Tacın Bedeli

By okelzeynep

48.6K 3.9K 8.7K

● Wattys2019 Ödülleri - Tarihi Kurgu Kategorisi Kazananı Tacın Laneti'nin Devam Hikâyesidir ● • • Okumadan ön... More

|GİRİŞ|
|KARAKTERLER|
|KAPAK TASARIMLARI|
|0|
|1|
|2|
|3|
|4|
|5|
|6|
|7|
|ÖNEMLİ DUYURU|
|8|
|9|
|10|
|11|
|12|
|13|
.i
|14|
|15|
.ii
|16|
|17|
|18|
|19|
|20|
.iii
|21|
|22|
|23|
|24|
|25|
|26|
|27|
|28|
.iv
.v
.vi
|30|
.vii
.viii
.ix
|31|
|32|
|33|
.x
|34|
.xi
|35|
|36|
|37|
|38|
|39|
|40|
|41|
• final
• a way back home (+bonus bölüm)
• veda (+yazardan notlar)

|29|

844 65 256
By okelzeynep

Bölüm Şarkısı;
Sia - Breathe Me

×××

Yirmi Dokuzuncu Bölüm × Only Two Breaths Apart

...

Natalie'nin gözleri dakikalardır koltuğun yanındaki içi kan ve su karışımı sıvıyla dolu bakır leğene sabitlenmiş bir şekilde duruyordu. Yutkunarak başını öne eğdi ve derin nefesler çekti burnundan. Bu gece yaşadığı şeylerin gerçekten olup olmadığını idrak edemiyor, sanki sabah aniden uyanacak ve leydisine gidip korkunç bir kabus gördüğünü anlatacaktı. Kan kusuyordunuz diyecek gibiydi. Durmadan kan kusuyordunuz... Fakat ne yazık ki şu an rüyalar aleminde değildi. Uyumuyordu ve sabah olmamıştı. Hâlâ aynı gecede sıkışmıştı. Hâlâ leydisini yerde kanlar içinde sürünürken bulduğu gecenin içindeydi. Yanlarındaki bu yabancı adamın varlığı, her ne kadar leydisi ona güveniyor olsa bile, kızı diken üstünde tutmaya mecbur bırakıyordu. Ayakta dikildiği noktasından ayrılmıyor ve ancak leydisi ona komut verirse yerine getiriyordu.

O malum yabancı adam, adı Mathis ya da öyle bir şeydi, adeta Natalie'nin düşüncelerini okumuş misali yüzünü döndü ve ağzını açtı. "Yeni bez getir. Suyu da temizle." dedi, Leydi Anna'nın oturduğu koltuğun köşesine sinmiş, dudaklarını ve çenesini artık beyaz olmayan bezle temizlerken. Natalie inatla kıpırdamayınca ise kaşlarını ürkütücü bir ifadeyle çattı. "Sağır mısın, dediklerimi duymuyor musun?"

"Mathis..." diyerek susturdu onu leydisi. "Nat, lütfen bezi ve suyu değiştirir misin?"

Natalie başını sallayarak leğeni ve adamın yeni bıraktığı kanlı bezi aldığı gibi çıktı odadan. Öyle kötü sızlıyordu ki içi, leydisinin sesindeki o yorgunluğu duymak dahi canını acıtmaya yetiyordu. Neler olduğunu, uyurken neler kaçırdığını bilmiyordu ama, bundan böyle huzur yoktu ona. Gerekirse her gece uyanık kalacak, kapının yanında nöbet tutacak, yine de bir daha kimsenin Leydi Anna'yı incitmesine izin vermeyecekti.

Onun bu düşüncelerinin neredeyse aynısını paylaşan Mathis, suyu ve bezi beklerken büktüğü dizlerini yere dayayarak çömeldi. Anna'nın altları morarmış gözlerine, kızarmış dudaklarına, kanla ıslanmış saç tellerine ve kırmızıya boyanmış geceliğinin yakasına baktıkça dişlerini sıkmak zorunda kalıyordu. Kalbi hızla çarparak nefes alıp verişini hızlandırmıştı fakat buna neden olan öfke miydi yoksa acı mı anlayamadı.

"Bunu sana kimin yaptığını anlatacak mısın artık?" diye fısıldadı, odada sadece ikisi olmasına rağmen.

Anna burnunu çekip sızlayan gözlerini yumdu. Her yutkunduğunda boğazı yanıyor ve ağzına yine kan tadı geliyordu. O tadı söküp atmak için neler vermezdi ki... "Kim olduğunu bilmiyorum." diyerek açtı gözlerini ve büyük bir yorgunlukla arkasına yaslandı. "Ama Kraliçe Joan'ın adamı olduğuna eminin."

"Brunella... Kabul edelim ki şu sarayda seni zehirlemek isteyen onlarca kişi var. Herhangi biri olabilir-"

"Herhangi biri değildi, eminim diyorum." Dudaklarını yalamasıyla çatlaklara dolan kanın tadı yine diline bulaştı ve tiksintiyle yüzünü ekşitti. "O yaptı." dedi, cansız bir sesle. "Bu bir uyarıydı."

"Ne demek uyarıydı?"

"Bana kızgın... Maria'nın ölümünde benim parmağım olduğunu biliyor." dedikten sonra en nefret ettiği duygunun ruhuna çullanmasıyla sessizce gözyaşı döktü. "Birçok şeyden haberi var. Bizi izliyormuş." diye fısıldadı, korkuyla. "Oğlan Natalie'nin adını bile biliyordu... Natalie'nin adını bile!"

"Tamam, tamam sakin ol..." Mathis'in yatıştırıcı fısıltısını zeminden doğrulma ve Anna'nın ellerini tutup okşama takip etti.

Aklı almıyordu bir türlü. Kraliçe Joan bunu yapacak biri değildi. Hizmetindekilere karşı beslediği güvenin bu kadar çabuk körelmesi için ikinci veya üçüncü hatalarına şahit olması lazımdı. Hele ki Anna'ya... Anna'yı çok başka bir yerde tutmuştu hep. Sarayda onu korumuş, kollamış, kimseye öğretmediği şeyleri ona öğretip kimseye sunmadığı ayrıcalıkları ona sunmuştu. Biliyordu çünkü hepsine şahit olmuştu. Bu görevde Anna'ya yardım etmesi için herhangi birini göndermemesinin bir nedeni vardı. Mathis'in seçilmesinin nedeni, Anna'nın seçilmesinin nedeniyle aynıydı işte. İkisine de güveniyordu. Daha doğrusu şu an içinde oldukları durumla, eskiden güvenmişti.

"Yüzü nasıldı, oğlan neye benziyordu?" diye sorarak kendi kafasının içinde kaybolduğu köşelerden sıyrıldı. "Ayırt edici bir şeyi var mıydı? Doğum lekesi, ben veya onun gibi şeyler?"

Anna zihnini zorladı çaresizce. Sakince iç çekip yaşlarını bastırmaya çalıştı ama, midesine ve midesinin tam üstüne yediği tekmeler göğüs kafesinde içeriye batan keskin sızılara neden oluyordu. İstemsizce elini kaldırıp darbe aldığı yerlere koydu ve başını öne eğdi.

"Ne oldu?" diye sordu hemen Mathis. "İyi misin?"

"İyiyim..." dese de, iyi hissetmiyordu. Burnunu yeniden çekti ve başını kaldırdı. "Mutfak görevlisi üniforması giyiyordu." dedi. "Sürahiyi yenilemelerini istemiştim. O getirdi." diyerek masanın üstündekini gösterdi. "Yüzünü tam hatırlamıyorum... Çene kemiği çıkık ve genişti... Kahverengi saçlı, çok kısa ya da uzun değil. Bu kadar."

Mathis ayağa kalkarak masaya yaklaştı ve sürahinin ağzını açıp kokladı. Koklamasıyla yüzünün aldığı şekil değişmişti. Kesinlikle zehir atılmıştı içine. Üstelik birkaç damla da değil, etkisini çabuk göstermesi için bolca atıldığı belli oluyordu.

Anna onu izledi koltuktan. "Bir de..." diyerek aklına yeni gelen bir detayı yakaladı. "Yüzüğü vardı. Evet, yüzüğünü çok net hatırlıyorum." demesiyle oğlanın saçını çekip başını kaldırdığı sırada kafa derisine saplanan ağrı bir kez daha gösterdi kendini, sanki kızın hatırlamasına yardımcı olmak istemiş gibi.

"Nasıl bir yüzük?"

"Gümüş- büyük, gümüş bir yüzük. Orta parmağındaydı."

"Sade miydi?"

"Tuhaf bir sembol vardı üstünde. Ama ne olduğunu göremedim."

Mathis kaşlarını çatarak durdu. Anna'nın haklı çıkmasından korkmuş, korktuğu şey de başına gelmişti.

"Ne oldu?"

İç çekip bıraktı ve yüzünü Anna'ya döndü. "Sadakat yüzüğü." dedi, omuzları gerilirken. "Kraliçenin hizmetindeki erkek çalışanlara eskiden gümüş bir yüzük verilirdi. Üstlerinde ne olduklarını belli eden semboller vardı."

"Ne olduklarını mı?"

"Hangi hizmetle çalıştıklarını. Suikastçılar, ajanlar, gözcüler, haberciler... Benim de vardı." diyerek gözlerini ovaladı. "Çok uzun zaman önce takmayı bıraktım."

Böyle bir şeyi yeni öğrenmesi kafasını karıştırmıştı kızın. Sarayda kraliçenin çevresindekilerin belli başlı şeyler taktıklarını ve giydiklerini biliyordu ama, ne kendi takmıştı böyle bir şeyi ne de Mathis'in taktığını görmüştü. "Neden bıraktın peki?"

Mathis dudaklarını yalayarak geri koltuğa yöneldi. "Damgalanmaktan hoşlanmam."

