Savaş ve Barış

By ClassicsTR

6.9K 168 13

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... More

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

27 0 0
By ClassicsTR


I


Kutsal Kitap, iş yokluğu, aylaklık ilk insanın düşüşüne kadar onun mutluluğunun bir şartıydı, diyor. Aylaklığa karşı sevgi, düşen insanda da aynı kaldı ama lanet daima insanın üzerine çökmüş duruyor, sadece alnımızın teriyle ekmeğimizi çıkarmak zorunda olduğumuz için değil, ruhumuz dolayısıyla da aylak olamayacağımız için, gizli bir ses, aylaklıktan suçluluk duymamız gerektiğini söylüyor. Eğer insan aylakken de kendini yararlı ve görevlerini yerine getirmiş hissedebilseydi, ilkel mutluluğu bir ucundan yakalamış olurdu. Böyle mecburi, ayıplanmaz aylaklık halinden bütün bir sınıf, asker sınıfı, yararlanmaktadır. Bu mecburi ve ayıplanmaz aylaklık, askerliği çekici kılıyor.

1807'den sonra Nikolay Rostov, Denisov'dan teslim aldığı süvari bölüğü kumandanlığıyla Pavlograd Alayı'nda hizmete devam ederken bu mutluluğu tam anlamıyla tadıyordu.

Rostov, Moskova'daki tanıdıkların biraz rahatsız edici bulacakları ama arkadaşları, astları ve üstleri tarafından sevilip sayılan, hayatından memnun, sert görünümlü bir adam olmuştu. Son zamanlarda, 1809'da evden aldığı mektuplarda sık sık işlerin kötüye gittiği, eve dönmesi, yaşlı anne babasını sevindirmesi gerektiği yolunda sızlanmalarını buluyordu annesinin.

Nikolay Rostov bu mektupları okurken, sivil yaşamın bütün dertlerinden kendini koruyup böyle sakin ve rahat yaşadığı bu yerden onu ayırmak isterler diye korkuyordu. Er geç yine o bozuk düzen işlerin, kâhya hesaplarının, kavgaların, entrikaların, sosyete ilişkilerinin, Sonya'ya olan aşkının, ona verdiği sözün bulunduğu o hayat bataklığına dönmesi gerekeceğini hissediyordu. Bütün bunlar dehşetli zor ve karışıktı. Annesinin mektubuna aziz annem diye başlayan ve itaatkar oğlunuz diye biten soğuk, klasik mektuplarla, ne zaman döneceğinden söz etmeksizin yanıt veriyordu. 1810 yılında anne babasından bir mektup aldı, Nataşa'nın Bolkonski ile nişanlandığı, düğünün bir yıl sonra yapılacağı, çünkü yaşlı Prens'in razı olmadığı bildiriliyordu. Bu mektup Nikolay'ı etkilemiş, onuruna dokunmuştu. Birincisi, aile içinde herkesten çok sevdiği Nataşa'yı kaybetmek ona acı geliyordu. İkincisi, o kendi hussar'ca görüşüyle nişanda orada bulunmadığına hayıflanıyordu. Çünkü kendisiyle akraba olmanın hiç de öyle büyük bir şeref teşkil etmediğini ve eğer Nataşa'yı seviyorsa kaçık babasının izni olmaksızın da işi yoluna kayabileceğini şu Bolkonski'ye gösterecekti. Nataşa'yı gelin olarak görmek için izin isteyip istememekte bir an kararsız kaldı ama manevralar yaklaşıyordu, Sonya'yı, sıkıntıları düşündü, gitmeyi yine erteledi. Aynı yılın ilkbaharında annesinin Kont'tan gizli yazdığı bir mektubu alınca gitmeye karar verdi. Annesi, eğer gelip işleri eline almazsa bütün mülkün artırmaya çıkarılacağını ve sokağa dökülüp dilenmeye başlayacaklarını yazıyordu: "Kont o kadar zayıf, Mitenka'ya öyle inanmış, öyle iyi kalpli ve herkes onu öyle aldatıyor ki her şey gittikçe daha çok berbatlaşıyor." Kontes, "Tanrı aşkına, yalvarırım sana, eğer beni ve bütün aileni bedbaht etmek istemiyorsan hemen gel," diye yazıyordu.

Bu mektup Nikolay'ı etkiledi. Onda, ne yapılması gerektiğini kendisine gösteren bir orta zekâlı sağduyusu vardı.

Şimdi gitmesi gerekiyordu, istifa ederek olsun, izinli olsun, gitmesi. Niçin gitmesi gerekiyordu, bunu bilmiyordu ama öğle uykusundan sonra çoktandır dışarı çıkarılmayan ve dehşetli huysuz olan atı Mars'ın koşulmasını emretti; köpürmüş atıyla eve dönünce Lavruşka'ya (Denisov'un uşağı, Rostov'a kalmıştı) ve akşam gelen arkadaşlarına, izin alıp ailesinin yanına gideceğini söyledi.

Yüzbaşılığa mı yükselecekti, yoksa manevralarda bir Anna (eski bir nişan) mı alacaktı? Bunu (ki kendisini çok ilgilendiriyordu) genelkurmaydan öğrenmeden gitmeyi düşünmek ona ne kadar güç ve garip gelirse gelsin; Kont Goluhovski'nin onunla pazarlığını ettiği ve iki bin rubleye satmaya bahse giriştiği kır atlı troykayı bu Polonyalı Kont'a satmadan gideceğini düşünmek ne kadar garip olursa olsun; Matmazel Borjozovskaya'ya bir balo vermiş olan uhlan'ların inadına Matmazel Pşazdetskaya'ya hussar'ların verecekleri baloda bulunmayacağını düşünmek ona ne kadar inanılmaz görünürse görünsün; bu temiz, bu iyi âlemden her şeyin saçma, karmakarışık olduğu bir yere gitmek gerektiğini biliyordu. Bir hafta sonra izni çıktı. Yalnız alaydaki değil, tugaydaki hussar arkadaşları da on beşer ruble vererek Rostov'a bir ziyafet çektiler ve buna iki orkestra ile iki şarkıcı korosu da katıldı; Rostov Binbaşı Basov'la trepak dansı yaptı; sarhoş subaylar Rostov'u karga tulumba ettiler, kucaklayıp yere düşürdüler; üçüncü süvari bölüğü erleri onu tekrar karga tulumba ederek "Hurra!" diye bağırdılar. Sonra Rostov'u kızağa bindirdiler ve ilk konak yerine kadar götürdüler.

