıyor, niçin sola basacağım?" diye düşündü. "Melükovlara mı gidiyoruz, Melükova mı bu? Tanrı bilir. Ne oluyor bize, onu da Tanrı bilir. Çok acayip, çok hoş şeyler oluyor." Dönüp kızağın içine baktı, içeride oturan garip, sevimli ve yabancı adamlardan ince bıyıklı, ince kaşlı biri, "Baksana, bıyıkları da, kaşları da bembeyaz," dedi.

Nikolay, "Bu galiba Nataşa'ydı," diye düşündü, "bu da Madam Schoss; belki de değil, bu bıyıklı Çerkez kim bilmiyorum, ama hoşuma gidiyor."

"Üşümüyor musunuz?" diye sordu. Yanıt vermediler, gülmeye başladılar; Dimmler arkadaki kızaklardan bağırıp bir şeyler söylüyordu, kesin gülünecek bir şey söylüyordu, ama ne söylediğini duymanın imkânı yoktu.

Sesler gülerek ona yanıt verdi:

"Evet, evet."

Bununla birlikte, işte siyah gölgelerin elmas pırıltılarına karıştığı, mermer merdivenlerin sıra sıra yükseldiği sihirli bir orman, sihirli binaların gümüş damları, keskin, vahşi hayvan sesleri. Nikolay düşündü: "Ya eğer gerçekten bu Melükova ise, nereden gittiğimizi bilmeden Melükova'ya gelmiş olmamız, daha garip."

Gerçekten burası Melükova'ydı, hizmetçi kızlar, uşaklar mumlarla, sevinçli yüzlerle taş merdivene koşuştular.

"Kim o?" diye sordular taşlıktan. Sesler yanıt verdi:

"Kont'un maskaraları, atlardan tanıdım."


XI


İriyarı, güçlü kuvvetli bir kadın olan Pelageya Danilovna Melükova, gözlerinde gözlük, önü açık bol bir ropdöşambr giymiş, canlarının sıkılmamasına gayret ettiği kızları yanında olduğu halde misafir salonunda oturuyordu. Gelenlerin ayak sesleri, gürültüler duyulmaya başladığı zaman yavaşça mum akıtıyor, gölgede çıkan şekillere bakıyorlardı.

Hussar'lar, efendiler, cadılar, palyaçolar, ayılar öksürerek, soğuktan buz kesilmiş yüzlerini ovuşturarak sofadan, mumların aceleyle yakıldığı salona girdiler. Palyaço Dimmler, yaşlı bayan Nikolay'la dansı açtılar. Bağrışan çocuklarla çevrili maskaralar yüzlerini kapayıp seslerini değiştirerek ev sahibini selamlayıp odalara dağıldılar.

"Ah, imkânı yok tanıyamazsın! A, Nataşa'ymış! Baksanıza kime benziyor. Doğrusu bana birini hatırlatıyor. Eduard Karliç ne kadar iyi! Tanıyamadım, nasıl da dans ediyor! A, a, bir de Çerkez, doğrusu Sonuşka'ya ne kadar da yakışıyor. Bu da kim? Ah ne kadar iyi oldu! Nikita, Vanya masaları alın. Biz de öyle sessiz sessiz oturuyorduk."

"Hah-hah-ha!.. Hussar'a bak, hussar'a bak! Tıpkı çocuk, hele ayakları! Göremiyorum... diye sesler duyuluyordu.

Küçük Melükovların sevdiği Nataşa, arka odalarda onlarla birlikte kayboldu, oraya bir mantar, türlü oda elbiseleri, erkek elbiseleri istendi, bunlar uşakların elleriyle uzatıldı, çıplak kız kolları tarafından alındı. On dakika sonra Melükovların gençleri maskaralara katılmıştı.

Misafirler için yer hazırlanmasını efendilere, hizmetçilere ikramlarda bulunulmasını emreden Pelageya Danilovna gözlüğünü çıkarmadan, ciddi bir tebessümle maskaralar arasında dolaşıyor, yakından yüzlerine bakıyor, kimseyi tanıyamıyordu. Yalnız Rostovları. Dimmler'i değil, kendi kızlarının da giydikleri erkek geceliklerini, üniformaları da bir türlü tanıyamıyordu.

