Savaş ve Barış

By ClassicsTR

6.9K 168 13

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... More

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

XVII - XVIII - XIX

35 1 0
By ClassicsTR


Bagration'un sol kanadında saat dokuzda savaş henüz başlamamıştı. Dolgorukov'un savaşa başlanması yolundaki isteğine uymak istemeyerek sorumluluğu üzerinden atmaya bakan Prens Bagration bunun başkomutandan sorulmasını Dolgorukov'a önerdi. Bagration biliyordu ki gönderilecek adamı iki kanat arasındaki on verstlik mesafe içinde öldürmezler de (öldürülmesi olasıydı) hatta bulunması çok zor olan başkomutan bulsa bile, gönderilen akşamdan önce geri dönemez.

Bagration uykusuz, ifadesiz iri gözlerini maiyeti arasında dolaştırdı; Rostov'un heyecandan, ümitten, elinde olmayarak, sararıp solmuş çocuk yüzü hemen gözüne çarptı. Onu seçti.

Rostov, elini güneşliğinde tutarak, "Ya eğer başkomutandan önce efendimizi görürsem, Ekselans?" dedi.

Dolgorukov, Bagration'dan önce atılarak, "Konuyu ona arz edebilirsiniz," dedi.

Hattaki nöbetini değiştiren Rostov sabaha karşı birkaç saat uyuyabilmişti ve kendini neşeli, cesur, azimli, çevik, güvenli ve her şeyi kolay, mümkün gören bir ruh hali içinde hissediyordu.

Bütün istekleri bu sabah yerine geliyordu: Meydan savaşı veriliyor, ona katılıyordu; dahası var, en cesur generalin yanında emir subayıydı, ayrıca da bir görevle Kutuzov'a, belki de bizzat hükümdarın yanına gidiyordu. Aydınlık bir sabahtı, altındaki at iyiydi. Yüreği ferah ve mutlulukla doluydu. Emri alır almaz, atını kapıp koyuverdi, hatlar boyunca sürdü. Önce, henüz savaşa girmemiş olan, hareketsiz Bagration kıtalarının yanından geçti, sonra Uvarov süvarilerinin tuttuğu arazide ilerledi, burada bir hareketlenme, savaşa hazırlanma belirtileri gördü; Uvarov süvarilerini geçince, top ve silah seslerini açıkça duymaya başladı. Silah sesleri gitgide güçleniyordu.

Taze sabah havası içinde, artık eskisi gibi düzensiz aralarla ikişer üçer silah sesi sonra da bir iki top sesi değil, dağ yamaçları boyunca, Pratzen önlerinden sürekli tüfek sesleri duyuluyordu; bu sesler sık top ateşleriyle kesiliyor, bazen de birkaç top sesi artık birbirinden ayırt edilmiyor, genel bir uğultu halinde birleşiyorlardı.

Tüfek dumanlarının birbirlerini kovalıyor gibi yamaçlarda koşuştuğu, top dumanlarının yükselip yayıldığı, birbirine karıştığı görülüyordu. Duman arasında, süngü parıltılarından, ilerleyen piyade kütleleri ve yeşil sandıklı topçuların dar çizgileri fark ediliyordu.

Rostov olup biten şeyleri görmek için atını bir tepede bir dakika durdurdu ama dikkatini ne kadar toplarsa toplasın bu olup biten şeyleri ne ayırt edebiliyor ne de anlıyordu: Orada, dumanın içinde birtakım insanlar kımıldanıyor, birtakım kıtalar perde perde ilerliyordu; ama niçin? Kim bunlar? Nereye? Anlamak mümkün değildi. Bu görüntü, bu sesler onu korkutmuyor, ürpertmiyor, tersine ona güç veriyordu.

"Hadi daha, daha..." diye zihninde bu seslere meydan okudu ve artık çarpışmaya başlamış bulunan kıtaların arasına dalarak hatlar boyunca gittikçe daha ileriye doğru atını tekrar dörtnala sürdü.

İçinden, "Artık orada ne olacak bilmiyorum ama her şey iyi olacak," diyordu.

Bazı Avusturya kıtalarını geçen Rostov, hattın bundan sonraki kısmının (bunlar muhafızlardı) artık savaşa başlamış olduğunu fark etti.