Bu söz Anna'nın gözlerini kaçırmasına sebep oldu. Tam olarak neden sebep olduğunu kestiremedi gerçi. Belki de herhangi bir şekilde damgalanma düşüncesi rahatsız etmişti içini. Ama hepsi öyle ya da böyle, takılarla veya değil, takip ettikleri yolu çizen kişiye damgalanmamışlar mıydı? "Oğlan da kraliçe için çalışıyor demek bu, değil mi?" diyerek konuyu Mathis'in üstünden çekti. "Haklıydım?"

Kabul etmek istemese de, başını aşağı yukarı salladı. "Sana gönderdiği oğlan bu kadar öz güven sahibi olduğuna göre, hafife alınmayacak kadar uzun bir süredir yanında çalışıyor olmalı. Genç miydi yoksa-"

"Gençti. Ama benden genç değildi."

"O halde senle ben sarayda çalışırken de vardı. Büyük ihtimalle yeni eğitilen yetimlerden biri."

"Beni gördüğünü söylemişti." dedikten sonra elinde olmadan yutkundu. Gözleri birkaç saniyeliğine de olsa matlaşıp yere daldı. "Fransa'da olduğum zamanları biliyor. Kraliçenin güzeller güzeli evcil hayvanı demişti..."

"Ona evcil hayvan kimmiş göstereceğim-"

"Hayır." diyerek dikkatini topladı çabucak. "Sakın onu aramaya kalkma-"

Mathis dişlerini sıkıp, sertçe "Sana kolaylıkla yeniden zarar verme olasılığına göz yumamam!" dedi. "Sarayda bir yerlerde geziniyor ve sanki yokmuş gibi mi davranacağım-"

"Davranmak zorundasın, zorundayız!"

"Zorunda falan değiliz!"

"Mathis," deyip acıdan inleyerek zar zor ayağa kalktı. Gözleri iyice açılmış, yüzü iyice ciddileşmişti. "Hayatımda ilk defa bu kadar korktum. İlk defa... Bu ne anlama geliyor, biliyor musun?" diye sorsa da, cevap almayı beklemedi. "Kraliçenin gözünde hiçbirimizin canının önemi yok. Ona hizmet eden kuklalar gibiyiz ve canı ne zaman isterse ipleri kesme gücüne sahip." Gözlerinin dolması sinirden, ya da yaşadığı şeyin etkisinden hâlâ kurtulamamış olmasından dolayı olabilirdi. "Bu senden ve benden daha büyük bir şey... Hazırlıksız yakalandım, beklemiyordum- fakat bir daha aynı hatayı yapmayacağım. Sen de onu bulmaya, özellikle de ödeşmeye çalışmayacaksın." derken kelimelerini, üstlerine basa basa dile getirdi. "Çünkü eğer yanlış bir adım atarsak, daha kötüsüyle karşılık verir. Ona benden daha uzun yıllar boyunca hizmet ettiğini kendin söylemiştin. Neler yapabileceğini benden daha iyi biliyorsun."

"Yine de ondan korkmuyorum." diye fısıldadı Mathis.

"Belki de korkman gerekiyordur."

"Sen neden korkuyorsun?" diye sordu, sinirle. Korkusuzluğuna, cesaretine, kuvvetine hayran olduğu kızın şimdi korkup bir köşeye çekilmesini anlayamıyordu. Anna Brunella, korkusuz Anna Brunella, böyle geri adım atamazdı. "İstediği de tam olarak bu- Ona tam olarak istediği şeyi veriyorsun!"

"Sakın hoşuma gittiğini düşünme-"

"O zaman neden korkuyorsun?!"

"Çünkü kaybedecek çok şeyim var!" diye bağırdı dayanamayarak. "Hakkımda çok şey biliyor- bir dahaki zarar verişi canımı almakla olmayacak!" Sesini yükseltmesi midesine daha büyük bir sancı saplamış, belini büzüp acıyla yeniden koltuğa yönelmesini sağlamıştı. Mathis'in refleks olarak öne atılıp elini tutmasına bile izin vermedi. Dişlerini sıktı ve saniyelik kesilen nefesini koltuğa otururken yavaşça geri verdi. "Bu riski alamam..." dedi, kısa sessizliğinin sonunda. "Bu riski alamam, üzgünüm."

Mathis gözlerini yumarak döndü arkasını. Elleri belinde dolanıp durdu... Anna'ya bir şey olmasını kaldıramazdı, hayır. Bir şey olmasına izin veremezdi, daha doğru anlatmak gerekirse. Zihninde öyle karmaşık bir kavga çıkmıştı ki, sinirden ellerinin titremesine engel olamadı. Hizmet etmek uğruna hayatını adadığı, hatta ve hatta hayatını borçlu olduğu bir sadakat vardı ortada. Saraya alındığından beri kraliyetin her türlü işini yapmıştı. Her türlü şeye katlanmış, her türlü şeyi görmüş ve geçirmişti. Deneyimlediği, şahit olduğu, yine de ağzını kapalı tuttuğu şeyleri anlatsa, güneş doğup yeniden batana kadar anlatmayı kesemezdi. Ama buna rağmen şu an içinde çıkan kavgaya sinirleniyordu. Sinirleniyordu çünkü böyle bir ikilemde kalacağını hiç düşünmemişti. Joan'dan öfkeyle bahsedeceğini, gücünden korkmadığını söyleyeceğini, ona hizmet edenlerin kanını akıtmak isteyeceğini aklının ucundan bile geçirmezdi. Oysa çocukluğundan beri bildiği tek şey, gittiği tek yol bu değil miydi?

Kabul etmek istemiyordu ama, kendisini dahi hayrete düşüren bir patikaya sapmıştı, değil mi? Fransa Kraliçesi'ne kafa tutmak, bu kadar çabuk kafa tutmaya hazır olmak, kişiliğinin ne denli değiştiğini gösteriyordu. Sahiden de bundan aylar önce isimlerini duyduğu an nefretten yere tüküren Mathis, şimdi Brunella ailesi için çenesini kapalı tutmak zorundaydı. Sırf onlara zarar gelmesinin Anna'yı mahvedeceği gerçeği yüzünden, benliğindeki her hücreye ihanet ediyordu. Utanmadan ihanet ediyordu... Anna'nın da bir Brunella olması ise apayrı bir meseleydi ya, orasını düşünmeyi bırakalı çok olmuştu.

Homurdanıp yüzünü elleri arasına aldı, oradan da sertçe itekleyerek saçlarını geriye attı. Ensesinde birleştirip Anna'yı izledi bir süre. Bana neler yaptırıyorsun der gibi baktı. Bana neler yaptırıyorsun Brunella...

"Peki, tamam." diyerek koltuğa yaklaştı ve bir kez daha Anna'nın ayakları önünde diz çöktü. "Senin dediğin gibi yapacağız. Ama eğer yine sana bulaşan olursa-"

"Sana gerek kalmadan işini ben bitireceğim." dedi. "Emin ol, öldürülmek gibi bir niyetim yok."

"Öldürülmesen iyi edersin." diye fısıldadı, endişeli fakat sert bir ifadeyle. Bakışları aşağı kaydı ve parmakları usulca Anna'nın elini okşadı. "Bütün bunların ne anlama geldiğini biliyorsun, Brunella. Yolun sonuna yaklaşıyoruz."

Anna, elini okşayan parmak uçlarına izin vererek yutkundu. "Biliyorum."

"Bizi bekleyen şeye hazır olmamız gerek." dedikten sonra bakışlarını kaldırdı. Açması zor bir konuyu açıyor, açmaktan başka çaresi olmadığını ise biliyordu. "Her şey olup bittiğinde, sana bunu yapan kişinin yanına geri döneceğiz. Buradaki her şeyi geride bırakmak zorunda kalacağız. Yedek planını hazırlamaya başla. İnan bana, bu işin içinde benim kaldığım kadar fazla kalmak istemeyeceksin."

Sözlerinin ne anlama geldiğini sormak istese de zaten arkalarında yatan gerçek anlamların farkındaydı. Görevleri bittiğinde özgür olmayacaklarını söylüyordu. Ettikleri sadakat yemininin yanlış bir hareketlerinde boğazlarına ip gibi dolanacağını ve nefeslerini kesmeden de gevşemeyeceğini söylüyor; Fransa'nın, istediğini alsa bile, Anna'yı ya da ailesini rahat bırakmayacağı hakkında kızı açık açık uyarıyordu. Bu korkunç olasılıklar artık akıllarında daha da netleşmişti.

Joan'ın sadakat karşılığında avuçlarına koyduğu her zenginliğin bir bedeli olmakla beraber, Anna ve Mathis'in o bedelleri ödeme vakitleri hızla yaklaşıyordu.

...

Sabahın habercisi niteliğinde öten kuşlar, Anna Brunella'nın odasına sızan güneş ışıklarıyla birlikte Mathis'e dokunmuş ve adamı, koltukta büzüşerek daldığı kısacık uykusundan uyandırmıştı. Çıkardığı ve kenara koyduğu ceketini omuzlarına atarak odayı ikiye bölen alandaki perdeyi hafifçe araladı. Yatağında yatan Anna'ya son kez baktı. Yüzüne düşen siyah buklelerini narin narin yüzünden çekti ve yutkunduktan sonra da odadan çıktı.

Kabustan farksız başlayan gece nihayet bitmişti. Güneşin biraz daha yükselmesiyle saray halkı tamamen uyanmış, olanlardan habersiz kendilerini bekleyen güne odaklanmışlardı. Uyananlar arasında Anna ve Natalie de vardı elbette. Yaptıkları ilk şey geceyi zor da olsa arkalarına atmaya çalışmak olmuştu fakat, Natalie'nin hazırladığı sıcak küvete girerken Anna'nın gözüne çarpan morluklar, geceyi unutmasını imkansız bir hale getiriyordu.

Karnından göğsüne doğru yükselen yeşilimsi mor izler, aynada bedenini incelerken yüzünü ekşitmesine neden oldu. Onu arkadan izleyen Natalie ise başını endişeyle eğik tutuyordu. Ellerindeki havluyu sıkıca kavrayarak laf etmemeyi denedi. Bu görüntü karşısında sadece kelimelerini değil, göz yaşlarını da yutmak zorunda kaldı.