Yolun yarısına kadar, yani Kremençuk'tan Kiev'e kadar, her zaman olduğu gibi, Rostov'un bütün düşünceleri arkada, süvari bölüğündeydi. Ama yarı yolu aşınca kır atlı troykayı ve bölük emini Dojoyveyka'yı unutmaya, Otradnoye'de ne bulacağını endişeyle kendi kendine sormaya başladı. Yaklaştıkça (duyguları cisimlerin düşüş hızı kanununa bağlıymış gibi) evini daha fazla, gittikçe daha fazla düşünüyordu; Otradnoye'den bir önceki menzilde arabacıya üç ruble bahşiş verdi ve bir çocuk gibi soluyarak evin taş merdivenini koşup çıktı.

İlk karşılaşma heyecanından ve "Hep aynı, ne diye bu kadar acele ettim sanki!" diyerek hissettiği o tuhaf tatminsizlikten sonra Nikolay eski aile çevresine alışmaya başladı. Annesiyle babası hep öyle eskisi gibiydiler, yalnız biraz yaşlanmışlardı. Bir de, bir kaygı ve bir geçimsizlik vardı ki eskiden bu yoktu, Nikolay'ın çabucak anladığı gibi, işlerin kötü durumda olmasından ileri geliyordu bu. Sonya artık yirmi yaşındaydı. Güzelleşmesi durmuştu, olduğundan fazla bir şey vaat etmiyordu ama bu da yeterdi. Nikolay geleli beri aşk ve mutluluk havası içinde yüzüyordu Sonya; bu kızın vefalı ve sarsılmaz aşkı delikanlıyı sevindirdi. Petya ile Nataşa Nikolay'ı herkesten çok şaşırttı. Petya artık büyümüştü, on üç yaşında güzel, neşeli, yaramaz fakat zeki bir oğlandı, sesi kalınlaşmıştı. Nikolay Nataşa'nın haline uzun süre hayret etti, ona bakarak güldü.

"Hiç de o Nataşa değil," dedi.

"Çirkinleştim mi?"

"Tersine, öyle bir kurumun var ki, bir Prenses!" diye kulağına fısıldadı.

"Ya, ya," diye neşeyle yanıt verdi Nataşa.

Nataşa, Prens Andrey'le olan hikâyesini, Otradnoye'ye gelişini Nikolay'a anlattı ve son mektubunu gösterdi.

"E, nasıl? Memnun oldun mu?" diye sordu, "Ben şimdi o kadar rahat, o kadar mutluyum ki."

"Çok memnun oldum," diye yanıtladı Nikolay, "o fevkalade biri. Ne o, çok mu seviyorsun?"

"Nasıl anlatsam sana," dedi Nataşa, "ben Boris'i de, öğretmeni de, Denisov'u da sevmiştim ama bu bambaşka. Huzurluyum, aşkım, sarsılmaz bir aşk. Biliyorum ki ondan daha iyi bir insan olmaz, şimdi o kadar rahat, o kadar mutluyum ki. Eskisi gibi hiç değil..."

Nikolay düğünün bir yıl sonraya atılmasından memnun olmadığını Nataşa'ya söyledi ama Nataşa bunun başka türlü olamayacağını, babanın arzusuna aykırı olarak bir ailenin içine girmenin kötü olacağını, bunu kendisinin istediğini söyleyerek kardeşine karşı çıktı.

"Sen hiç anlamıyorsun," dedi.

Nikolay sesini çıkarmadı, ona hak verdi.

Kardeşi ona bakarak sık sık hayret ediyordu. Sevgilisinden ayrı düşmüş sevdalı bir kıza hiç benzemiyordu. İlgisiz, rahat ve tamamıyla eskisi gibi neşeliydi. Bu hali Nikolay'ı şaşırtıyor, hatta onu bu evliliğe güvensizlikle bakmaya zorluyordu. Nataşa'nın kaderinin artık belli olduğuna inanmıyor, hele onu Prens Andrey'le birlikte hiç göremiyordu. Ona hep, bu tasarlanmış evlilikte bir aksaklık var gibi geliyordu.

"Neden ertelendi? Niçin nişanlanmadılar?" diye düşünüyordu. Kız kardeşi hakkında annesiyle bir kez konuştuktan sonra hayretle, biraz da sevinçle, annesinin de, ruhunun derinliklerinden bazen bu birleşmeye güvensizlikle baktığını anladı.

"Bak ne yazıyor," diyerek, kızlarının mutluluğunu tehlikeye atanlara karşı annelerin beslediği o gizli, düşmanca duyguyla Prens Andrey'in mektubunu oğluna gösterdi Kontes, "aralık ayından önce gelemeyeceğini yazıyor. Nasıl bir iş onu alıkoyabilir? Hastalık herhalde! Sağlığı çok bozuk. Nataşa'ya söyleme, onun neşeli oluşuna bakma sen; artık genç kızlık çağının sonunu aşıyor, her mektupta onun ne hale girdiğini ben bilirim. Neyse, iyi olur inşallah," sonra sözünü her zamanki gibi bitirdi: "Çok iyi bir insandır."


II


İlk günler düşünceli, hatta hatta canı sıkkın görünüyordu Nikolay. Annesinin onu çağırmasına neden olan şu anlamsız idare işlerine bulaşmak zorunda oluşu onu üzüyordu. Bu yükü sırtından bir an önce atmak için geldiğinden üç gün sonra, öfkeyle, nereye gittiğini soranlara yanıt vermeksizin, kaşları çatık bir halde büroya, Mitenka'nın yanına gitti ve ondan "her şeyin" hesabını istedi. Bu "her şeyin" hesabı ne demekti, Nikolay bunu dehşete düşen, şaşkınlığa uğrayan Mitenka kadar bile bilmiyordu. Konuşma ve Mitenka'nın hesap vermesi çok sürmedi. Büronun eşiğinde bekleyen yardımcı muhtarlarla çevre muhtarları genç Kont'un gittikçe yükselen sesinin önce uğuldamaya, sonra adeta gürlemeye başladığını korkuyla ve memnunlukla duydular, birbiri arkasından savrulan küfürler, müthiş sözler işittiler:

"Haydut! Nankör herif! Parçalarım seni it... karşındaki babam değil... hırsız..."

Sonra bu adamlar, genç Kont'un öfkeden kızarmış gözleriyle Mitenka'yı ensesinden tutup sürüklediğini, ayağıyla, diziyle ve büyük bir çeviklikle kıçını tekmeleyerek, "Defol! Gözüm görmesin seni buralarda, alçak!" diye bağırdığını yine memnunlukla ve korkuyla gördüler.