"Daha iyi! Daha yakından görürüm," diye düşündü.

Hemen hemen ilk hatlar boyunca gidiyordu. Ona doğru bazı atlılar gelmekteydi. Bunlar dağılmış, saldırıdan dönen bizim muhafız uhlan'larımızdı(Polonya, Rusya, Prusya ve Avusturya ordularında mızraklı süvari. (Y.N.)). Rostov yanlarından geçti, birisinin kan içinde olduğunu istemeyerek fark etti, dörtnala uzaklaştı.

"Bu beni ilgilendirmez," diye düşündü. Daha birkaç yüz adım gitmemişti ki solunda, yağız atlara binmiş, parlak beyaz üniformalarla kendisine doğru yürüyen dipdiri bir süvari kitlesi göründü. Rostov bu süvarilerin yolundan çekilmek için atını doludizgin sürdü, onlar da aynı yürüyüşle ilerleseydiler, uzaklaşabilecekti. Ama onlar hızlarını boyuna artırıyorlardı, o kadar ki, bazı atlar dörtnala kalkmıştı. Nal seslerini, silah şakırtılarını Rostov gittikçe daha çok duyuyordu; atlarını, hatta yüzlerini daha iyi görüyordu. Bunlar, karşıdan harekete geçen Fransız süvarilerine saldırıya hazırlanan atlı muhafızlarımızdı.

Atlı muhafızlar dörtnala gidiyorlardı, ama dizginleri henüz bırakmamışlardı. Rostov artık onların yüzlerini görüyor ve safkan atını, karnı yere değercesine sürüp saldıran subayın "marş, marş" komutasını duyuyordu. Rostov ezilmekten ya da Fransızlara karşı yapılan bu saldırıya sürüklenmekten çekinerek cephe boyunca, atının var gücüyle, dörtnala gitmeye başladı, ama yine de onları geçmeyi başaramadı.

En uçtaki uzun, çiçek bozuğu atlı muhafız, çarpmak üzere olduğu Rostov'u önünde görünce öfkeyle kaşlarını çattı. Rostov kamçısıyla atın gözüne vurmayı akıl etmeseydi, (bu kocaman atlarla insanların yanında Rostov kendine küçücük görünüyordu) muhafız onu Bedevi'sinin üstünden alaşağı edecekti. Ağır, beş verşok'luk (bir Rus ölçüsü ) yağız at kulaklarını dikerek şahlandı; ama çiçek bozuğu süvari kocaman mahmuzlarını var gücüyle atın böğrüne gömdü, hayvan kuyruğunu dikip boynunu uzatarak daha hızlı gitmeye başladı. Atlı muhafızlar kendisini geçer geçmez Rostov onların "Hurra!" seslerini duydu, dönüp bakınca da ilk saflarının yabancılarla ve herhalde Fransız olan kırmızı apoletli süvarilerle karıştığını gördü. Sonrasını görmek mümkün olmadı, çünkü o sırada bir yerden top atılmaya başlandı, duman her yeri kapladı.

Rostov onların peşinden gidip gitmemek konusunda bir an için kararsız kaldı. Bu parlak saldırı, Fransızları bile hayran bırakmıştı. Rostov, yanından dörtnala geçen bütün bu görkemli, güzel kalabalıktan, bütün bu parlak, değerli atlara binmiş zengin delikanlılardan, subaylardan, junkerlerden on sekiz kişi kaldığını sonraları duyunca dehşete düşmüştü.

"Onlara ne diye imreneyim, benim de sıram gelir, hem ben şimdi, belki de hükümdarı göreceğim," diye düşündü, yoluna dörtnala devam etti.

Piyade muhafızların yanına gelince, yakınlarından ve üzerlerinden geçen güllelerin ıslığını işitmekten çok, askerlerin yüzünde bir huzursuzluk, subayların yüzünde doğal olmayan, hırslı birer savaşçı heybeti fark etti.

Piyade muhafız alayları hatlarından birinin arkasından geçerken kendisini adıyla çağıran bir ses duydu:

"Rostov!"

"Ne var?" diye ses verdi, Boris'i tanımayarak.

Boris ateş hattına ilk kez giren delikanlıların mutluluğuyla gülümseyerek, "İlk hatta biz düştük, nasıl!" diye sordu.