"İyiyim, merak etme." dedi Anna, kızın kaçamak gözlerini aynadaki yansımadan yakaladıktan sonra. Yorgun ayaklarını inleyerek kaldırdı ve ani hareketlerden kaçınarak küvete girdi. Zehirden miydi yoksa yediği darbelerden mi, kesin değildi; göğsünde kuvvetli bir ağırlık taşıyordu. Ansızın nefesini kesen, kısa nefesler almaya mecbur bırakan bir ağırlıktı. Başını geriye atarak sıcak suyun kaslarını yumuşatmasına izin verdi önce. Bedenindeki yorgunluğun, ne kadar temizlenirse temizlensin tam gitmeyen kan lekelerine eşlik etmesini ve, kurutulmuş çiçek yapraklarıyla hazırlanmış sabunlu suyun teninde dolanarak zihnini rahatlatmasını umuyordu.

Saç uçlarına bulaşmış kuru kan, usul usul acele etmeden küvet suyuna karışıyordu. Gözlerini yeniden Natalie'ye çevirdi. "Özür dilerim." dedi, kızı şaşırtarak. "Seni de bu işlere ortak ettiğim için."

Natalie hızla başını iki yana sallarken küvetin yanında diz çöktü. "Tek dert ettiğim sizin sağlığınız."

"Bana bir şey olmayacak."

"Dün gece neredeyse ölüyordunuz-"

"Ama ölmedim." deyip kızın elini tuttu. "Nat, ailemin evine geri dönmeni istiyorum."

"Hayır-"

"Orada çalışmaya devam edeceksin, yanımda değil."

"Kesinlikle olmaz, hayır!" derken, belki de hayatı boyunca ilk defa bu kadar kararlı konuşmuştu. "Siz nerede iseniz, benim yerim de orası. Ne olursa olsun sizi yalnız bırakmayacağım."

Anna üzüntüyle kaşlarını kaldırdı ve yutkundu. Nasıl izin verebilirdi ki buna? "Benim yanımda olduğun sürece tehlike içindesin." diye fısıldadı, açık açık. "Canını riske atamam..."

Fakat Natalie umursamıyordu bile. "Sizi yalnız bırakmayacağım." diyerek yineledi sözünü. Havluları yere koydu ve leydisinin elini daha sıkı kavradı. "Sizin düşmanınız benim düşmanım. Dostunuz benim dostum. Sırrınız benim sırrım. Anlıyor musunuz?"

"Nat-"

Korkusuzca leydisinin lafını kesti. "Bunu bir daha konuşmayacağız." Çenesi titriyor olsa da başı dik, bakışları kendinden emindi. "Şimdi, ağrınızı hafifletecek bir şey bulmamız lazım. Morluklarınızı da bitki yağları ile ovalayacağım." der demez endişesini ve korkularını çaresizce gizlemeye çalışan biri gibi dudaklarını sıktı. Ayağa kalktı ve küvetin başına geçerek leydisinin saçlarını geriye doğru aldı. "Ayrıca sizin neyi sevip neyi sevmediğinizi benden daha iyi kimse bilemez. Başkasını bulmak sizi çok zorlar."

Anna'nın yüzüne oturan buruk tebessüm, vücudundaki morluklardan daha çok acı veriyordu şüphesiz. Direnmeden saçlarını Natalie'nin ellerine emanet etti ve arkasına yaslanıp saçlarının okşanmasına izin verdi. Doğrusunu söylemek gerekirse Natalie'nin tutumu onu şaşırtmıştı. Bir başkası olsa gördüğü onca şeyden sonra ardına bakmadan kaçar, hatta belki ağzını bile kapalı tutamazdı. Fakat Natalie bambaşka bir bağ ile bağlanmıştı kendisine. Aynı şekilde Anna da ona zarar gelmesine dayanamaz, onu korumak için her şeyi göze alabilirdi.

Bütün düşüncelerinin arasından karamsar bir duygu baskın geldi. Çok ani bir şekilde gözlerinin dolmasını sağlamıştı. Suyun içinde tuttuğu ellerinden birini çıkararak kaçan bir iki yaşı sildi ve burnunu çekti.

"Teşekkür ederim, Nat." diye fısıldadı. "Yanımda olduğun için."

Yanıt olarak Natalie ise, leydisinin başına şefkat dolu bir öpücük kondurmuştu.

...

Stephanie ve Leonardo kahvaltı masasında çocuklarıyla ilgilenirken, Simone hâlâ aşağı inmeyen kocasına bakmak amacıyla masadan kalkarak yukarı çıktı. Koridorda yakaladığı, kucağında temiz çarşaflar taşıyan kıza sormuş, adamın çalışma odasında olduğunu öğrendikten sonra da neden sabah sabah işlerine gömüldüğü hakkında nutuk çekmeye hazırlanarak Eric'in çalışma odasına dalmıştı.

"Daha kahvaltı bile etmedin." İlk sözcükleri bunlar oldu. Kapıyı kapattı ve ellerini göğsünde birleştirdi. "Bil diye söylüyorum hayır, kahvaltını burada edemezsin. O günler geride kaldı."

Ama Eric başını masadan kaldırmadı. Elinde tuttuğu şeye o kadar odaklanmıştı ki, karısına göz ucuyla dahi bakmadı.

"Beni duyuyor musun?" diyerek masaya yaklaştı Simone. "Yine neyin raporunu inceliyorsun-" Ve lafı yarıda kaldı. Öyle ki gözleri kocasının elindeki şeyi yakından daha net görebilmiş ve gördüğü saniye yüzünü renksizleştirmişti. "Ne zaman geldi?"

"Bana yalan söyledin."

"Yalanlardan konuşmaya başlamak istemezsin."

Eric başını dikleştirdi ve büyük kızından gelen mektubu masaya bıraktı. İtalya'dan gelen mektubu... "Fransa'da olduğunu söylemiştin."

"Kesin olarak Fransa'da diye bir şey demedim."

"Simone..."

"Peki, özür dilerim." diyerek iç çekti ve mektubu masadan aldı. "Fakat sana gerçeği söylesem canın sıkılacaktı. Zaten zor bir dönemden geçiyordun."

"Bundan böyle aile arasında sır yok demiştik." dedi Eric. Ayağa kalktı ve hayal kırıklığıyla karısına döndü. "Kızımın nerede olduğunu bilmeye hakkım vardı ama sen bunu benden gizlemeyi seçtin."

"Anlık verdiğim bir karardı. Anna beni çağırınca onu ve çocukları Fransa'da tek bırakmak istemedim."

"Takıldığım nokta Fransa'dan ayrılması değil." Bunu derken yüzünde nedensiz bir burukluk kol geziyordu. Sıkıntıyla bakışlarını yere eğdi. Belini çalışma masasına dayadı. "Eğer başına bir iş gelseydi nerede olduğunu dahi bilemeyecektim."

Son cümlesi Simone'un boğazına oturmuştu. Yavaş adımlarla ona yaklaşarak kolunu tuttu ve okşadı. "Sana söyleyecektim." dedi. "İngiltere'ye çağırdığında öyle mutluydun ki, gelene kadar bu konuyu açmamaya karar verdim."

"Öyleyse mektup elime geçmese hiç söylemeyecektin."

Simone kaşlarını kaldırıp elindeki mektuba göz attı. Ancak o zaman kocasının yüzündeki burukluğu anlayabilmişti.

...babamla tekrar aynı çatı altında yaşamaktansa, çocuklarımla İtalya'da misafir olarak yaşamayı tercih ederim. Fakat lütfen ona içten teşekkürlerimi ilet...

"Ah, Eric..."

"Benimle aynı çatı altında yaşamaktansa tercih ettiği şeye bak." derken Eric'in sesi titredi. Sinirli olmak istiyor, yine de bunu başaramıyor gibiydi. "Kardeşlerini bile mi özlemedi? Ya da en azından torunlarımla tanışmaya hakkım yok mu? Yıllardır tuttuğu kin kime yarar sağlıyor?"

"Katerina'yı bilirsin," deyip durumu en az zararla kontrol altına almaya çalışsa da Eric'in şu an ne hissediyor olabileceğini tahmin etmesi zor değildi. "O hep böyleydi-"

"Onu özlediğimi neden göremiyor?" diye sordu bu sefer. Gözlerini karısına çevirdi ve dudaklarını sıktı. "Değiştiğimi ispatlamam için şans vermiyor ki bana. İçten teşekkürleriymiş... Yirmi yılı aşkın süredir görmediği babasına sadece içten teşekkürlerini iletiyor."

Nazik kelimeler olayı çözemeyecekti galiba. O da, acı vereceğini bilse bile, dürüst olmaya karar verdi. "Katerina doğduğunda ikimiz de zorlandık." dedi. İç çekti ve sesini yumuşattıktan sonra mektubu masaya koyarak tıpkı Eric gibi belini yasladı. "Fakat Eric, kabul etmek zorundasın ki, kızına asla baba gibi davranmadın." demesiyle, kocasının az önceki buruk ama sinirli bakışlarıyla karşı karşıya geldi. "Bana hiç öyle bakma. Katerina'yı diğer çocuklarımızdan hep bir adım geriye koydun. Onu dinlemedin, onunla vakit geçirmedin. Seni babası olarak değil, hoşlanmadığı bir yabancı olarak görmesine neden oldun-"

"Bunları bilmiyor muyum sanıyorsun?" Eric sertçe doğrulup odanın içinde dolandı biraz. "O zamanlardaki halimle şimdiki halim bir değil! Aptal bir düşünceyle, aptal gibi oğul bekleyen sığ bir insandım- hem, gencecik olduğumuzu hatırlatmama gerek yok, biz... Ne yaptığımızı dahi bilmiyorduk ki-"

"Ama ben öğrenmeye açıktım. Sen ancak Leo'nun doğumuyla baba olmaya hazırladın kendini."