Kazanlı bir Tatar kılığına giren kızının yüzüne bakarak,

"Bu da kimin nesi böyle?" diye mürebbiyesine sordu. "Galiba Rostovlardan biri. Eh, ya siz, Bay Hussar, hangi alayda hizmet ediyorsunuz?" diye sordu Nataşa'ya. "Türk pestili versene, Türk!" diye seslendi sıra ile herkese ikramda bulunan büfeciye: "Onların kanunu bunu yasaklamaz."

Bazen, kılıkları değiştiği için kendilerini kimsenin tanıyamayacağını akıllarına iyice yerleştiren, bunun için de sıkılmadan dans edenlerin acayip ve gülünç ayak atışlarına bakan Pelageya Danilovna yüzünü mendiliyle örtüyor, zaptolunmaz iri vücuduyla sarsılarak gülüyordu.

"Saşacığım benim, Saşacığım," diyordu.

Rus dans ve toplu oyunlarından sonra Pelageya Danilovna bütün hizmetçileri, bayları bir araya topladı, büyük bir daire çevirdi; bir yüzük, bir sicim, bir ruble getirdiler, ortak bir oyun kurdular.

Bir saat sonra bütün elbiseler buruşmuş, bozulmuştu. Mantar bıyıklar ve kaşlar, terleyen, kızaran neşeli yüzlere bulaşmıştı. Pelageya Danilovna maskaraları tanımaya başlamıştı; kostümlerin bu kadar iyi yapılmış, özellikle genç kızlara bu kadar yakışmış olmasına hayret ediyordu; onu böyle neşelendirdikleri için herkese teşekkür etti. Misafirleri salona, yemeğe çağırdılar, büyük salonda hizmetçiler ikram için ayrıldı.

Yemek yenirken, Melükovların yaşlı kadın hizmetçisi dedi ki:

"Hayır, hamamda fal açmak, işte bu korkunç!"

Melükovların büyük kızı, "Neden?" diye sordu.

"Gidemezsiniz ki, cesaret lazım buna..."

"Ben giderim," dedi Sonya. Melükova'nın ikinci kızı,

"Şu genç kızın başına geleni anlatsanıza!" dedi. Yaşlı hizmetçi, "Peki, anlatayım," dedi. "Genç bir kız gidiyordu, bir horoz, iki sofra takımı için her ne lazımsa aldı, oturdu. Epeyce oturdu, yalnızca dinliyordu, birden geldiğini duyuyor... çıngıraklarıyla, zilleriyle bir kızak yaklaşıyor: Geldiğini duyuyor... Tam bir insan suretinde, bir subay kılığında biri çıkageliyor. Onunla birlikte sofraya oturuyor."

"A! A..!" diye gözlerini dehşetle açarak haykırdı Nataşa.

"Nasıl, konuşuyor da, ha?"

"Evet, insan gibi, gayet doğal şekilde; başlıyor kandırmaya; oysa kızın onu horozlar ötünceye kadar sözle oyalaması gerekiyordu, ama korktu; korktu ve elleriyle yüzünü kapadı. Subay onu kavradı, bereket versin hizmetçi kızlar yetiştiler..."

Pelageya Danilovna, "E, korkutmak mı istiyorsun onları?" dedi.

"Anne, siz de fal açardınız ya..." dedi kızı.

"Ambarda nasıl fal açılır?" diye sordu Sonya.

"Evet, şimdi bile olur, ambara gidilir, dinlenir. Ne duyuyorsunuz: Bir şey çakılıyor, bir yere vuruluyorsa kötü, buğday serpiliyorsa bu iyiye yorulur; ama olur da..."

"Anne, ambarda başınıza ne gelmişti anlatsanıza!"

Pelageya Danilovna gülümsedi, "Aman, sen de, unuttum bile..." dedi, "içinizden kimse gitmiyor mu?"

Sonya, "Evet, ben gideceğim; Pelageya Danilovna, bırakın beni gideyim," dedi.

"Pekâlâ, korkmazsan git."

Sonya, "Luiza İvanovna, izin verir misiniz?" diye sordu.

Yüzük, sicim ve rubleyle oynarlarken de, böyle konuşurlarken de Nikolay Sonya'nın yanından ayrılmamıştı, ona büsbütün yeni bir gözle bakıyordu. Ona öyle geliyordu ki, ancak şimdi ilk kez bu mantar bıyıklar sayesinde onu iyice tanıyordu. Sonya bu gece gerçekten neşeli, canlı ve sevimliydi! Nikolay onu böyle hiç görmemişti.