Rostov durdu.

"Ya, öyle demek!" dedi. "E, ne oldu?"

Boris heyecanla, "Püskürttük!" dedi, "Düşünebiliyor musun?"

Boris, mevzi alan muhafızların, karşılarında kıtaları görünce bunları Avusturyalılar sandıklarını, bu kıtaların attıkları güllelerden ilk hatta girildiğini neden sonra anladıklarını ve hiç beklenmedik bir anda savaşa tutuşmak zorunda kaldıklarını anlatmaya koyuldu. Rostov, Boris'i sonuna kadar dinlemeden atını ileri sürdü.

"Nereye böyle?" diye sordu Boris.

"Görevli olarak, efendimize."

Rostov'un hükümdarı değil, Prens'i aradığını sanan Boris, "İşte şurada!" dedi.

Yüz adım ötelerinde, geniş omuzları, çatık kaşlarıyla, beyaz üniformalı, sararmış bir Avusturya subayına haykırarak bir şeyler söyleyen miğferli ve atlı muhafız yakalı Büyük Dük'ü gösterdi.

Rostov, "Canım, bu Büyük Dük, ben başkomutana ya da hükümdara gideceğim," dedi, atını sürdü.

Berg, tıpkı Boris gibi heyecanla, "Kont, Kont!" diye, öte taraftan koşarak haykırdı, "Kont, sağ elimden yaralandım (mendille sarılmış kanlı bileğini göstererek söylüyordu) ve cephede kaldım. Kont, kılıcımı sol elimle kullanıyorum; bizim von Bergler soyunda, Kont, herkes şövalyeydi."

Berg bir şeyler daha söyledi ama Rostov onu sonuna kadar dinlememiş, uzaklaşmıştı.

Muhafızları ve boş bir aralığı geçen Rostov, atlı muhafızların saldırısında olduğu gibi yine ilk hatlara düşmemek için en ateşli silah ve top seslerinin geldiği yerin uzağından dolanarak ihtiyatların tuttuğu hattan ilerliyordu. Ansızın önünden, kıtalarımızın ardından, düşmanın bulunacağını hiç düşünmediği bir yerden silah sesleri duydu.

"Bu ne olabilir? Düşman, kıtalarımızın arkasında mı? İmkânı yok," diye düşündü Rostov ve birden kendisi için, savaşın akıbeti için duyduğu korkunun dehşetine düştü. "Ne olursa olsun. Artık şimdi kurtulmanın yolu yok, Başkomutanı burada aramalıyım, eğer her şey bitmişse, benim yapacağım iş de herkesle birlikte bitmektir."

Rostov'u yakalayan bu kötü sezgi, çeşitli asker kıtalarının işgal ettiği Pratzen köyünün arkasındaki alanda ilerledikçe gitgide güçleniyordu.

Rostov, birbirine karışmış gruplar halinde koşuşan Rus ve Avusturya askerlerinin karşısına çıkarak, "Ne oluyor? Ne oluyor? Kime ateş ediyorlar? Kim ateş ediyor?" diye sordu.

Tıpkı onun gibi burada neler olup bittiğini anlamayan kaçak yığınları, "Şeytan bilir. Hapı yuttuk! Her şey bitti!" diye Rusça, Almanca, Çekçe yanıt verdiler.

"Vur Almanlara!" diye bağırdı biri.

"Canları cehenneme! Hainler!"

"Şeytan alsın bu Rusları," diye bir şeyler söylendi Alman'ın biri.

Yolda birkaç yaralı yürüyordu. Küfürler, çığlıklar, inlemeler ortalığı almıştı. Tüfek sesleri kesildi; sonradan Rostov'un öğrendiğine göre Avusturya ve Rus askerleri birbirlerine ateş etmişlerdi.

Rostov, "Tanrım, bu da ne oluyor böyle?" diye düşündü. "Hem de burada, hükümdar onları her an görebilir... Ama hayır, bu herhalde birkaç alçağın işi... Bu durum geçecek, olmaz, bu olamaz, şunları çabuk bir kere geçseydim!"

Yenilgi ve bozgun düşüncesini Rostov'un aklı almıyordu. Kendisine başkomutanı arayıp bulmasını söyledikleri yerde, yani Pratzen Tepesi'nde Fransız toplarıyla kıtalarını görmüş olmasına rağmen buna inanamıyor, inanmak istemiyordu.