"Tanrım, Simone!"

"Bunları canını acıtmak için söylemiyorum." diyerek o da doğruldu. "Fakat bütün suçu Katerina'da aramadan önce-"

"Hiç de öyle görünmüyorsun!"

"-kendi hatalarını da göz önünde bulundurmalısın." Derince iç çekerek başını yana yatırdı. "Aceline, Leo ve Anna'yı yanına alıp gittiğinde kaç gece boyunca ağladı, biliyor musun? Neden onu da götürmediğini, ne zaman geleceğinizi, ona mektup yazıp yazmadığını sorup durdu." Sözcüklerinin kocası üstündeki etkisini izliyordu bir yandan da. "Sana olan kırgınlığı, öfkesinden daha büyük. Ama bu seni sevmiyor ya da senden nefret ediyor, sana kin besliyor demek değil. Sadece, öyle büyümek zorunda kaldı. Ve maalesef artık çocuk değil."

Eric ellerini beline koymuştu. Adımları yavaşladı. Nefes alıp verişi dengesini yeniden kazandı. Baba olmanın en kötü yanı belki de buydu; geçmiş hatalarını düzeltmesi zorlaşıyor, geçen yıllar yüzünden de o hataları kalıcı hasarlar veriyordu. Çocuklar sonsuza dek çocuk kalamazdı. Büyüdüklerinde ise, anne ve babalarının geçmiş hataları çevresinde büyümek mecburiyetinde oldukları için kendi yöntemleriyle derilerini kalınlaştırıyor, kendi yöntemleriyle kendilerini koruyorlardı. İş işten geçiyor, deneyimledikleri hayal kırıklığını silmek imkansız bir hâl alıyordu.

Çocuklarının hepsinde hatalar yapmıştı, bu zaten artık bilinen ve Eric'in de kabul ederek yüzleşmeyi seçtiği bir durumdu. Ama Katerina ile arasındaki şeyi çözemiyordu. Çözemiyordu çünkü kızını bir kere hayal kırıklığına uğratmış ve o hayal kırıklığı ile büyümesine neden olarak şansını kaybetmişti.

"O artık kendi çocukları olan, kendi ayakları üstünde durmayı öğrenmiş genç bir kadın." Simone kocasının omuzlarını tutup arkadan sarıldı ona. "Bırak seçimlerini de kendi yapsın. Seçimlerinden dolayı onu suçlama."

"Ben sadece onu yeniden görmek istemiştim."

"Biliyorum, sevgilim, biliyorum..." diye fısıldadı. "Ona cevap mektubunu sen yaz, olur mu? Özrünü dile, hissettiklerin hakkında dürüst ol. Affetme seçimini de ona bırak."

"Beni affetmez ki..."

"Yine aynı mevzuları konuşmayacağız Eric, ciddiyim." deyip, tuttuğu omuzlarından kendine çevirdi kocasını. Yüzünü elleri arasına aldı. "Katerina onu ne kadar çok sevdiğini biliyor." dedi. "Aranızda ne olursa olsun bunu bildiğine eminim. Ama senden duymak hoşuna gidecektir."

"Öyle mi dersin?"

"Denemekten zarar gelmez."

...

Oradaydı işte; Charles Clout saraydan aldığı eşyalarının sandıklarını at arabalarına yükletiyor, arkasındaki arabada duran kardeşinin tabutuyla birlikte ise son incelemeleri yaparak gitmeye hazırlanıyordu. Anna sarayın ana salonunun büyük pencerelerinden izliyordu onu. Kar ve soğuğun pencere camlarını buğulandırmasına aldırmadan, karnındaki sızıyı veya başındaki ağrıyı görmezden gelerek kafasını dik tutarken izliyordu gidişini. Dün gece uyarıldığı şey ve uyarılma biçimi canını acıtsa dahi, yaptığı şeyden pişmanlık duymuyordu. Charles'ın, Maria'nın tabutuyla saraydan ayrılışını izlemek bütün fiziksel acılarını anlamlı kılıyordu. Her ne kadar kulağa acımasızca gelse bile gerçek buydu.

O sırada kızın arkasında kalan salonun kalabalığı içinden tanıdık bir ses geldi. Başını çevirdi ve çevirmesiyle birlikte gözlerine memnuniyetsiz bir bakış oturdu. Harika... Joseph, kucağında taşıdığı dosyalarla birlikte şimdi tam yanında duruyordu.

"Leydi Anna." diyerek formalite gereği başını bükerek selam verdi. Hoş, görgü kurallarını ne zamandan beri umursadığı sorgulanmaya açık bir konuydu ama.

Anna da tıpkı onun yaptığı gibi başını belli belirsiz öne eğerek bu selamını karşılıksız bırakmadı. Yine de gözleri soğuk, tavrı ciddiydi. "Burada ne işiniz var, Bay Goldenbird?"

"Sizi temin ederim beni de memnun eden bir durum değil." derken Joseph'in gözleri, kızın izlediği şeye kaymış ve pencerenin öbür tarafında kalan Charles Clout'a sabitlenmişti. "Lord Clout'un gidişi herkese büyük bir sürpriz oldu."

"Açmaya çalıştığınız sohbetin geri kalanını duymak için sabırsızlansam da, yapacak daha önemli işlerim var-"

"Sohbet etmeye gelmedim." diyerek durdurdu onu. "Geçici süreliğine majestelerinin baş sekreterliğine atandım." dedikten sonra da kucağındaki dosyaları homurdanarak gösterdi. "Sizinle planlamamız gereken Noel kutlamaları var."

Bir bu eksikti... Anna agresif bakan gözleriyle dosyaları ve adamın yüzünü inceledi bir süre. İstediği son şey, kendisini Francis Walterson'ın ölümüyle suçlamış eski aşığı ile birlikte vakit geçirip, kutlamaya tadı tuzu kalmamış Noel için eğlenceler planlamaktı. Edward'ın teklifini kabul ettiği için kendine kızdı. Tamamen unuttuğu için de aklına sinirlendi.

"İkimizin de iyiliği için çabucak halletmeyi ve ayrı yollara gitmemizi öneriyorum." dedi Joseph, asık bir suratla. "Noel'e kadar iki haftamız var. Şimdi başlarsak zamanında bitirebiliriz."

"Yapılmasını istediğim her şeyin notlarını bu akşam odanıza gönderirim. Geri kalanını siz halleder ve-" Fakat aniden gelen şiddetli öksürük lafını yarıda kesti. Göğsüne saplanan keskin ağrıyla bir elini pencereye dayayarak destek almak zorunda kaldı.

Joseph çabucak aralarındaki mesafeyi kapattı. "Anna?" diye fısıldamasına engel olamadı. Cebinden kendine ait olan bez mendili çıkarıp kıza uzattı ve kaşlarını çattı. "İyi misin?"

Anna mendili kaptığı gibi sırtını Joseph'e dönmüştü şimdi. Bütün gücüyle öksürmeye devam ederek bir an önce bitmesini bekledi. Arkada kalan insan denizi bu öksürüklerin sesiyle sohbetlerini kısmış ve belli etmemeye çalışsalar da göz ucuyla Anna Brunella'ya bakmışlardı.

"Anna?" Tedirgin olmuş bir şekilde insanlara kaçamak bakışlar attı Joseph. Fakat tedirgin olduğu onların ne düşündüğü değildi. "Babana haber vereceğim-"

"Gerek yok..." Nihayet yeniden nefes almaya başlamıştı. Boğaz ağrısıyla yutkundu ve burnunu çekerek başını dikleştirdi. "Soğuk algınlığı sadece."

"Soğuk algınlığı gibi görünmüyor."

"Soğuk algınlığı." dedi Anna. Mendili dudaklarından ayırdı ve kendisine bakan insanlara kaşlarını çatarak cevap verdi. Beklemediği şey, mendile gözleri değdiği an gördüğü küçük kan lekeleriydi.

Ve maalesef Joseph de görmüştü onları. "Bu kesinlikle soğuk algınlığı değil." diye fısıldadı ama, endişe ve korku sesini normal bir fısıltıdan daha yüksek çıkardı. "Babana haber vermem gerekiyor-"

"Gerek yok dedim." diyerek dişlerini sıktı kız. Mendili avucunda büzüştürdü ve dikkatle sakladı. "Fazla öksürmekten dolayı boğazım tahriş oldu. Önemli bir şey değil."

"Mendilde kan var, gözlerimle gördüm, bunun neresi önemli değil?"

"Ben önemli değil diyorsam, önemli değil." Anna'nın tepkisi sertti. Kanı görmenin onu pek de şaşırttığı söylenemezdi. Her ne kadar panzehiri içmiş olsa da, vücudu hâlâ zehrin kendisini atmaya çalışıyordu. Bir süre daha yorgun hissedecek, öksürecek ve büyük ihtimalle her öksürdüğünde kanlı izler görecekti. "Dediğim gibi, notları biri aracılığıyla size gönderirim. Bu akşam elinizde olur." diyerek saçlarını geriye attı ve omuzlarını dikleştirdi. "Mendilinizi de en kısa süre içinde temizletip size ulaştıracağım, teşekkür ederim."

Joseph anlamayarak çattı kaşlarını. Bu kadar mıydı? Ya Anna sağlığını ciddiye almıyordu, ya da gizlediği bir şeyler vardı. Ki, Anna'yı tanıyan biri olarak, ikinci seçeneğin daha baskın geldiğini istemese dahi biliyordu.

Ağzını açıp bir şeyler söylemek istedi fakat Anna çoktan yürüyüp gitmiş, ana salondan çıkıp gözden kaybolmuştu. Joseph öylece kalakaldı pencerenin yanında. Fısıldaşan insanlara ters ters baktıktan sonra da hızla kendi odasına ilerledi.

Olan biten her neyse, mutlaka kokusu ortaya çıkacaktı.

...