Mitenka altı basamağı birden palas pandıras atlayarak ormana kaçtı. (Burası Otradnoye'de suç işleyenlerin sığındıkları meşhur bir yerdi. Mitenka da şehirden sarhoş gelirken burada gizlenirdi. Mitenka'dan saklanan Otradnoyeliler de bu ormanın kurtarıcı gücünü bilirlerdi.)

Mitenka'nın karısı ve baldızları korkulu yüzlerle, parlak bir semaverin kaynadığı ve küçük parçalardan iğne ardı dikilmiş bir yorganla örtülü kaba bir döşeğin yükseldiği odanın kapısından kulübeye uzandılar.

Genç Kont soluyarak, onlara bakmadan azimli adımlarla yanlarından geçti, eve gitti.

Pavyonda olup biteni hizmetçiden hemen haber alan Kontes, şimdi durumlarının düzelmesi gerektiği düşüncesiyle bir taraftan ferahlamış, bir taraftan da bunun oğlunu nasıl etkileyeceğini düşünerek üzülmüştü. Birkaç kez ayaklarının ucuna basarak odasına yaklaştı, Nikolay'ın pipo üstüne pipo içtiğini gördü. Ertesi gün Kont oğlunu bir kenara çekti, ürkekçe bir gülümsemeyle ona dedi ki:

"Biliyor musun tatlım, boşuna öfkelendin! Mitenka bana her şeyi anlattı."

Nikolay içinden, "Biliyorum," dedi. "Bu manasız yerde ben hiçbir zaman bir şey anlayamayacağım."

"Sen, ona şu yedi yüz rubleyi kaydetmedi diye kızdın. Oysa naklen geçilmiş, sen öteki sayfaya bakmamışsın."

"Babacığım, alçağın, hırsızın biri o, biliyorum. Ne yaptıysam iyi yaptım. Ama siz isterseniz ona daha bir şey söylemem."

"Hayır, ruhum." Kont bozulmuştu. Karısına ait mülkün kötü bir idarecisi olduğunu, çocuklarına karşı suçlu bulunduğunu hissediyordu, ama bunu nasıl düzelteceğini bilmiyordu. "Hayır, işlerle uğraşmanı rica ederim, ben yaşlandım, ben..."

"Hayır babacığım, eğer sizin için hoş olmayan bir şey yaptımsa beni affedin... Ben sizden daha az becerebilirim," dedi Nikolay, Sonra içinden, "Tanrı cezalarını versin, bu mujiklerin de, paraların da, defterlerdeki bu toplam aktarmalarının da. Bir zamanlar kumarda hesap tutmayı iyi bilirdim ama sayfalara toplam aktarmalarından bir şey anlamıyorum," diye geçirdi, ondan sonra da bir şeye karışmadı. Yalnız bir gün Kontes oğlunu yanına çağırdı. Kendisinde Anna Mihailovna'nın iki bin rublelik bir senedi bulunduğunu söyledi ve buna karşı nasıl hareket etmeyi düşündüğünü sordu.

Nikolay, "Bak nasıl şey," diye yanıt verdi, "bunun bana bağlı olduğunu söylediniz; ben Anna Mihailovna'yı sevmem. Boris'i de sevmem ama bizimle araları iyidir ve yoksuldurlar, işte bak nasıl olur!" Senedi yırttı ve bu hareketiyle yaşlı Kontes'i sevincinden ağlattı.

Genç Rostov bundan sonra artık hiçbir işe karışmadı, kendini büyük bir merakla, yaşlı Kont'un malikânesinde hep yapılan ama kendisi için yeni olan sürek avına kaptırdı.


III


İlk donlar başlamış, sabah soğuğu yüzünden sonbahar yağmurlarıyla ıslanan toprak kaskatı kesilmişti; kışlık yeşil ekimler tutam tutam olmuş, açık yeşil renkleriyle esmerleşen, hayvanlar tarafından çiğnenmiş hasat artıklarından ve kızıl çizgili açık sarı yazlık kara buğdaylardan ayrılıyordu. Daha ağustos sonunda, kışlık siyah tarlalarla yazlık ekinler arasında yeşil adalar oluşturan tepeler ve ormanlar, açık yeşil kışlık ekinler ortasında altın sarısı, açık kızıl adalar haline gelmişlerdi. Boz tavşan yarı yarıya tüylerini değiştirmişti; tilki yavruları dağılmaya başlamış, genç kurtlar köpeklerin boyunu aşmıştı. Av için en iyi zamandı. Ateşli, genç avcı Rostov'un köpekleri iyi hazırlıklı oldukları halde öyle bitkin düşmüşlerdi ki avcıların genel toplantısında köpeklerin üç gün dinlendirilmelerine, 16 Eylül'de yola çıkılmasına ve hiç dokunulmamış kurt yavrularının bulunduğu meşelikten başlanmasına karar verildi. 14 Eylül'de işler bu durumdaydı.

Avcılar bütün gün evde kaldılar. Isırıcı bir soğuk vardı ama akşamdan sonra hava kırılmaya başladı, yumuşadı, 15 Eylül sabahı genç Rostov geceliğiyle pencereden baktığı zaman öyle bir doğa gördü ki av için bundan daha iyisi olamazdı: Sanki gökyüzü erimiş, rüzgârsızca yere çöküyordu. Havada görünen biricik hareket, çökmekte olan incecik sis damlalarının yukarıdan aşağıya sessiz sessiz inişiydi. Bahçedeki ağaçların çıplaklaşan dallarından şeffaf damlalar sarkmakta, bunlar yeni dökülmüş yaprakların üzerine düşmekteydi. Sebze bahçesinde toprak, tohum gibi, parıltılı bir ıslaklıkla siyah siyah görünüyor, biraz ötede donuk ve nemli bir sis örtüsüyle birleşiyordu. Nikolay ıslak ve çamurlu taş merdivene çıktı; havada yavan bir orman ve köpek kokusu vardı. Alacalı, geniş sağrılı, büyük, siyah ve patlak gözlü bir dişi köpek olan Milka sahibini görünce kalktı, gerindi ve bir tavşan gibi yattı, sonra ansızın sıçradı, onun burnunu; bıyıklarını yaladı. Başka bir tazı çiçekli yolda sahibini görünce sırtını eğerek hızla taş merdivene atıldı ve kuyruğunu kaldırarak Nikolay'ın ayaklarına sürtünmeye başladı.