XVIII


Rostov'a, Kutuzov'la hükümdarı Pratzen köyü dolaylarında aramasını emretmişlerdi. Ama burada yalnız onlar değil bir tek komutan bile yoktu, burada yalnız bozulmuş kıtaların dağınık kalabalığı vardı. Bu kalabalığı çabuk geçmek için artık yorulmaya başlayan atını sürdü ama ileriye doğru gittikçe, kalabalığın bozgunluğu da artıyordu.

Geçtiği bu büyük yolun üzerine, her cins binek ve yük arabası, her çeşit kıtadan yaralı sağlam Rus ve Avusturya askerleri yığılmıştı. Bütün bunlar, Pratzen tepelerine yerleştirilmiş Fransız bataryalarından yağan güllelerin korkunç ıslıkları altında karmakarışık bir halde kaynaşıyor, uğulduyorlardı.

"Hükümdar nerede? Kutuzov nerede?" Rostov durdurabildiği herkesten bunu soruyor ama kimseden yanıt alamıyordu.

Sonunda bir askeri yakasından yakalayarak kendisine yanıt vermeye zorladı.

Asker bir şeylere gülüp elinden sıyrılarak, "Hey! Kardeş! Hepsi çoktan oradalar. Herkesten önce kaçtılar," dedi.

Rostov, sarhoş olduğu anlaşılan bu askeri bırakarak, önemli bir kişinin emir eri ya da seyisi olan birinin atını durdurdu, onu sorguya çekmeye başladı. Emir eri, bir saat önce hükümdarı bu yoldan arabayla doludizgin götürdüklerini, kendisinin ağır yaralı olduğunu söyledi.

Rostov, "Olamaz," dedi, "herhalde başka biridir."

Emir eri alaylı bir kendine güvenirlilikle, "Kendim gördüm," dedi. "Artık ben de hükümdarı tanımazsam! Kaç kere onu Petersburg'da böyle yakından gördüm gibi geliyor bana. Arabada sararmış, solmuş oturuyordu. Dört yağız atı doludizgin sürüyorlardı, yanımızdan şimşek gibi geçtiler: Çar'ın atlarını da, İlya İvaniç'i de tanırız sanırım; İlya, Çar'dan başkasına arabacılık etmez gibi geliyor bana."

Rostov onun atını bıraktı, yoluna devam etmek istedi. Yanından geçen yaralı bir subay ona seslenerek, "Siz kimi arıyorsunuz?" diye sordu, "Başkomutanı mı? Bir gülleyle öldü o, bizim alayımızın yanında göğsünden vuruldu."

"Ölmedi, yaralandı," diye başka bir subay düzeltti.

"Kim canım, Kutuzov mu?" diye sordu Rostov.

"Kutuzov değil, adı neydi onun, canım hepsi bir, çok azı sağ kaldı. İşte şuraya gidin, şu köye, bütün komutanlar orada toplanmış," dedi subay, Gostiyeradek köyünü gösterdi, sonra yanından geçip yürüdü.

Rostov artık kime ve niçin gittiğini bilmeyerek atını uygun adımla sürüyordu. Hükümdar yaralı, savaş kaybedilmiş. Artık buna inanmamak olmazdı. Rostov kendine gösterilen yöne, uzaktan bir kuleyle bir kilisenin görüntüğü yere doğru gidiyordu. Ne diye acele edecekti? Hatta yaralı olmasalar, sağ bile olsalar artık hükümdara ya da Kutuzov'a ne söyleyecekti?

"Bu yolu tutun komutanım, yoksa vurulursunuz," diye haykırdı bir asker ona, "vurulursunuz!"

Bir başkası, "Yahu, neler söylüyorsun!" dedi, "Nereden gidecek öyle? Bu taraf daha yakın."

Rostov düşündü ve özellikle kendisine vurulursunuz denilen yönü tuttu.