Brunella ailesinin evindeki akşam yemeğine Eric ve Simone'un isteği üzerine Anna da katılacaktı. Babalarının bütün gün saraya gelmeyip evde durması iki Brunella kardeşini birden endişelendirmiş, ellerine geçen çağrı notları sonrası da birlikte eve gitmeye karar vermişlerdi. Ayrı ayrı teslim edilen notlarda aynı şey yazıyordu. Eric ve Simone'un aileyle konuşmak istediği bir konu vardı. Fakat bunun haricinde herhangi bir açıklama yapılmamıştı.

Anna'nın gözleri yolculuk boyunca yolu izledi. Evlerine giden tenha yolların iki yanını çevrelemiş ormana ve ormanda herhangi bir hareketlilik olup olmadığına bakıp durdu. Sanki her an arabanın önü kesilecek, başlarına kötü bir şeyler gelecek gibiydi. Bu korkusunu körükleyen akşamın karanlığı ve çevrenin sessizliği kızın paranoyak düşüncelere kapılması hakkında hiç yardımcı değildi.

"Sana bizimle ne konuşmak istediklerini söylediler mi?" diye sorarak kız kardeşini irkitti Leo. "İyi misin?"

"Evet, evet... Dalmıştım tam." deyip kendini toparladı çabucak. "Sadece yemek için eve gelmemi, konuşmak istedikleri konular olduğunu yazmışlar."

"Babam saraya da gelmedi bugün. Sabah kahvaltı da yapmadı hatta."

"Neler olduğunu sorma fırsatın oldu mu?"

Leo başını iki yana sallayarak koltuğun kumaşından sarkan ipliklerle oyalandı. "Annem ona bakmaya çıktığında evden ayrıldım."

"Ama kafanı kurcalayan bir konu var."

"Son zamanlarda tuhaf davranıyorlar." dedikten sonra sıkıntıyla iç çekti. "Sağlığından şüpheleniyorum... Aile hekimini çağırttım bugün. İkisinin de iyi olduğunu söyledi."

Anna abisinin elini ipliklerin üstünden çekip tuttu. "İyi olduklarına eminim. Babamı bilmiyormuş gibi davranma, eğer sağlığı kötü olsaydı durumu dramatikleştirip mutlaka bir şeyler söylerdi."

"Ya çoktan söylemişse ve ben anlamamışsam?"

"Leo, ikisi de gayet iyiler. Endişelenecek bir şey olduğunu sanmıyorum."

"Annemin Steph'e dersler verdiğini biliyor muydun?" deyip bu sefer diğer eliyle oyalanacak bir şeyler buldu. "Düşesliğe hazırlamak için."

Bilmiyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse son zamanlarda evi ya da ailesi içinde olup biten hiçbir şeyden haberi yoktu ki. Bu canını sıkmış mıydı kesin değildi ama, onların iyiliği için kendini bir adım geride tutmaya özen göstermeliydi. "Doğru bir karar olmuş." derken abisinin diğer elini de tutup oyalandığı şeyi durdurdu. "Öyle ya da böyle öğrenmesi gerekiyor."

"Stephanie'yi savunacağını düşünmezdim."

"Savunmuyorum, ortada taraf tutulacak bir mesele yok."

"Onunla aranızı düzelttiğiniz için mutluyum."

Stephanie ile arasını düzeltmek mi... Karmaşık bir konuydu. Paylaştıkları Margaret Hamilton sırrından sonra artık istese de ters düşemezdi onunla. "O yoluma çıkmadığı sürece ben de onun yoluna çıkmayacağım." lafıyla çizgisini belli etti. "Hem, annem de onu sevmişe benziyor..."

"Ve bu beni memnun ediyor."

Anna yan gözle abisine bakıp elinde olmadan güldü.

"Niye gülüyorsun?" diye sorarken ise Leo da gülmeye başlamıştı. "Ciddiyim, annemle iyi anlaşmaları hoşuma gidiyor."

"Yeni evli çiftler gibisiniz..." diyerek önüne döndü ve yeniden dışarıyı izlemeye daldı.

Çok da yanlış bir ifade değildi bu. Sonuçta birbirlerini tanımaya yeni başlamamışlar mıydı? Leonardo da başını çevirip penceresinin ardında kalan karanlık ormana dikti gözlerini. Hayatında düşünecek, kafa yoracak ve üstünde duracak fazlaca nokta olmasına rağmen en büyük önceliğini aile meselelerine vermesi, eskiden genç adamı yıpratan baskın şeylerden biriydi. Çok değil, bundan sadece birkaç ay önce yıpranmışlığın son seviyelerini yaşıyordu. Artık o duygu ön planda değildi. Artık eskisi kadar yalnız hissetmiyordu. Çevresinde aklındakileri paylaşabileceği, açık sözlü olabileceği, sert davranma mecburiyetine girmeyeceği kişilerin sayısı artmıştı. Mesela Anna vardı. Annesi vardı. Stephanie ile yeni yeni dürüstlüğü benimsiyorlardı ama olsun... Babasıyla da yumuşamıştı araları. Ve elbette Mark, o zaten hep yanında değil miydi?

Kısacası daha hafif ve daha şeffaf hissetmekten zevk aldığını söylemek, kesinlikle yanlış bir ifade olmazdı. Tek korkusu bu hafifliğin ve şeffaflığın uzun sürmeyeceği yönündeki karamsar düşünceleriydi. Ama onları da aşmanın bir yolunu bulurdu elbet...

İki kardeş yolun geri kalanını sessiz geçirmiş, araba sonunda evin önünde durmuştu. Kapılar açıldı ve atlar ana bahçeye girdi.

"Bizimle konuşacakları her neyse öğrenmek üzereyiz." deyip indi Anna. Abisinin kendisini bekleyen koluna girdi ve ikisi birlikte evin çoktan açılmış ön kapılarını geride bıraktılar.

Evin içinde dolanan kokulara bakılırsa masa çoktan hazırlanmıştı. Yemek odasına giden koridorda hizmetlilerin gölgeleri oynuyor, bir oraya bir buraya hareket ediyordu. Anna ve Leo kürklü kabanlarını, atkılarını ve eldivenlerini kapıdaki görevlilere teslim ederek evin ortak salonuna yöneldiler. Tahmin ettikleri gibi, çocuklar da dahil olmak üzere herkes buradaydı.

Stephanie ve Eric koltukta oturup Mary'e Noel süslemelerinden taçlar yapıyor, Simone ise salonun ikinci kapısı önündeki hizmetlilerle konuşuyordu. Çocuklarını görünce yanındakileri gönderdi ve güzel bir tebessüm sergileyerek önce kızına sarıldı.

"Neler oluyor?" diye fısıldadı Anna, annesinin kulağına.

Simone'un tebessümü, yanıt verip geri fısıldarken bir kere bile bozulmamıştı. "Ablandan mektup geldi." dedi. "Baban her şeyi biliyor."

Acaba yemeğin ve görüşme muhabbetinin nedeni bu muydu? İyi de, bunun için bütün aileyi bir araya toplamaya gerek var mıydı, emin olamadı.

Çocuklarının geldiğini gören Eric, torunu ve gelininin yanından kalkmıştı. Onun kalktığı yere Leonardo oturmuş, Eric de Anna'nın ve Simone'un durduğu yere ilerlemişti.

"Annenle bir olup bana yalan söyledin." Eric'in kızına karşı kurduğu ilk cümle bu oldu.

Anna tam ağzını açacakken ise Simone girdi aralarına. "Sır olarak saklamasını ben istedim Eric."

Eric homurdandı. Ne diyebilirdi ki? Bezmiş bir ifadeyle dile getirdiği "Annesinin kızı işte..." sözcüklerinden sonra da koltukların bulunduğu alanın ortasına yürüdü. "Leo, çocukları dadılarına teslim et."

Leo anlamadı ilk başta. Fakat babasının lafını ikiletmeden Mary'nin elinden tutarak kalktı. Kapıda Frederick ile bekleyen dadılarına teslim etti, kapıyı kapattı. "Sorun nedir?"

"Hepiniz karşıma geçin."

Stephanie ve Simone göz göze geldiler. Onlar gibi Anna ve Leo da aynı bakışları paylaşarak dizilmişlerdi babalarının önüne. Ortada bir tek Eric ve Simone vardı.

"Ablanızdan mektup geldi." dedi Eric. "Gerçi şu an bu odada olan kadınlar her şeyi en başından beri biliyordu ama," demesiyle Leo'nun kaşlarını kaldırıp Stephanie'ye, Stephanie'nin de başını yana çevirip Anna'ya bakmasını izledi. "Anneniz buraya gelmeden önce çocuklarıyla birlikte Fransa'dan ayrılmış. İtalya'daki aile dostlarımızın yanında. Bilmen gerek diye düşündüm Leo."

"Fakat durumu iyi." diyerek bilgilendirdi Simone. "Herhangi bir sıkıntısı yok."

"Tabii davetimizi reddetmiş. Buraya gelmek istemiyor."

Leonardo babasına dönerek yutkundu. "Gelmek istemediğini mi yazmış, yoksa-"

"Gelmek istemiyor işte." dedi Eric, sinirli ama buruk bir ses tonu eşliğinde. "Kendi bilir... Her neyse, sizi çağırmamızın başka bir nedeni var."

Anna arkasına yaslanıp ellerini göğsünde birleştirdi. "Azarlamak için çağırmadın yani?"

"Anna..."

"Çağırmadım." deyip iç çekti. "Anneniz ve ben bir karar aldık. Ailemizi etkileyecek bir karar."

"Bildiğiniz gibi," dedi Simone. "Daha önce sizlerle konuşup ablanızı buraya davet etmenin iyi olacağı, bunu yaparak da Fransa'da aile ismimizi taşıyan kimsenin kalmayacağı hakkında görüşmüştük."

"Tabii biz o kararı verirken ablanız zaten Fransa'da değilmiş."