"O hoy!"

Bu sırada en derin bas ile en ince tenoru birleştiren bu taklit edilmez avcı nidası duyuldu; Ukraynalılar gibi kesilmiş ve ağarmış saçları, kırışık yüzüyle, it sürülerine bakan avcı Danilo, elinde eğilir kırbacı ve yalnız avcılarda olan o başıboş ve dünyada her şeyi hafifseyen tavrıyla köşeden döndü. Efendisinin önünde Çerkez kalpağını çıkardı, hafifsemeyle ona baktı. Bu hafifseme, efendisi için küçümseme değildi: Nikolay biliyordu ki her şeyi hafifseyen, her şeye yukarıdan bakan Danilo, ne de olsa kendi adamı ve avcısıydı.

Nikolay, bu av havası, bu köpekler ve avcı karşısında, sevgilisinin yanındaki biri gibi, insana başka her şeyi unutturan o dayanılmaz av duygusunun içini kapladığını korkuyla hissederek, "Danilo!" dedi.

"Emriniz, Ekselans?" diye köpek saldırtmaktan kısılmış bir sesle, bir başdiyakoz bas sesiyle sordu Danilo ve parlayan iki siyah göz, kaşların altından, sessizce duran efendisine baktı. Bu gözler sanki, "Ne o, yoksa dayanamayacak mısın?" diyorlardı.

Nikolay Milka'nın kulağının arkasını kaşıyarak, "İyi bir gün, ha? Ne av kovalanır, değil mi?" dedi.

Danilo yanıt vermedi, gözlerini kırptı.

Bir an sessizlikten sonra, bas sesiyle, "Uvarka'yı şafakla beraber dinlemeye gönderdim," dedi, "Otradnoye ormanına 'naklettiğini' söyledi. Orada ulumalar duymuş." "Nakletti", her ikisinin de bildiği bir dişi kurdun, yavrularıyla birlikte, evden iki verst uzakta bulunan ve çevresi boş arazilerle çevrili küçük bir yer olan Otradnoye Ormanı'na geçtiği anlamına geliyordu.

"Gitmek lazım değil mi ya?" dedi Nikolay. "Uvarka ile bana gel."

"Emredersiniz."

"Onlara yemek verme, bekle biraz."

"Baş üstüne."

Bir dakika sonra Danilo ve Uvarka Nikolay'ın büyük çalışma odasındaydılar. Danilo kısa boylu olmasına rağmen insan onu odada görünce tıpkı bir atı veya bir ayıyı mobilyalar arasında, döşeme üzerinde ve insan hayatının şartları içinde görmüş gibi olurdu. Kendisi de bunu hissediyordu; yavaş konuşmaya çalışıyor, efendilerin odasında bir şey kırmamak için kıpırdamaksızın, her şeyi bir an önce söyleyip açık sahaya, tavanın altından göğün altına çıkmaya çalışarak her zaman olduğu gibi kapının yanında duruyordu.

Nikolay soruşturmayı bitirip Danilo'nun ağzından köpeklerin iyi durumda olduğunu duyunca (Danilo da gitmek istiyordu) atların eyerlenmesini emretti. Ama Danilo tam çıkmak istediği sırada Nataşa hızlı adımlarla, henüz taranmamış, giyinmemiş bir halde dadının büyük atkısıyla odaya girdi. Petya da onunla koşup gelmişti.

"Gidiyor musun?" dedi Nataşa, "Biliyordum zaten! Sonya, gitmeyeceksiniz, dedi. Ben biliyorum, bugün hava o kadar güzel ki gitmemek olmaz."

Ciddi bir av yapmak niyetinde olduğu için bugün Nataşa ile Petya'yı yanına almak istemeyen Nikolay, "Gidiyoruz," diyerek isteksizce yanıt verdi, "gidiyoruz ama kurt avına; senin canın sıkılır."

"Biliyorsun ki bu benim için en büyük zevk," dedi Nataşa, "bu fena. Kendisi gidiyor, atların eyerlenmesini emretti de bize bir şey söylemedi."

Petya bağırdı:

"Ruslar engel tanımaz!"

Nikolay Nataşa'ya döndü, "Hem sen gelemezsin ki, sen gelemezsin," dedi.

Nataşa, azimli bir tavırla, "Hayır, geleceğim, mutlaka geleceğim," dedi. Ve avcıya dönerek ekledi: "Danilo, söyle biçim için at eyerlesinler ve Mihailo benim tazı sürümü alsın gelsin."

Odada böyle durmak Danilo'ya uygunsuz ve güç geliyor, hele bir genç kızla herhangi bir işte ilgili olmak ona imkânsız bir şey gibi görünüyordu. Gözlerini yere indirdi, bu onun işi değilmiş gibi, çıkmak için acele etti.


IV


Her zaman büyük bir avcı takımı bulunduran ve şimdi bütün takımı oğluna devreden yaşlı Kont o gün, 15 Eylül'de şevke gelerek kendisi de gitmeye hazırlandı.

Bir saat sonra bütün avcı takımı taş merdivendeydi. Nikolay, boş şeylerle uğraşmaya vakti olmadığını gösteren sert ve ciddi bir tavırla, kendisine bir şeyler anlatan Nataşa ile Petya'nın yanından geçti. Takımın bütün kısımlarını kontrol etti, ileriye bir tazı sürüsü ile avcılar gönderdi, al don atına bindi, kendi köpeklerine ıslık çaldı, harman yerinin arkasından Otradnoye Ormanı'na giden tarlaya doğru yola çıktı. Yaşlı Kont'un Vifliyanka adını taşıyan ak yeleli al iğdişini seyisi götürüyordu; kendisi ise drojka (bir ya da iki kişilik, üstü açık, yaylı araba.) ile doğruca ona bırakılan canavar geçidine gidecekti.

Av köpekleri elli dört taneydi, bunların yanında, sürü başı ve yamak olarak altı kişi gidiyordu. Tazıcılar (aile fertlerinden başka) sekiz kişiydi ve peşlerinden kırktan fazla tazı koşuyordu, öyle ki efendilerin sürüleriyle beraber sahada yüz otuza yakın köpek ve yirmi atlı avcı ilerlemekteydi.

Her köpek sahibini ve kendi adını bilirdi, her avcı yapacağı işi, yerini, rolünü, biliyordu. Sebze bahçesini geçer geçmez sessizce, konuşmadan, düzgün ve sakin adımlarla Otradnoye Ormanı'na giden yola ve tarlaya yayıldılar.