"Şimdi hepsi bir: Artık, hükümdar bile yaralandıktan sonra, ben kendimi mi koruyacağım?" diye düşünüyordu. Pratzen'den kaçan insanların en çok vurulup öldükleri alandan gidiyordu. Fransızlar bu bölgeyi henüz işgal etmemişlerdi ama Ruslardan sağ kalanlarla yaralananlar orayı çoktan bırakmışlardı. Alanda her desyatina'da (1,092 hektar) iyi bir tarladaki ekin demetleri gibi on on beş yaralı ya da ölü yatıyordu. Yaralılar, ikisi üçü bir arada sürükleniyor, nahoş, hatta bazen Rostov'a yapmacık gelen iniltileri, feryatları duyuluyordu. Rostov, bütün bu acı çeken insanları görmemek için atını tüm süratiyle kaldırdı, içine bir korku düştü. Kendi hayatından değil, muhtaç olduğu ve bu zavallıların manzarasına dayanamayacağını bildiği, cesaretini kaybetmekten korkuyordu.

Üzerinde canlı hiç kimse kalmayan, ölüler, yaralılarla örtülü bu alana artık ateş etmeyen Fransızlar, oradan, bir yaverin geçtiğini görünce, toplarını ona çevirdiler, birkaç gülle savurdular. Bu ıslık çalan müthiş seslerle çevresindeki ölüler, Rostov'un içinde tek bir korku ve kendine acıma hissi halinde birleştiler. Anasının son mektubunu hatırladı. "Beni, eğer şimdi burada, üzerime çevrilmiş toplarla bu alanda görseydi, kim bilir ne olurdu," diye düşündü.

Gostiyeradek köyünde, savaş alanından uzaklaşmış, birbirine karışmış ama yine de düzenlerini korumuş Rus kıtaları vardı. Fransız gülleleri buraya ulaşmıyordu, silah sesleri uzaklardan geliyordu. Burada artık herkes savaşın kaybedildiğini açıkça görüyor, söylüyordu. Rostov önüne gelene sordu ama hiç kimse ona ne hükümdarın ne de Kutuzov'un bulundukları yeri söyleyebildi. Bazıları hükümdarın yaralanması rivayetinin doğru olduğunu, bazılarıysa doğru olmadığını söylüyor, yayılan bu yalan haberi, hükümdarın maiyeti arasında, savaş alanına gitmiş olan Ober-Hofmareşal, Kont Tolstoy'un gerçekten de hükümdarın arabasıyla sapsarı, korkmuş bir halde, savaş alanından dörtnala geriye dönmüş olmasıyla, açıklıyorlardı. Subaylardan biri, Rostov'a köyün arkasında solda komutanlardan birini gördüğünü söyledi ve Rostov artık herhangi bir kimseyi bulma ümidiyle değil de yalnızca kendi vicdanı karşısında temize çıkmak için oraya yöneldi. Üç verst kadar gidip son Rus kıtalarını da geçtikten sonra hendekle çevrili bir bostanın yanında, hendeğe karşı duran iki atlı gördü. Şapkası beyaz sorguçlu olanı nedense Rostov'a bildik geliyordu; güzel bir al ata binmiş olan (bu at da Rostov'a bildik geliyordu) öteki, tanımadığı süvari, hendeğe yaklaştı, atına mahmuzla dokundu, dizgini gevşeterek bostanın hendeğinden çevik bir hareketle sıçradı. Toprak yalnızca atın art nallarından serpildi. Atını hızla çevirdi, hendeği tekrar geriye aştı, beyaz sorguçlu süvariye saygıyla seslenerek, herhalde ona da aynı şeyi yapmasını teklif etti. Görünümü Rostov'a bildik gelen ve her nedense elinde olmayarak dikkatini kendine çeken süvari, eliyle ve başıyla olumsuz bir işaret yaptı, bu işaretten Rostov felaketine ağladığı ve taptığı hükümdarını hemen tanıdı.

"Ama bu, bir başına bu bomboş kırın ortasında, o olamazdı," diye düşündü Rostov. Bu sırada Aleksandr başını çevirdi; Rostov, hafızasına tüm canlılığıyla kazılmış o sevgili çizgileri gördü. Hükümdar solgundu, yanakları sarkmış, gözleri çukurlaşmıştı ama çizgilerinde bir kat daha güzellik ve füsun vardı. Rostov, imparatorunun yaralandığı rivayetinin doğru olmadığını düşündüğü için mutluydu. Onu gördüğü için mutluydu. Ona seslenebileceğini, hatta Dolgorukov'un bildirilmesini emrettiği şeyi bildirmek için doğrudan doğruya ona seslenmesi gerektiğini biliyordu.