Simone kocasına çenesini kapalı tutup imalı sözlerini kendine saklamasını haykıran sert bir bakış attı. Eric bu mesajı almış olmalıydı ki homurdanarak çenesini sıktı.

"Anlayacağınız Fransa'da artık Brunella ailesinin herhangi bir üyesi kalmadı, çocuklar."

Anna yerleştiği rahat pozisyonu bozmadan oturduğu yerde öne doğru hafifçe doğruldu. "Bölüyorum ama, Fransa'da nasıl hiçbir aile üyemiz olmaz? Demek istediğim, akrabalarımız da mı yok? Adını duymadığımız kuzenler ya da konuşmadığımız amcalar..."

Stephanie ve Leonardo bu soruyu destekler gibi dudak büzdüler.

"Olsaydı şu an bu soruyu sormuyor olurdun." dedi Eric. Ve yine karısının sert bakışlarına maruz kaldı.

"Uzun lafın kısası, Fransa'yı bize bağlayan hiçbir şey kalmadı." diyerek sözüne devam etti Simone. "Biz de babanızla bu konuyu derinlemesine konuştuk. Ve... Oradaki bütün mal varlığımızı satmaya kadar verdik."

Koltukta yan yana oturan üç genç de aynı anda farklı ifadeler sergiledi.

"Fransa'da hâlâ mal varlığımız mı var?" diye sordu Stephanie.

"Hepsini mi?" diyerek ikinci bir soru attı Leo.

"Zaten ne kadar para ederler ki..." derken gözlerini deviren kişi Anna oldu.

Simone önce küçük kızının sorusunu cevapladı. "Sandığından daha çok para ediyorlar." dedi. "İki yazlık kır evi, bir köy evi, üç kullanılmayan çiftlik, bir üzüm bağı ve iki malikanemiz var. Şu anda kapalı ve kilitli durumdalar, onlardan uzun zamandır kazanç sağlamıyoruz. Ve evet, hepsini satacağız."

Leo alnını kırıştırmıştı. "İyi de, neden? Bu kadar çok mülkümüz var ama neden hiçbirinden kazanç sağlamıyoruz?"

"Savaştan sonra değerlerini kaybettiler."

Stephanie bir kocasına, bir de annesine baktı. "Oradayken köy evinde kaldığınızı söylemiştiniz, diğer evlerimiz varsa neden o sefalete katlandığınızı anlamıyorum."

Ona ise Anna yanıt verdi. "Aceline hâlâ yaşıyorken Fransa bizi vatan haini ilan etmeye çalıştı. Babam da annemle ablamın gözden uzak bir yere taşınmasını istedi."

"Fakat o günler geride kaldı. Artık Fransa'da yaşamıyoruz." dedikten sonra kocasının elini tuttu Simone. "Onları satarsak elimize iyi bir miktar para geçecek. Tamamını ablanıza, İtalya'ya göndereceğiz. Orada misafir olarak değil, kendi evinde kalmasını istiyoruz."

"Ona ek olarak elimizde arta kalan para olursa, İngiltere'nin farklı yerlerinden başka mülkler alacağız. Şu an maddi açıdan durumumuz iyi ama ikiye katlamaktan zarar gelmez."

"Şehir dışına ve içine malikaneler yaptırmayı planlıyoruz. Bu ev bizden sonra Leo ve Stephanie'ye kalacak. Anna, tapusu sana ait bir malikane inşa ettireceğiz. Böylece ileride evlendiğin zaman aile mirasından yararlanabilirsin."

Leo başını ortada oturan karısının arkasından uzatıp Anna'ya fısıldadı. "Sana demiştim, tuhaf davranıyorlar..."

Ama Anna abisine dikkatini vermedi. "Eğer tapusu bana ait olacaksa evi de ben tasarlamak istiyorum."

Ve Leo kaşlarını çatarak kardeşine baktı. "Ciddi misin?"

"Ne dedim ki?"

"Orasını vakti geldiğinde düşünürüz." dedi Eric. "Fakat sizi uyarıyorum, Fransa'daki her şeyimizi satmak oraya bir daha geri dönmeyeceğiz demek oluyor. Kendinizi buna hazırlamanız lazım."

Leo ve Stephanie'nin bu konuda sıkıntısı yoktu. Öte yandan Anna'nın rahatlığı o saniye içinde bozuluverdi. İşin diğer yüzünü düşünmemişti. "Peki ben üstüme olacak evi Fransa'da istiyorsam?" diye sordu hemen. Ailesinin tamamen buraya yerleşmemesi gerekiyordu. Hâlâ Fransa'da bir tane bile olsa evleri bulunmalıydı... Her ihtimale karşı.

"İleride Fransa'da mı yaşamak istiyorsun?"

"Kesin olarak bir cevap veremem fakat burada zaten bolca yaşayacağımız yer var. Kendime ait bir evim olacaksa neden Fransa'da olmasın?"

"Eğer öyle ise Paris'deki evi satmayalım." diyerek kocasına döndü Simone. "Tapusunu değiştirelim."

Eric ise gözlerini kısmış bir halde kızını inceliyordu. "Orada hayatın boyunca toplasan on yıldan az süre yaşadın. Kendi evini oraya istemen çok saçma."

Anna babasına omuz silkerek meydan okudu. Hoşuna gitmiyordu ama bir şekilde ağırlığını koymalı ve endişelerini belli etmemeliydi. "Belki senin aksine bazılarımız doğduğu yeri seviyor olabilir."

"Anna!"

Leo homurdanarak araya daldı. "Neden son zamanlarda ölümünüzden sonrasını düşünür oldunuz?"

"Leo, bunu konuşmuştuk." deyip kocasının omzunu okşadı Stephanie.

"Hayır, tuhaf davranıyorsunuz. Hoşuma gitmiyor." Leo içindeki her şeyi sermişti ortaya şimdi. "Aile hekimi ile konuştum, sağlığınızın iyi olduğunu söylüyor ama ona inanmıyorum. Bizden sakladığınız bir şeyler var."

Anna gözlerini devirdi. "Fazla pirpirikli davranıyorsun Leo."

"Sizleri düşünsem suç, düşünmesem suç!" Eric sinirlenmişti işte. Ellerini beline koyarak karısına döndü. "Sonra da bana sinirlendiğim için kızıyorsun!"

"Boş yere sinirleniyorsun." dedi Simone. Ardından oğluna çevirdi başını. "Endişelenmeni gerektiren hiçbir şey yok. Sağlığımız iyi olmasa zaten sizlerden gizlemeyiz. Sadece ileriye dönük planlarımızda daha tutarlı ve kesin adımlar atmaya çalışıyoruz."

Anna bir ayağını diğerinin üstüne atıp arkasına yaslandı. "Sana demiştim..."

"Ama beni korkutuyorsunuz." Leo kardeşinin yorumunu duymazdan geldi. "Daha önce böyle bir işe girişmemiştiniz."

"Biz iyiyiz Leo. Her geçen gün daha da gençleşmiyoruz, sizlere iyi bir gelecek hazırlamanın vaktinin geldiğini düşündük, o kadar."

Eric dudaklarını büzüp kaşlarını çattı. "Ben masaya geçiyorum, bu kadar yeterli!" dedi, elleri hâlâ belindeyken. "İsteyen gelir, isteyen gelmez." dedikten sonra ise bir saniye fazla beklemeden salondan çıktı.

Onun çıkmasıyla sessizlik çökmüştü içeri. Derin nefesler alındı, gözler diğer gözleri inceledi. Bir süre kimse konuşmadı. Taa ki Leo ağzını açana kadar.

"Ablamın Fransa'da olmadığını biliyordunuz ve bana söylemediniz mi?"

Üç kadın da aynı anda bir şeyler söyleyerek hareketlendi. Sıra halinde kapıya yöneldiler ve ne dedikleri anlaşılmadan salondan çıkıp gittiler. Leo koltukta ağzı açık izlemişti onları. İnanılır gibi değil diye söylendi, kendi kendine. İnanılır gibi değil...

...

İki hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Şehrin her yeri Noel süslemeleri ile donatılmış, İsa'nın doğumunu simgeleyen figürler dükkanların, pazarların, kiliselerin ve hayır kurumlarının girişlerine veya kapılarına konmuş, sokaklar ışıl ışıl mumlarla aydınlatılmış, dualar, şarkılar, ilahiler söylenmiş ve herkes bu özel günün neşesiyle içlerini doldurmuştu.

Kral tarafından açılan çadırlarda, belirlenen kiliselerde ve pazar meydanlarında sıcak yiyecek ve içecek dağıtımı hazırlandı. Anna Brunella'nın önerisiyle ise yetimhanelere ve okullara kraliyet hazinesinden bağış yapıldı. Battaniyelerden oduna, yün kazaklardan oyuncaklara kadar halkın her yaş grubunu kapsayan hediyeler Leydi Anna adına sahipleriyle buluştu. Üniversitelerdeki çeşitli bölümlere de yardım edilmiş, hatta bazı yerlere felsefe, bilim ve sanat kitapları bile gönderilmişti. İnsanların dilinden minnet sözcükleri, gözlerinden mutluluk yaşları eksik olmuyordu. Krallarının adını haykırıyor, ömrünün uzunluğunu diliyor; Leydi Anna Brunella'ya binlerce kez teşekkür ederken, kızın sağlığına dua ediyorlardı.

Saraydaki kutlama da en az dışarıdaki kadar görkemliydi. Noel sabahı bütün saray halkı Westminster'deki Aziz Peter Kilisesi'nde törenlere katılmış, öğlen vakitlerinde ise ana kutlamanın yapılacağı Westminster Sarayı'na geçmişti. Yol boyunca Kral Edward'ın yüzlerce muhafız tarafından korunan arabasından etrafa altınlar saçılmıştı. Halkın neşe çığlıkları eşliğinde asilleri ve asilzadeleri kapsayan konvoy şehir halkını selamlamıştı. Kısacası anlaşılacağı üzere, gün güzel başlamış ve güzel devam etmişti.