Atlar, ara sıra, yolları aşarken su birikintilerine batıp çıkarak, adeta tüylü bir halı üzerinde ilerliyorlardı. Sisli gökyüzü sessizce, kararlı bir biçimde çökmeye devam ediyordu; hava hareketsiz ve ılıktı.

Ara sıra bir avcı ıslığı, bir at aksırığı, bir kamçı şaklaması, yolundan ayrılan bir köpeğin havlaması duyuluyordu.

Bir verstlik yol aldıktan sonra, Rostovların avcı kafilesine doğru sisin içinden köpekleriyle beş atlının daha ilerlediği görüldü. En önde beyaz bıyıklı, güzel, dinç bir ihtiyar vardı.

Nikolay, ihtiyar kendisine yaklaşınca, "Merhaba, dayı," dedi.

"Temiz iş, marş!.. Anlamıştım zaten." Bu, Rostovların uzaktan akrabaları olan yoksul komşularıydı, "Dayanamayacağını anlamıştım; geldiğine iyi ediyorsun, temiz iş, marş!" Dayının çok sevdiği bir sözdü bu. "Ormanı hemen tut, yoksa benim Girçik, İlaginlerin avcı takımıyla Korniki'de bulunduklarını haber verdi; burnunun dibinden kurt yavrularını alırlar. Temiz iş, marş!"

"Ben de oraya gidiyorum. E, sürüleri birleştirelim mi?" diye sordu Nikolay.

"Birleştirelim..."

Tazılar bir sürüde birleştirildi, dayı ile Nikolay yan yana gidiyorlardı. Büründüğü atkıların içinden canlı yüzü ve parlak gözleri görünen Nataşa kendisinden ayrılmayan Petya ve dadısının yanına kattığı usta binici ve avcı Mihailo ile birlikte atını onlara doğru sürdü. Petya bir şeye gülüyor, atını kamçılıyor, dürtüyordu. Nataşa yağız Arapçik'i üzerinde ustaca ve güvenle oturuyor, onu emin bir elle ve zahmetsizce durduruyordu.

Dayı, Petya ile Nataşa'ya memnun olmayan bir bakışla dönüp baktı. Haşarılığı, ciddi bir iş olan avla birleştirmeyi sevmezdi o.

"Günaydın, dayıcığım, biz de geliyoruz!" diye bağırdı Petya.

Dayı sertçe, "Günaydın, günaydın ama köpekleri ezmeyin," dedi.

Nataşa çok sevdiği tazı için, "Nikolenka," dedi. Şu Tronila ne güzel köpek! Beni tanıdı."

Nikolay içinden, "Öncelikle Tronila alelade bir köpek değil, av köpeğidir," diye geçirdi ve o dakikada onları ayırması gereken mesafeyi göstermeye çalışarak sertçe kız kardeşine baktı. Nataşa bunu anladı.

"Kimseye engel olacağımız aklınıza gelmesin dayıcığım," dedi, "yerimizde durur, hiç kıpırdamayız."

Dayı, "İyi edersiniz, Küçük Kontes," dedi, "yalnız, attan düşmeyin." Sonra ekledi: "Yoksa, temiz iş, marş! Tutunacak bir şey yok."

Otradnoye, yemyeşil bir ada gibi yüz sajen(bir uzunluk ölçüsü: 2.13 m.) ileride göründü, avcılar ona yaklaştı, Rostov, av köpeklerini nereden salıvereceklerini dayı ile kesin olarak kararlaştırıp Nataşa'ya nerede duracağını ve nerede durulursa hiçbir şeyin kaçamayacağını göstererek sel çukurunun öbür tarafına geçti.

"E, Nikolay, büyük kurtla karşılaşıyorsun," dedi dayı, "dikkat et, kaçmasın."

"Görürüz," dedi Rostov. "Karay buraya!" diye bağırarak dayısına yanıt verdi. Karay yaşlı ve çirkin, koyu sarı bir erkek köpekti, büyük kurdu tek başına alaşağı etmekle ünlüydü. Herkes yerini tuttu.

Oğlunun avda ateşli olduğunu bilen yaşlı Kont geç kalmamak için acele etti ve avcılar daha yerlerini almaya vakit bulamamışlardı ki İlya Andreyiç şen, kızarmış yanakları titreye titreye yağız atları ekinler içinden ona bırakılan geçide doğru sürdü; kürkünü düzeltip av takımlarını boynuna takarak parlak, besili, uysal, iyi yürekli, kendisi gibi tüyü tüsü ağarmış Vifliyanka'ya bindi. Drojka'yı atlarıyla geri gönderdiler.

Kont İlya Andreyiç candan bir avcı da değildi. Ama avcılık kanunlarını iyi bilirdi. Atını, fundalığın yanına sürdü, dizginleri topladı, eyer üzerinde doğruldu, hazır olduğunu hissedince gülerek etrafına baktı.

Yanında eski fakat ağırlaşmış bir binici olan oda hizmetçisi Semyon Çekmar duruyordu. Çekmar, müthiş ama sahipleri ve beygiri gibi semirmiş üç kurt köpeğini tasmalarından tutuyordu. İki akıllı, yaşlı köpek tasmasız yatıyorlardı. Yüz adım ötede, orman kenarında Kont'un öbür seyisi, yaman bir binici ve ateşli bir avcı olan Mitka vardı. Kont eski bir âdet gereğince avdan önce bir gümüş kâse dolusu avcı rakısı içti, meze yedi, sevdiği Bordo'dan yarım şişe yuvarladı.

İlya Andreyiç şarabın ve yolun etkisiyle az kızarmamıştı; neme bürünmüş gözleri parlıyordu; kürke sarınmış eyer üzerinde oturuyor, gezdirilmeye hazırlanan bir çocuğu andırıyordu.

Zayıf, çıkık yanaklı Çekmar işlerini bitirince otuz yıldır canciğer yaşadıkları efendisine baktı, keyifli olduğunu anladı, iyi tarafından laf açmasını bekliyordu. Üçüncü bir kişi daha atla ormandan çıkarak dikkatle yaklaştı. Belli ki o epey ders görmüştü. Kont'un arkasında durdu. Bu adam, kadın mantosu ve yüksek bir kalpak giymiş ak sakallı bir ihtiyardı, soytarı Nastasya İvanovna idi.

Kont ona göz kırparak yavaşça, "E, Nastasya İvanovna," dedi, "sakın canavarı ürkütme, Danilo seni çarpar sonra."