Parlayan gözlerine, yanağında, bıyıklarının altında eskiden görmediği gamzeyi meydana getiren mutlu, heyecanlı gülümsemesine bakarak içinden, "Bak hele, ne kız, ben aptalmışım!" dedi.

Sonya, "Ben bir şeyden korkmam," dedi, "şimdi olur mu?"

Sonra ayağa kalktı. Ona ambarın nerede olduğunu, nasıl sessizce ayakta durup dinleyeceğini anlattılar ve kürkünü verdiler. Sonya onu başına alıp Nikolay'a baktı.

Nikolay, "Bu kız ne şeker şey!" diye düşündü, "Şimdiye kadar neden durdum!"

Sonya ambara gitmek için koridora çıktı. Nikolay sıcaktan bunaldığını söyleyerek acele acele çıkış kapısına gitti. Gerçekten de kalabalık yüzünden evde boğucu bir sıcak vardı.

Dışarıda aynı ayaz, aynı dolunay vardı, yalnız ortalık biraz daha aydınlıktı. Işık o kadar güçlüydü, kar üstünde yıldızlar o kadar çoktu ki, insan gökyüzüne bakmak istemiyor, asıl yıldızlar fark edilmiyordu. Gökyüzü siyah ve can sıkıcıydı, yeryüzü neşeliydi.

Nikolay içinden, "Ben aptalım, aptal! Şimdiye kadar ne bekledim?" dedi. Avluya koşarak arka kapıya giden dar yoldan evin köşesini döndü. Sonya'nın buradan geçeceğini biliyordu. Yarı yolda istif edilmiş odun yığınları duruyordu, üzerlerinde kar vardı, gölgeleri yere vuruyordu; üstlerinden, yanlarından yaşlı ve çıplak ıhlamurların gölgeleri birbirlerine geçerek karın ve yolun üstüne düşüyordu. Yol ambara gidiyordu. Ambarın ağaç bölmesi ve karla örtülü çatı ay ışığında değerli taşlarla yontulmuş gibi parlıyordu. Bahçede bir ağaç çıtırdadı, sonra yine her şey sustu. Rostov'a öyle geliyordu ki göğsü hava değil, her zamankinden taze bir güç ve neşe soluyordu.

Hizmetçi kızların merdivenlerinde ayak sesleri duyuldu, karla örtülü olan son basamakta bu ses gıcırtılı bir hal aldı, yaşlı hizmetçi kadının sesi, "Doğru, doğru," dedi, "işte bu yoldan küçükhanım. Yalnız, arkanıza dönüp bakmayın."

Sonya'nın sesi, "Ben korkmam," diye yanıt verdi, ve yolda Sonya'nın Nikolay'a doğru gelen zarif iskarpinli küçücük ayaklarının gıcırtıları, tıkırtıları duyuldu.

Sonya kürküne sarınmış gidiyordu, Nikolay'ı gördüğü zaman ona ancak iki adım kalmıştı; o da onu her zaman bildiği, kendisinden her zaman biraz korktuğu biri gibi görmemişti. Kadın elbisesiyleydi, saçları karmakarışıktı. Yüzünde mutlu ve Sonya için yeni, değişik bir gülümseme vardı. Sonya hızla ona koştu.

Nikolay onun ay ışığıyla aydınlanan yüzüne bakarak içinden, "Bambaşka biri, ama hep kendisi," dedi. Elini onun başını kapatan kürkten geçirdi, onu kucakladı, kendine çekip sıktı, yanık mantar kokan tüylü dudaklarını öptü. Sonya da onu dudaklarının ta ortasından öptü, küçük ellerini kurtararak yüzünü iki yandan tuttu.

"Sonya!..."

"Nicolas!..."

Söyledikleri yalnızca bunlardı. Ambara koştular ve her biri geldiği merdivene döndü.


XII


Pelageya Danilovna'dan geri döndükleri zaman daima her şeyi gören, fark eden Nataşa öyle bir düzen kurmuştu ki kendisi Luiza İvanovna ile, Dimmler'le kızağa binmişler, Sonya da Nikolay'la hizmetçilerin bindiği kızağa oturmuştu.