Akşama doğru Westminster Sarayı'nın geniş salonunda dans eşliğinde yemek servisi yapıldı. Anna Brunella'nın ücretini üstlendiği sahne oyunları sunuldu. İnsanlar gülüyor, hediyelerini veriyor, yemeklerini yiyor ve Noel'in yanı sıra birkaç gün sonra başlayacak yeni yılın şerefine kadehler kaldırıyordu. Dertlerini ve tasalarını bir günlüğüne de olsa rafa kaldırmışlardı sanki. Herkesin yüzünde mutlu tebessümler dolanıyordu. İyi anlaşamayanlar bile şakalaşıyor, ağızlardan sinsi fısıltılar yerine nazik sözcükler fışkırıyordu. Rüya gibiydi ama, Anna Brunella nasıl yaptıysa böyle bir ortam yaratmayı başarmıştı. Noel bu yıl daha canlı, daha renkli, daha hafif hissettiriyordu.

İşin sırrı bulunması o kadar da zor bir şey değildi aslında. Çok basitti; Anna kutlamaya günler kala Edward ile sohbetler etmiş, davetiye listesini de kendi isteğine göre ayarlatmıştı. Gelenek usulünce kutlamada olması gereken piskoposlar bu yıl sarayda yoktu. Hepsi mucizevi bir şekilde kiliselerde hayır işi yapmaya görevlendirilmişti. Onlar yerine ülkenin çeşitli yerlerindeki üniversitelerden belli başlı profesörler davet edilmiş, ki bu profesörlerin görev aldığı bölümler tartışmaya açık bölümlerdi, meclis ve bakanlıklardaki bütün yetkili kişiler çağırılmaktansa sadece ve sadece Anna'nın uygun gördüğü isimler listeye yazılmıştı. Bazı dedikodular duyulmuştu bu isimler hakkında. Mesela birçoğunun gizli gizli reform destekçisi oldukları söyleniyordu ama, adı üstünde hepsi, Anna Brunella ve Kral Edward'ın da deyimiyle, başı boş dedikodulardan ibaretti.

"Aynı ortamı yeni yıl kutlamalarında da görmek isteriz. Ayrıca bir sonraki Noel kutlamalarını dört gözle bekliyor olacağız." yorumlarına Kral Edward şen kahkahalarla cevap vermişti.

"Ben hiçbir şey yapmadım. Bütün övgü Leydi Anna'ya aittir." diyordu. "Kendisi burada olduğu sürece her yıl aynı kutlamaları düzenleyebiliriz."

Aldığı iltifatlar istemsizce gururlandırıyordu genç adamı. Gözleri direk Anna'nın güldüğü noktaya kayıyor ve başardığı işin hayranlığıyla gurur duyuyordu. Her kelimesinde samimiydi, övgülerin tamamını kızın hak ettiğini düşünüyordu. Ve bu duygular Anna'ya hazırlattığı hediyenin heyecanıyla mükemmel bir uyum içindeydi.

"Kendinizi aşmışsınız, Leydi Anna." dedi, Bay Handman. "Planladığınız her detay zarif zevkinizi ortaya koyuyor."

Anna mütevazi bir gülüşle başını öne eğdi. "Çok incesiniz, teşekkür ederim."

Bunun üstüne Bay Handman kıza iyice yaklaştı ve zaten kalabalığın bastırdığı normal tondaki sesini daha da kıstı. "Bundan önceki sohbetimizde konuştuğumuz şeyleri düşünme vaktiniz oldu mu, merak ediyorum."

Ne cevap verebileceğini bilemedi önce. Zaman kazanmak adına kadehinden yudumlayarak etrafa bakındı. "Desteğiniz benim için son derece anlamlı. Hakkımda böyle düşünmeniz beni çok mutlu ediyor." demesi, kesin bir cevap vermek istemediğinin kanıtıydı. Daha başka neler söyleyip geçiştirebileceğini tararken gözleri adamın parmağına kaydı ve konuyu oracıkta değiştirdi. "Yara izinizin arkasında iyi bir hikaye olsa gerek."

Bay Handman aptal bir adam değildi. Konunun üstünde çok durmadan kızın yaptığı gibi hemen kapatıverdi. Nazik bir edayla gülümsedi ve kadehini diğer eline alıp bahsettiği yara izinin bulunduğu parmağını gösterdi. "Ah, evet evet... Fakat korkarım ki sandığınız kadar etkileyici bir hikayesi yok. Üniversitedeki derslerimden biri sırasında yanlışlıkla masaya vurdum. Görüyorsunuz ya, masanın kenarlarından birinin kırıldığını fark edememişim. Ahşap parçası doğruca etime girip kesti." dedikten sonra başını sevimli sevimli havaya kaldırdı. "Tıp fakültesindeki dostlarımdan biri dikti. Sanırım bu hikayedeki en etkileyici kısım, aynı dostumun bana nasıl yara dikmeyi öğretmesi. Sakarlık işte."

Anna nezaket gereği gülüp adamın kolunu sıktı. O sırada yanlarına gelen Edward'ı görmesi, bu ilginç sohbetten sıyrılmak için mükemmel bir fırsattı.

"Majesteleri."

Edward gülümseyerek başıyla Bay Handman'a selam verdi ve "Sizi tanıştırmak istediğim biri var." diyerek de Anna'yı kaptığı gibi Bay Morris'in yanına götürdü. Tam tanıştıracaktı ki, Anna'nın kabaran gülüşü araya girdi.

"Thomas Morris!" derken Edward'ın elinden sıyrılıp, kendisiyle aynı şaşkınlığı yaşayan Thomas'a sarıldı genç kız. "Tanrım, kaç yıl oldu?"

"Matmazel Brunella!" Thomas ağzı açık kalakalmıştı. "Geçen yılları inanın saymadım bile- fakat her yıl güzelliğinizi bambaşka bir seviyeye taşımış."

"Kelimeleriniz her zamanki gibi nazik ve büyüleyici."

Thomas kahkaha atarak oyuncu bir şekilde öne eğildi. "Aşka aşık bir adamdan daha ne beklenir ki..."

Edward sadece ikisini izliyordu. Kaşları havaya kalkmış ve büyüyen merakı elinde olmadan yüzüne yansımıştı. "Zaten tanışıyorsunuz." dedi, utanarak.

"Bay Morris birkaç aylığına da olsa Kraliçe Joan'ın korosunda görev yapmıştı, o zaman tanışmıştık." Anna elindeki kadehini özenle kenara koyarak yeniden Edward'ın koluna girdi. Bu hareketi ise Edward'ın midesine kelebekler serpiştirmişti. "İyi bir arkadaşlık kurduk diyebilirim, fakat saraydan ayrılmanızdan sonra sizden haber alamadım."

Thomas'ın gözleri ikisinin birleşen kollarına kayınca, muzip bir tebessüm de dudaklarına oturmuştu. O merak edip durduğu, İngiltere Kralı'na besteler yazdıran şanslı kişi bunca zaman burnunun dibindeydi demek. Şimdi her şey daha net ve açıktı. Ama çok da şaşırmaması gerekiyordu, ne de olsa bir kralı ancak ve ancak Anna Brunella gibi biri aşktan deli divane edebilirdi.

"Beni bilirsiniz, Matmazel, oradan oraya dolaşıp dururum." dedi. "Sizin İngiltere'ye geldiğinizi duymuştum. Fakat bu kadar yakınımda olduğunuzu bilseydim mutlaka ziyaretinize gelirdim."

Anna diğer eliyle adamın elini tutup güldü. "Merak etmeyin, aramızda alınganlık söz konusu olamaz. Açıkçası sizi burada görmek bana da sürpriz oldu."

"Bay Morris benim gizli konuğum olarak katıldı." demişti Edward, kolunu Anna'nın beline yerleştirirken. Hemen sonrasında ise hafifçe kızın kulağına eğilmiş ve fısıldamıştı. "Size özel hazırlattığım hediye ile uğraşıyordu."

Anna'nın suratına tarif etmesi zor, cıvıl cıvıl bir ifade büründü. "Majesteleri..."

Edward'ın hoşuna gitmişti bu ifade. "Bay Morris, lütfen müzisyenlere haber verir misiniz?"

"Hemen, majesteleri." diyerek heyecanla ayrıldı yanlarından.

"Buna hiç gerek yoktu." diye fısıldadı Anna.

"Hediyeler gereksinim olduğu için verilmez, Leydi Anna." deyip güldü Edward. "Hediyenizi kaçıracaksınız..."

Tam da o sırada müzik kesildi. Kalabalığın uğultusu kısıldı ve gözler çalgıların bulunduğu balkona kaydı. Thomas Morris'in yüzünü tanıyanlar adamı balkonda görür görmez mutlu olmuştu. Neşeyle sessizleşmiş ve elleriyle onu gösterip etraflarındaki kişilere bir şeyler fısıldamışlardı.

Thomas çalgıların ve müzisyenlerin önüne tıpkı provasını ettikleri gibi geçti, yine provasını ettikleri gibi pozisyonunu aldı. Derken çok tatlı ve yumuşak bir melodi salonu doldurmaya başladı. Ağır ağır, acele etmeden yayılan huzurlu melodiye eşlik eden şey, meleklerin sesini andıran iki kadın ve iki erkeğin önderlik ettiği aşk dolu kelimelerdi.

There is a lady who has the eyes of the sea,
there is a lady who has the hair of the night
O- how beautiful her mind is
O- how her companionship brings me delight
The one with my own soul, I shall call her,
the one that holds my heart
If I kiss thee now, would it be a sin- who will know!
My soul will be doomed to hell forever, therefore-
Sweet God knows, hell never felt so welcoming before
away from thee, only two breaths apart...