Nastasya İvanovna, "Ben de... bıyıklıyım," dedi.

Kont yavaşça, "Şşşş!" dedi ve Semyon'a döndü.

"Natalya İliçina'yı gördün mü?" diye sordu, "Nerede o?"

Semyon gülümseyerek, "Onlar Piyotr İliç'le Jarafların çayırındaki geçitte bekliyorlar," diye yanıt verdi, "onlar da kadın ama hevesleri çok."

"Onun ata binişine hayret ediyorsun değil mi Semyon, ha?" dedi Kont, "Erkeğe taş çıkartır!"

"Nasıl hayret etmezsin? Hem cesaretli, hem çevik."

"Ya Nikoluşa nerede? Lyadov çukurunun üstünde mi?" diye sessizce sordu Kont.

Efendisini nasıl memnun edeceğini bilen Semyon, "Evet efendim. Onlar nerede duracaklarını biliyorlar artık. O kadar usta biniciler ki Danilo ile hayretler içinde kalıyoruz," dedi.

"İyi biniyor değil mi? Hayvanın üzerinde ne duruşu var, ha?"

"Resmini yapmalı! Geçende Zavarzinskilerin çayırından bir tilki kovaladılar, çalılıklardan sıçrayışlar yapmaya başladılar, dehşet; hayvan bin ruble eder, biniciye ise değer biçilmez. Evet, böyle bir yiğit, aramakla bulunmaz."

"Eşi bulunmaz..." diyerek, Semyon'un sözünü çabucak bitirmesine eseflenerek tekrarladı Kont, "bulunmaz, değil mi?" Kürkünün yanlarını açtı, enfiye kutusunu aldı.

"Geçenlerde bütün saltanatıyla ayinden çıkınca, Mihail Sidoriç..."

Semyon, sessizlikte yankıyan kışkırtmalar ve iki av köpeğinin havlamalarını duyunca sözünü bitiremedi. Başını eğerek kulak kabarttı, sessizce efendisine susmasını işaret ederek, "Yavruları yakaladılar..." diye yavaşça fısıldadı, "doğruca Lyadov çukuruna sürdüler."

Kont tebessümünü yüzünde unutmuş, ileriye, iki ormanı birleştiren koruya doğru uzaklara bakıyor, enfiye kutusunu çekmeksizin elinde tutuyordu. Köpek havlamalarının arkasından Danilo'nun bas borusuyla kurdu işaret eden ses duyuldu. Köpek sürüsü ilk üç köpeğe katıldı; av köpeklerinin, kurda atılmak için işaret görevini gören, o kendine has, ulumayla karışık, uzun ve çınlayıcı yaygarası duyuldu. Zağarcılar köpekleri artık kışkırtmıyor, "Yakala!" diye haykırarak şevklendiriyorlardı ve bütün seslerin arasından, Danilo'nun kâh kaba, kâh keskin ve ince çıkan sesi yükseliyordu. Danilo'nun sesi adeta bütün ormanı dolduruyor, ormandan taşarak kırın ta uzaklarında yankılanıyordu.

Birkaç saniye sessizce kulak kabarttıktan sonra Kont ile yedekçisi av köpeklerinin iki gruba ayrıldıklarını anlamışlardı: Azgınca uluyan büyük grup uzaklaşmaya başlamıştı, öbürü orman boyunca Kont'un yanından gidiyor ve buradan Danilo'nun haykırması işitildiyordu. Her iki grubun sesleri birbirine karışıyor, taşıyor, fakat ikisi de uzaklaşıyordu. Semyon derin bir nefes aldı, genç bir erkek köpeğin dolanan tasmasını düzeltmek için eğildi; Kont da derin bir nefes aldı, elindeki enfiye kutusunu fark ederek açtı, bir tutam aldı.

Semyon, orman kenarını aşan bir erkek köpeğe, "Geriye!" diye bağırdı. Kont ürperdi, enfiye kutusunu düşürdü. Nastasya İvanovna indi, onu yerden almaya koyuldu. Kont'la Semyon ona bakıyorlardı. Ansızın (ki bu sık sık olur) köpeklerin havlayan ağızları ve Danilo'nun sesi sanki ta önlerindeymiş gibi takipçilerin gürültüsü bir an yakınlaştı.

Kont dönüp baktı, sağda oyuklarından fırlamış gözlerle ona bakan ve külahını kaldırıp ileriyi, karşı tarafı gösteren Mitka'yı gördü.

"Kendini sakın!" diye Mitka öyle bir sesle bağırdı ki, ansızın dışarı çıkan bu sözü çoktan beri içinde tuttuğu belliydi. Köpekleri salıvererek atını Kont'a doğru sürdü.

Kont ile Semyon orman kenarından dörtnala uzaklaştılar, sol taraflarında hafifçe yalpalanarak yavaş sıçrayışlarla, onların ayrıldıkları ormanın kenarına doğru gelen kurdu gördüler. Azgın köpekler cıyıltılı sesler çıkardılar, tasmalarını koparıp atların ayakları dibinden kurda doğru ileri atıldılar.

Kurt durdu, geniş kafasını anjin olmuş gibi, hantalca köpeklere doğru çevirdi, bir iki defa sıçradı ve yine hafifçe yalpalanıp kuyruğunu sallayarak ormanın kenarında kayboldu. Bu sırada karşıki ormanın kenarından ağlamaya benzer bir ulumayla bir av köpeği fırladı, sonra ikincisi, üçüncüsü fırladı ve bütün sürü tarlaya, kurdun kaçtığı yere daldı. Av köpeklerinin arkasından fındık fidanlığı açıldı, Danilo'nun terden kararmış al atı göründü. Onun uzun sırtında yusyuvarlak olmuş, öne doğru yatmış, külahsız, kızarmış ve terli yüzünün üstünde ak ve karmakarışık saçlarıyla Danilo oturuyordu.

"Tut, tut!" diye bağırıyordu, Kont'u görünce gözlerinde şimşekler çaktı.

"Oo..." diye kaldırdığı kamçısıyla Kont'u tehdit ederek bağırdı.

"Kurt, diye ha!... Avcılara bak!"