Ama sevdalı bir delikanlı, arzulanan saat gelip de sevdiğiyle baş başa kalınca, geceleri hasretini çektiği şeyi söylemeye cesaret edemeden nasıl titrer, afallar, yardım ya da işi bırakma, kaçma fırsatı arayarak korkuyla çevresine bakınırsa, şimdi Rostov da öyle, dünyada en çok arzuladığı şeye ulaşınca, hükümdara nasıl yaklaşacağını bilmiyor, bunun yakışıksız, imkânsız olduğunu düşünüyordu.

"Nasıl olur! Ben onun bir başına ve acı içinde bulunuşundan yararlanma düşüncesinden sanki memnun gibiyim. Şu kederli haliyle, tanımadığı birisine görünmek belki onun hoşuna gitmez, bu onun için ağır olabilir, sonra, şimdi ben ona ne söyleyebilirim, ona bakarken bile yüreğim durur, ağzım kururken?" Hükümdarla konuşacağı zaman söylemeyi tasarladığı sayısız sözden hiçbiri şimdi aklına gelmiyordu. Bu sözlerin büyük bir kısmı başka şartlar için hazırlanmıştı, pek çoğu zafer ve onur dakikalarında, özellikle aldığı yaralarla ölüm döşeğine düşüp de kahramanlıklarından dolayı hükümdar ona teşekkür ettiği, o da yaptığı işle kanıtlanmış sevgisini ölürken ona bildirdiği zaman söylenecek sözlerdi.

"Sonra, şimdi saat akşamın dördü olmuş, savaş kaybedilmişken hükümdara, sağ kanat hakkında ne emirleri olduğunu ne diye soracağım? Hayır, ona kesinlikle yaklaşmamalıyım, onun bu düşünceli halini bozmamalıyım. Onun acı bir bakışıyla karşılaşmaktan, hakkında kötü bir kanaat beslemesine sebep olmaktansa ölmek bin kere daha hayırlıdır," diye kararını verdi Rostov ve hep o kararsız ifadeyle duran hükümdara kederle, ümitsizlikle ikide bir dönüp bakarak oradan uzaklaştı.

Rostov bunları düşünerek hükümdardan hüzün içinde uzaklaşırken Yüzbaşı von Toll tesadüfen oradan geçiyordu. Hükümdarı görür görmez doğruca ona yaklaştı, hizmetlerini arz etti, yaya olarak hendekten geçmesi için ona yardımda bulundu. Dinlenmek isteyen, kendini rahatsız hisseden hükümdar, bir elma ağacının altına oturdu, Toll yanında ayakta duruyordu. Von Tol'un hükümdara uzun uzadıya, hareketli hareketli bir şeyler söylediğini, hükümdarın, gözlerini ağlar gibi eliyle kapadığını, sonra Toll'un elini sıktığını uzaktan gıpta ve üzüntüyle gördü.

"Oysa onun yerinde ben olabilirdim!" dedi içinden, sonra hükümdarın üzüntüsüne acımaktan gelen gözyaşlarını güçlükle zapt ederek büyük bir ümitsizlik içinde, artık nereye, niçin gittiğini bilmeden, yoluna devam etti.

Acısına kendi zaafının neden olduğunu hissettiği için ümitsizliği bir kat daha fazlaydı.

Yaklaşabilirdi... Yalnız yaklaşabilirdi değil, hükümdara yaklaşması gerekliydi de. Bu, onun hükümdara sadakatini göstermesi için biricik fırsattı. O bundan yararlanmadı... "Ben ne yaptım?" diye düşündü, atını çevirdi, geriye, imparatoru görmüş olduğu yere sürdü ama artık hendeğin ötesinde kimsecikler yoktu. Yalnızca yük ve binek arabaları geçmekteydi. Rostov, bir nakliye erinden, Kutuzov kurmayının arabaların gittiği köyün yakında bulunduğunu öğrendi. Onları takip etti.

Önünde Kutuzov'un seyisi, kaşağılanmış atları yederek gidiyordu. Seyisin arkasından bir yük arabası, yük arabasının arkasından da çarpık bacaklı, kasketli, yarım gocuklu yaşlı bir yanaşma geliyordu.