Nikolay dönüşte artık yarışmıyor, kızağı ölçülü sürüyordu. Bu acayip ay ışığında hep Sonya'yı süzüyor, bu her şeyi değiştiren ışıkta artık hiçbir zaman ayrılmamaya karar verdiği önceki ve şimdiki Sonya'yı kaşlarının ve bıyıklarının altında arıyordu. Ona bakıyor, onu tanıyınca dudaklarında hâlâ mantar kokusuyla karışık bir öpücük duyarak soğuk havayı ciğerlerine dolduruyor, uzaklaşan toprağa, parlak gökyüzüne bakıp kendini yine sihirli bir ülkede hissettiriyordu.

"Sonya, iyi misin?" diye soruyordu arada.

"Evet," diyordu Sonya, "ya sen?"

Yolun yarısında, dizginleri arabacıya verdi, bir dakika için Nataşa'nın kızağına koştu, dirseğe çıktı. Fısıldayarak Fransızca, "Nataşa," dedi, "biliyor musun, ben Sonya için karar verdim."

Nataşa, yüzü birden sevinçle ışıldayarak, "Söyledin mi ona?" diye sordu.

"Ah, bu bıyıklarla, bu kaşlarla ne acayipsin Nataşa! Sevindin mi?"

"O kadar sevindim, o kadar sevindim ki! Sana kızmıştım zaten, sana söylemedim ama ona kötü davrandın sen. Öyle cevher ki o, Nicolas. Ne kadar sevindim! Bazen kötülüğüm tutar ama Sonya'sız mutlu olmaktan utanıyordum," dedi Nataşa, "şimdi o kadar mutluyum ki, hadi koş onun yanına."

Nikolay hep kız kardeşine bakarak ve onda, yeni, çekici, yumuşak bir şey, daha önce hiç görmediği bir şey keşfederek, "Hayır, dur, ah ne gülünçsün," dedi, "Nataşa, etrafta sihirli bir hal var ha?"

"Evet," diye yanıt verdi Nataşa, "çok iyi ettin."

Nikolay, "Onu daha önce de şimdi gördüğüm gibi görseydim," diye düşündü, "ne yapmam gerektiğini çoktan sorar, emredeceği şeyi yapardım, her şey iyi olurdu."

"Memnunsun, iyi ettim demek?"

"Ah, hem de ne kadar iyi! Geçende annemle bu yüzden aramız açıldı. Annem, o, senin üstüne düşüyor, dedi. Bu nasıl söylenir? Az kalsın annemle kavga ediyordum. Onun için kimsenin kötü bir şey söylemesine, düşünmesine izin vermem, çünkü o yalnızca iyidir."

Doğru söylediğine emin olmak için Nikolay kız kardeşinin yüzündeki ifadeyi bir kez daha gözden geçirerek, "O kadar iyi mi?" dedi, çizmelerini gıcırdatarak dirsekten atladı, kendi kızağına koştu. Orada hep o bıyıklı, parlak gözlü, samur başlığının altından bakan mutlu, gülümseyen Çerkez oturuyordu; bu Çerkez, Sonya idi, bu Sonya mutlaka onun gelecek mesut ve sevgili karısı olacaktı.

Eve gelip Melükovlarda nasıl vakit geçirdiklerini Kontes'e anlattıktan sonra genç kızlar odalarına çekildiler. Soyunarak, ama mantar bıyıklarını silmeden, konuşup uzun zaman oturdular. Evlilikte nasıl yaşayacaklarından, kocalarının onlarla nasıl iyi geçineceklerinden, nasıl mutlu olacaklarından söz ettiler. Nataşa'nın masasında Dunyaşa'nın daha akşamdan hazırladığı aynalar duruyordu.

Nataşa kalkıp aynalara yaklaşarak, "Yalnız, bütün bunlar ne zaman olacak? Korkuyorum ki hiçbir zaman... Ne kadar iyi olurdu, ne kadar!" dedi.

Sonya, "Otur, Nataşa, belki onu görürsün," dedi. Nataşa mumu yaktı, oturdu. Kendi yüzünü görünce, "Bıyıklı birini görüyorum," dedi.

Dunyaşa, "Gülmemek lazım, küçükhanım," dedi.