Bozulan ve ürken Kont'u fazla söze layık görmemiş gibi ona hazırladığı bütün hiddetiyle kır iğdişin terden ıslanmış çökük böğrüne vurdu ve av köpeklerinin arkasına düştü. Kont bir cezalı gibi etrafına bakınıyor, gülümsemesiyle Semyon da durumuna karşı merhamet uyandırmaya çalışarak duruyordu. Fakat Semyon artık yanında değildi; çalılıklarda dolaşıyor, kurdu çıkarmaya çalışıyordu. Canavar, tazılarla da iki yandan kovalanıyordu. Ama çalılığa daldı, avcılar onu yakalayamadı.


V


Bu sırada Nikolay Rostov, canavarı bekleyerek yerinde duruyordu. Takibin yaklaşıp uzaklaşmasından, bildiği köpeklerin havlamalarından, zağarcı seslerinin yaklaşıp uzaklaşma ve yükselmesinden koruda olup bitenleri seziyordu. Orada genç ve yaşlı kurtların bulunduğunu biliyor, av köpeklerinin ikiye ayrıldığını, bir yerde kovalama olduğunu, bir aksilik çıktığını biliyordu. Canavarı her saniye kendi tarafında bekliyordu. Nereden, nasıl çıkacağı, onu nasıl avlayacağı yolunda türlü tahminler yürütüyordu. Ümidi ümitsizliğe döndü. Kurdun ona doğru gelmesi için birkaç kez Tanrı'ya dua etti; insanların, nedensizce heyecanlandıklarında duydukları o ihtiraslı, vicdanlı hisle dua ediyordu. "Ne olursun," diyordu Tanrı'ya, "benim için bunu yap! Biliyorum ki sen büyüksün, bunu senden istemek günah ama Tanrı aşkına, koca kurt bana çıksın; Karay, işte şuradan bakan dayının gözü önünde öldürücü dişini onun boğazına geçirsin." Sonbahar otları üstündeki seyrek yapraklı iki meşe ağacının bulunduğu ormanın kenarına, çökük kenarlı çukura, dayının, ağdaki fundalıktan hafifçe görünen kalpağına, yarım saat içinde bin kez dik, gergin, telaşlı bakmıştı.

İçinden, "Hayır, bu mutluluk beni bulmaz," dedi, "ama bulsa neye değmezdi! Ama bulmaz! Kumarda da, savaşta da, her yerde, her zaman talihsizlik." Austerlitz ve Dolohov, gözlerinin önünden bütün berraklığı ile, bir çırpıda geçti.

Görme ve duyma duyularını gererek, sola ve tekrar sağa baktı, takibin en ufak ses değişmelerine kulak kabartarak içinden, "Hayatımda bir kez bir küçük kurt avlasam, başka bir şey istemem!" diyordu, tekrar sağ tarafa baktı, boş tarladan bir şeyin ona doğru koştuğunu gördü. Bir mucize karşısındaymış gibi, derin bir nefes alarak, "Hayır, bu olamaz!" diye düşündü; o büyük mutluluk gelmişti. Hem ne kadar sade, şatafatsız, gürültüsüz. Rostov gözlerine inanamıyordu. Bu tereddüt, bir saniye sürdü. Kurt ileri doğru koşuyordu, yolun üzerindeki çukuru ağır bir hareketle atladı. Bu sırtı beyaz, sıska ve kırmızımtırak karınlı yaşlı bir hayvandı. Belli ki kimseye görünmediğinden emin, telaşsız koşuyordu. Rostov nefesini tutarak köpeklere baktı. Onlar kurdu görmemiş, bir şey anlamadan yatıyor, ayakta duruyorlardı. Yaşlı Karay başını çevirmiş, sarı dişlerini gösterip kalçaları üzerinde çıtlatarak öfkeyle pire arıyordu.

Rostov dudaklarını uzatarak bağırdı:

"Tut!"

Köpekler kulaklarını dikip tasma demirlerini sarsarak sıçradılar, Karay kalçasını kaşımayı bırakıp kalktı, keçe kılları sarkan kuyruğunu hafifçe sallayarak kulaklarını dikti.

Nikolay, kurt ormandan uzaklaşarak ona doğru ilerlediği sırada kendi kendine, "Salıvermeli mi, salıvermemeli mi?" dedi. Ansızın kurdun bütün şekli değişti; belki daha önce hiç görmediği insan gözlerini kendine dikilmiş bulunca titredi, kafasını hafifçe avcıya çevirerek durdu, sanki kendi kendine, geri mi, ileri mi? Eh! Hepsi bir, ileri!... bakalım, dedi; artık dönüp bakmadan hafif, geniş rahat, ama kararlı sıçrayışlarla ileri atıldı.

Nikolay neredeyse kendisinin olmayan bir sesle, "Aport!" diye bağırdı, iyi yürekli hayvanı su birikintisini atlayarak onu sırtın eteğine götürdü; köpekler onu daha hızla gelip geçerek ilerlediler. Nikolay kendi haykırışını duymuyor, sıçramalarını hissetmiyordu, ne köpekleri ne sıçradığı yeri görüyordu; yalnız hızlanıp yönünü değiştirmeksizin dereden kaçan kurdu görüyordu. Siyah benekli, geniş kalçalı Milka, canavara yaklaşmıştı. İyice sokuldu. İşte ona yetişti. Ama kurt ona şöyle yandan bir göz atınca, Milka, her zaman olduğu gibi, hızını artıracak yerde ansızın kuyruğunu kaldırarak ön ayaklarına yaslandı.

"Aport!" diye bağırdı Nikolay.

Kırmızı Lübin, Milka'nın arkasından fırladı, kurdun üzerine atıldı, kalçasını kavradı ama tam o sırada korkuyla öbür tarafa sıçradı. Kurt olduğu yere çöktü, dişlerini gıcırdatıp tekrar kalktı, yaklaşmayıp bir arşın masafeden onu takip eden köpeklerle birlikte ileriye sıçradı.

Nikolay kısılan sesiyle bağırmaya devam ederek, içinden, "Kaçacak ha! Hayır, imkânı yok!" dedi.

"Karay! Tut..." diye bağırdı tek ümidi olan yaşlı köpeği aranarak... Karay uzanabildiği kadar uzanıp kurda bakarak yolunu kesmek için ağır bir hareketle ona doğru sıçradı. Ama Karay'ın hesabının tutmadığı, kurdun sıçrayışındaki çabukluktan, köpeklerin sıçrayışlarındaki yavaşlıktan anlaşılıyordu. Nikolay, kurdun varınca içinde mutlaka kayıplara karışacağı ormanın artık uzakta bulunmadığını gördü. İleride, hemen hemen tam karşıdan köpeklerin ve avcıların geldiği görüldü. Daha ümit vardı. Nikolay'ın tanımadığı koyu esmer, genç, yabancı bir sürüden uzun bir köpek önden tüm gücüyle kurda saldırdı, onu neredeyse yere deviriyordu; kurt kendisinden beklenmeyecek bir çabuklukla doğruldu, koyu esmer köpeğin üstüne atıldı, çenelerini çatırdattı, köpek kan içinde, böğrü deşilmiş bir halde keskin bir vıyıltı ile yere serildi.