Tekrarlanan nakaratlar, kelimelerin notalara uyuş biçimleri, melodilerin zarafeti diye diye, salondaki herkes güçlü bir aşk büyüsünün etkisi altına girmiş misali mayışmıştı. Bakışları yumuşamış, dudaklarının kenarlarına narin kıvrımlar oturmuştu. Fakat kimse akıllarından bunun, içlerinden birine kral tarafından verilmiş bir hediye olabileceği ihtimalini geçirmedi. Eros'un Ozanı yine yeteneğini sergiliyor diye düşündüler. Kim bilir kimi görüp de aşık oldu, bu satırları yazdı...

Oysa gerçek çok başkaydı.

Anna hayrete düşmüş, rengi gitmiş ve bir tek yanaklarında rengi kalmış yüzünü Edward'a çevirip soru sorar gibi baktı. Edward da aynı ifadeyi taşıyordu ama, onun sadece yanakları değil, ensesi ve kulakları da kıpkırmızı olmuştu.

"Sözlerin bu kadar... net olmaması gerekiyordu." diye fısıldadı, göğsü hızla inip kalkarken. "Sadece sizi önemsediğimi belli eden bir şeyler yapmak istemiştim. Leydi Anna, ben-"

Anna onu susturup elini tuttu ve yavaş yavaş hareket ederek kalabalığın içinden sıyrıldı. Şimdi şaşırma sırası Edward'a gelmişti herhalde. Ne itiraz ederek, ne de kendini geri tutarak, Anna'nın elinde ayrıldı salondan. Büyük kapıların dış yanlarındaki tenha ve loş köşelerin birinde durdular. İkisinden de bir süre ses çıkmadı.

"Benim de bir hediyem var." dedi Anna. Edward'ın dilini kilitledi bu sözü. "Böyle vermemeyi ummuştum, fakat..." dedikten sonra utanarak güldü ve bunca zaman boynunda taşıdığı zinciri çekip, ucundaki madalyonu korsesinin içindeki saklı yerinden çıkardı. Yutkunarak adama uzattı. "Nereye giderseniz gidin, benden bir parçayı daima yanınızda götürmenizi istiyorum." dedi. "Gelecekte neler yaşanırsa yaşansın beni... Beni böyle hatırlayın. Kalbinizin üstünde."

Edward hayran olmuş gibi gülümseyerek aldı madalyonu. Zarar vermeden açtı ve içine iliştirilmiş Anna'nın küçük portresine baktı. Güzel yüzüne, güzel gözlerine... Boyaların bile işlemediği, boyaların bile tam anlamıyla gizleyemediği bir güzellikti bu. Kelimenin her anlamıyla mükemmeldi.

"Sonsuza dek kalbimin üstünde." diyerek iç çekti. Madalyonun zincirini parmaklarına dolayıp dudaklarına götürdü ve narince öptü. Ama bunu yaparken gözleri bir an olsun Anna'nın gözlerinden ayrılmamıştı.

O saniye boyunca, Anna binlerce kez özür diledi ondan. Durmadan, kendi kendine sessiz özürler yağdırdı. Bir gün kalbini kıracağı bu adamın güzel gözlerine bakarken içi gidiyordu. Böyle hissetmekten nefret ettiğini bir kez daha hatırladı. Zayıf ve savunmasız hissetmek, birini önemsemek, birini... Birini sevmek.

Edward madalyonu boynundan geçirdi ve gömleğinin içine sıkıştırdı. Dakikalar önce Anna'nın tenine değen gümüş şimdi onun tenine dokunuyordu. Yutkundu ve söyleyecek bir şeyler aradı çaresizce. Öylesine bir şeyler, herhangi bir şeyler... Ama bulamadı. Onun yerine derin bir nefes alarak cesaretini son damlasına kadar bedenine çağırdı. Midesindeki kelebekleri durdurmayı denedi. Hızla atan kalbine söz geçirmeye çalıştı. Tam öne eğilmişti ki, Anna bir adım atarak aralarındaki mesafenin tamamını kapattı. Ve beklemeden dudaklarını Edward'ın dudaklarına doladı.

Tam olarak neydi bu? Daha önce başka dudakları öpmüş olsalar bile, neden ilk defa ikisi de aynı anda bunu hissediyordu? Sanki biri onları ayaklarından tutup kaldırmış, sırtlarındaki yükleri yere atmış ve yerlerine kanatlar takmıştı. Dudaklarındaki ısı tarif etmesi güç bir ısıydı. Birinin bedeninden şelale gibi geliyor, diğerinin bedenine hızla akıyordu. Anna ayak parmaklarına basarak kendini yükseltti ve elini adamın ensesine koyup kendine doğru çekti. Azıyla yetinmek istemeyen, daha fazlasına aç bir yaratık misali öpüyordu onu. Edward'ın ellerini belinde hissettiği an içi gıdıklandı. Kızı belinden kavrayıp kendine yaklaştırması, dudaklarının her köşesini şevkle istemesi, duygularının öksüz kalmadığının ispatıydı.

Şarkıda da dediği gibi, bu öpücük onları günahkar mı yapıyordu? Zaten cehenneme mahkum değiller miydi, öyle ya da böyle gidecekleri yer orasıydı. En azından Anna'nın bir gün gideceğinden emin olduğu yerdi. Bu düşünce sayesinde nefes almadan bir kez daha öptü Edward'ı. Sadece iki nefes uzağında... Günahlarına yenisini eklemek artık neyi değiştirirdi ki?

Tanrı biliyor, cehennem hiç bu kadar misafirperver hissettirmemişti. Sadece iki nefes uzağında...

...

Charles Clout'un alnında beliren soğuk ter damlaları şakaklarını da ıslatıyordu. İspanya'nın bu küçük kasabasında kutlanan Noel önceden görmediği ve açıkçası ilgisini de çekmeyen bir kutlama yöntemiydi. Tozlu yollar boyunca dizilmiş insanlar şarkılar eşliğinde dans ediyor ve ellerindeki mumları havaya kaldırıp adamın anlamadığı dillerinde bağırarak bir şeyler söylüyorlardı. At arabasının ilerlemesini zorlaştırıyordu kalabalık. Her ne kadar arabacı yüksek sesle onları uyarsa da, yoldan kolay kolay çekilmek gibi bir niyetleri yoktu.

Yanında oturan esmer adama dönüp derince nefes aldı. "Ne zaman varacağız? Hep böyle kapalı mı yollar?"

Esmer adam soğuk fakat çekingen gözlerini kaçırdı. "Az kaldı, lordum." dedi, koyu bir aksanla. "Kasabalılar kutlamaları sokaklara taşımayı sever."

"Medeniyet diye bir şey duyulmamış mı?" kelimeleriyle büyük bir nefes bıraktı. Arabanın içindeki havasızlıktan dolayı elindeki mendille durmadan ensesini temizliyor, gömleğinin yakasıyla oynuyor ve sabırsızlıkla yolculuğunun bitmesini bekliyordu. "Ne demiştiniz buranın adına?"

"Efendim, lordum?"

"Kasabanın diyorum, adı neydi?"

"La Rosaleda."

Charles homurdanarak geri önüne döndü. Kendini neyin içine attığı hakkında bazı sorgulamalarda bulundu. Tarttı, göz devirdi. Memnun değildi. Fakat bulduğu o şeyden sonra arkasını dönüp gidemezdi. Yıllarca saklanmış bir sır, yıllarca üstü örtülmüş anılar... Onları ortaya çıkarmadan arkasını dönerse, bu kadar çabuk pes ettiği için kendini affedemezdi.

O bunları düşünürken yol nihayet açılmış ve atlar yeniden hareketlenmişti. Teker ve nallardan çıkan toz arkalarında koca bir duman bulutu bırakıyordu. Kurumuş gül çalılarının yanından geçip gittiler, küçük kasabanın küçük evlerine göz attılar. Derken, etrafı yüksek demirlerle çevrili bir ev çıktı önlerine. Bahçesi boydan boya ağaçlar, kiremit saksılardan taşan çiçekler, gül çalıları ve Charles'ın adını bilmediği birçok bitkiyle doluydu.

"Burası mı?" diye sordu, pencereden dik dik evi izlerken.

Yanındaki adam yutkundu. "Evet." dedi. "Burası."

Arabadan birlikte inmelerine rağmen Charles önden gidiyordu. Demir kapıların iki kenarında bekleyen nöbetçilere kendini tanıtsa da ancak esmer adamın sözleriyle kilidi açtılar. Kenara çekildiler. Anlam veremediler. Böyle birinin neden Señora Gloriana'nın evine geldiğini bir türlü çözememişlerdi.

Charles çok da hızlı olmayan adımlarla evin verandasında durdu ve kapıyı çaldı. Kısa boylu, sert görünümlü bir kadın açmıştı.

"Merhaba." dedikten sonra aralıklı duran kapıdan içeriye göz attı belli belirsiz. "Ben Lord Charles Clout." derken ise evin iç merdivenlerinin yarım görüntüsü ardında kızın ürkek bakışlarını gördü. Evet, aradığı buradaydı işte. "Leydi Catherine Borova'ya burada olduğumu ve kabul ederse kendisini İngiltere'ye götürmek istediğimi söyler misiniz?"

Continue Reading

You'll Also Like

155K 6.8K 99
Siyah jipin aşınmamış lastikleri, asfaltta garip bir ses çıkarıyordu. Arka koltukta gazetesine gömülmüş siyah gözlüklü adam, gözlerini okuduğu gazete...
9.7K 6.9K 72
Arafta kaldığım, ruhumun serzenişte olduğu ya da hissettiklerimi yazıya dökebildiğim zamanlarda yazdıklarımdan oluşan bir kitap. Biraz edebi, biraz k...
14.2K 620 28
"Benim uçurumumda açarsan, adın Alp Yıldızı olur... Çiçeğim." -2022 Watty Ödülleri KAZANANI- *** Aynı acıyı paylaşmış insanlar bir noktada buluşurdu...
53.1K 5.3K 157
Wattys'2022&2021 Yarı Finalisti/WattpadFantasyTr Krallıktan Akan Asalet Kategorisi!💜 SERİNİN TÜM KİTAPLARI AYNI ÇALIŞMADADIR! İnancın ve büyünün kar...