Nataşa Sonya'nın ve oda hizmetçisinin yardımıyla aynayı ayarladı; sonra ciddi bir yüzle sustu. Aynalarda sıra sıra uzanıp giden mumlara bakıp (dinlediği hikâyelere göre) bu sonuncu, birleşmiş, bulanık karede kâh bir tabut, kâh "onu", Prens Andrey'i göreceğini sanarak uzun zaman oturdu. Ama en küçük bir lekeyi, bir insan yüzü veya bir tabut olarak yorumlamaya onca hazır olmasına karşın hiçbir şey görmedi. Görmeyince gözlerini kırparak aynadan uzaklaştı.

"Neden başkaları görüyor da ben göremiyorum?" dedi. "Hadi sen otur Sonya; bugün mutlaka aynalar sana lazım, hiç olmazsa benim için. Bugün o kadar korkuyorum ki!"

Sonya aynanın önüne oturdu, onu düzeltti ve bakmaya başladı.

Dunyaşa yavaşça, "Bakın Sofya Aleksandrovna mutlaka görecek," dedi, "ama siz hep gülüyorsunuz."

Sonya bu sözleri duydu, Nataşa'nın yavaşça söylediği şu sözleri de duydu:

"Onun göreceğini ben de biliyorum; geçen yıl da görmüştü."

Üç dakika kadar hepsi sustu. "Muhakkak," diye fısıldadı Nataşa ama sözünü bitiremedi... Sonya birden tuttuğu aynayı çekti, gözlerini eliyle kapadı.

"Ah, Nataşa!" dedi.

Nataşa aynayı tutarak haykırdı:

"Gördün mü? Gördün mü? Ne gördün?"

Sonya bir şey görmemiş, Nataşa'nın "muhakkak"ını duyunca kalkmak istemişti... Ne Dunyaşa'yı ne de Nataşa'yı aldatmak istemiş, oturmak ona güç gelmişti. Gözlerini kapadığı zaman nasıl ve niçin bağırdığını kendisi de bilmiyordu.

Nataşa onun elini tutarak, "Gördün mü onu?" diye sordu.

Sonya "onu" sözünden Nataşa'nın Nikolay'ı mı, Andrey'i mi kastettiğini daha anlamadan, elinde olmayarak, "Evet, dur... Ben... onu gördüm," dedi.

Kafasında şu düşünce parlayıp söndü: "Neden gördüm demeyeyim? Başkaları, görüyor ya! Görüp görmediğimi kim kanıtlayacak sanki?"

"Evet, onu gördüm," dedi.

"Nasıl gördün? Ayakta mı, yatarken mi?"

"Hayır, gördüm... Önce bir şey yoktu, bir de baktım ki yatıyor."

Nataşa gözlerini korkuyla dostuna dikerek, "Andrey yatıyor mu? Hasta mı?" diye sordu.

"Hayır, tersine, tersine, yüzü neşeli, bana doğru döndü."

Bunları söylerken ona, söylediklerini gerçekten görmüş gibi geliyordu.

"E, sonra Sonya?"

"İyi göremedim, mavi ve kırmızı bir şey..."

Nataşa, "Sonya! Ne zaman dönecek? Onu ne zaman göreceğim! Tanrım, onun için, kendim için ne kadar korkuyorum, her şeyden korkuyorum," dedi ve Sonya'nın teselli edici sözlerine yanıt vermeden yatağa uzandı, mum söndürüldükten sonra uzun zaman gözleri açık, kımıldamadan yatakta ayın soğuk ışığına baktı.

Continue Reading

You'll Also Like

37.6K 1.2K 20
Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış... Beyaz Diş Alaska'nın sert doğa k...
16.1K 423 13
Maksim Gorki'nin bu kısa romanı, hayatının çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemini anlattığı ünlü üçlemesinin birinci kısmını oluşturur. Otobiyografi...
270K 22.7K 39
*Asker Kurgusu* Güneş Milan Aksu, annesinin günlüğünü okuyarak babası hakkında herhangi bir bilgiye ulaşarak onu bulmak ister. Fakat günlüğü okurken...
91.1K 3.5K 28
İçimizdeki Şeytan; birbirini severek evlenen, hayata bakış tarzları, kişilikleri farklı olan iki gencin anlaşamayarak ayrılmalarını konu edinen bir r...