Nikolay ağlar gibi, "Karaycık! Hadi aslanım!..." diye bağırdı.

Butları üzerinde tutam tutam kılları sallanan yaşlı zağarcı, geciktiği için, yolunu kesmeye gayret ettiği kurda beş adım mesafeye kadar sokulmuştu. Kurt tehlikeyi hissetmiş gibi göz ucuyla Karay'a baktı, kuyruğunu ayaklarının arasında daha içe gizleyerek hızını artırdı. Bu sırada Nikolay sadece Karay'a bir şeyler olduğunu görüyordu. Hayvan ansızın kendini kurdun üstünde buldu; birlikte önlerindeki su birikintisine yuvarlandılar.

Su birikintisinde kurtla boğuşan köpeklerin altında kurdun ak kıllarını, gerilmiş arka ayağını, kısık kulaklı, ürkmüş ve soluyan kafasını (Karay onu boğazından yakalamıştı) gördüğü an, Nikolay'ın hayatının en mutlu anıydı. Attan inmek, kurdu öldürmek için eyerin kaşına yapışmıştı ki ansızın bu köpek kütlesinin içinden canavarın kafası yukarı uzandı, sonra ön ayakları su birikintisinin kenarında göründü, kurt çenelerini çatırdattı, (Karay'ın dişleri artık boğazında değildi) arka ayaklarıyla su birikintisinden sıçradı, kuyruğunu kısıp tekrar köpeklerden ayrılarak ileri atıldı. Karay tüyleri dimdik, büyük olasılıkla yaralanmış olarak su birikintisinden zorla çıktı.

Nikolay üzüntüyle, "Aman Tanrım, niçin?" diye haykırdı.

Avcı dayı öbür taraftan kurdun yolunu kesmek için atını dörtnala sürdü, köpekler canavarı tekrar durdurdular. Onu yine sardılar.

Nikolay, seyisi, dayı ve onun avcısı köpekleri kıştırarak haykırıyor, kurt kıçüstü oturunca her an inmeye hazırlanarak, silkinip kendisini kurtaracak olan ormana doğru ilerledikçe öne atılarak çevresinde fır dönüyorlardı.

Daha takibin başında Danilo kışkırtmayı işiterek ormanın kenarına koşup gelmişti. Karay'ın kurdu nasıl kavradığını görmüş, işi bitmiş sanarak atını durdurmuştu. Ama avcılar atlardan inmeyince kurt silkindi, tekrar kaçmaya başladı. Danilo kır atını kurda doğru değil de Karay gibi yolunu kesmek için ormana doğru koyuverdi. Bu manevra sayesinde, ikinci defa dayının köpekleri durdurdukları sırada atını kurda doğru sürdü.

Danilo bir şey söylemeden, kınından çektiği hançerini sol elinde tutarak ve kamçısını bir harman döveni gibi kır atının gergin böğürlerine indirerek ileri atıldı.

Kır at güçlükle soluyarak yanından geçinceye kadar Nikolay Danilo'yu görmemiş, bir şey duymamıştı; bir cismin düşmesinden çıkan bir ses duydu, Danilo'nun köpeklerin arasına yattığını, kurdun arkasında kulaklarını yakalamaya çalıştığını gördü. Şimdi her şeyin köpekler için de, avcılar için de, kurt için de bitmiş olduğu açıkça görülüyordu. Canavar korkuyla kulaklarını kısarak kalkmaya çalıştı, ama köpekler her taraftan onu sıkıştırdılar. Danilo doğruldu, ilerledi, yatağına yatar gibi kurdun üstüne abandı, kulaklarına yapıştı. Nikolay ona ateş etmek istedi, ama Danilo yavaşça fısıldadı: "Gerek yok, bağlarız." Sonra ayağını kurdun boğazına dayadı. Hayvanın ağzına bir sopa soktular, boynuna tasma vurur gibi ip geçirdiler, ayaklarını bağladılar; Danilo onu bir iki defa bir yanından öbür yanına yıktı.

Memnun ama yorgun yüzlerle kocaman kurdu canlı canlı, çifte atan ve ürküp soluyan bir ata yüklediler, üzerine doğru havlayan köpeklerle birlikte hep birden toplanacakları yere götürdüler. Av köpekleri iki, tazılar üç yavru almışlardı. Avcılar avlarıyla, hikâyeleriyle toplandılar. Ağzına sopa kakılı kocaman başını sarkıtmış iri donuk gözlerle, etrafını saran bütün bu köpek ve insan kalabalığına bakan kocaman kurdu görmek için sokuldular. Ona dokunulunca bağlı ayaklarını titreterek vahşi, aynı zamanda doğal bakışlarla herkesi süzüyordu. Kont İlya Andreyiç de yaklaşarak kurda dokundu.

"Vay kocamana bak hele. Kocaman, ha?" diye yanında duran Danilo'ya sordu.

Danilo hemen şapkasını çıkarıp, "Evet, kocaman, Ekselans," diye yanıt verdi.

Kont, kurdu kaçırmasını ve Danilo ile çatışmasını hatırladı.

"Fakat, ahbap, sen de ama öfkelisin ha," dedi. Danilo sesini çıkarmadı, yalnızca tatlı ve hoş bir çocuk gibi utangaç utangaç gülümsedi.

Continue Reading

You'll Also Like

15.2K 1.3K 19
Louisa May Alcott'ın 1868'de yayımlanan ölümsüz yapıtı Küçük Kadınlar'ın kuşaklar boyu her yaştan okuru büyülemesinde, aile hayatını idealleştirmesin...
3M 161K 40
Heja güzelliği ve cesaretiyle Amed'e nam salmış kadın. Ağir yakışıklılığı ve bastığı yeri titreyișiyle Amed'in saygı duyulan ağası... Kadın çok sevd...
8.2K 446 9
Jack London'ın bütün eserlerine bir simgeci natüralizm örneği olan Deniz Kurdu ile devam ediyoruz. Varlıklı bir aileden gelen Humphrey Van Weyden, ge...
869K 51.7K 69
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...