Seyis, "Tit, hey Tit!" dedi.

"Ne var?" diye dalgın dalgın sordu ihtiyar.

"Tit buğday döv git."

"Hey aptal!" diye öfkeyle tükürdü ihtiyar. Bir süre konuşmadan yürüdüler, sonra aynı şaka yinelendi.

Akşam saat beşte savaş bütün noktalarda kaybedilmişti. Şimdiden Fransızların eline yüzden fazla top geçmişti.

Przhebyshevsky, kolordusuyla birlikte silahını teslim etmişti. Mevcutlarının yarısı kadarını kaybeden öteki kollar, darmadağın, karmakarışık yığınlar halinde geri çekiliyorlardı.

Langeron'la Dohturov kıtalarından geriye kalanlar birbirine karışarak Augest Koyu kıyılarında bentlerle göllerin yakınlarına yığılmaktaydı.

Saat altıda, Augest bentlerinde hâlâ yalnız Pratzen tepelerinin yamaçlarına bataryalar yerleştiren ve çekilme halindeki kıtalarımızı döven Fransızların şiddetli top sesleri duyuluyordu.

Dohturov'la başkaları bizimkileri kovalayan Fransız süvarilerine karşı taburları artçıda toplayarak savunmaya girişmişlerdi. Ortalık kararmaya başlıyordu. Bir zamanlar çocukların bahçe kovalarının içinde oynaşan gümüş balıkları kollarını sıvayarak avuçladığı, yaşlı değirmencinin kamış oltasıyla bunca yıl üzerinde huzurla ömür sürdüğü, buğday yüklü, çift koşulmuş arabalarıyla kürklü şapkaları, mavi gömlekleriyle Moravların rahatça geçtikleri, sonra una bulanmış bir halde geri döndükleri Augest'in bu dar bendinde ölüm korkusuyla çirkinleşmiş insanlar, birbirlerini ezerek, can çekişerek, can çekişenlerin üzerinden atlayarak, sadece birkaç adım gittikten sonra kendileri de aynı suretle öldürülmek için birbirlerini öldürerek, nakliyelerin, topların arasında, atların ve tekerleklerin altında üst üste yığılıyorlardı.

Bu yoğun kalabalığın ortasına, her on saniyede bir, havayı yırtıp yakındakileri öldüren, kana bulayan bir gülle düşüyor ya da bir obüs patlıyordu. Bütün alaydan sağ kalanlar, eli yaralı, yayan Dolohov'la (artık subaydı) bölüğünden on kadar asker ve atla bir alay komutanıydı. Kalabalık tarafından sürüklenip bendin girişine itilmişler, her yandan sıkıştırılıp duruyorlardı, çünkü ileride bir at topun altına yuvarlanmıştı, kalabalık onu oradan çekmeye çalışıyordu. Bir gülle, arkalarında birini öldürdü, bir başkası önlerine düştü. Dolohov'un üstüne kan sıçradı. Kalabalık ümitsiz bir hamle yaptı, sıkıştı, birkaç adım ilerledi, tekrar durdu.

Yüz adım ilerlersek kurtuluruz, burada iki dakika daha kalırsak yandık, diye düşünüyorlardı.

Kalabalığın ortasında duran Dolohov iki askeri devirerek kendini bendin kenarına attı, gölü örten kaypak buzun üzerinde koşmaya başladı.

Altında çatırdayan buzun üzerinde sıçrayarak, "Çevir topu," diye bağırdı. "Çevir bu yana! Buz sağlam!"

Buz Dolohov'u tutuyordu ama eğilip çatlıyordu ve yalnız topun veya kalabalığın değil sadece onun altında bile parçalanacağı belliydi. Buzun üstüne çıkmaya bir türlü cesaret edemeyerek ona bakıyor, kıyıda toplanıyorlardı. Bendin girişinde atının üzerinde duran alay komutanı, Dolohov'a dönerek elini kaldırdı, ağzını açtı. Ansızın güllelerden biri kalabalığın üstünde o kadar alçaktan ıslık çalarak geçti ki, herkes eğildi. Sulak bir yerde bir şeyler şapladı. General atıyla birlikte bir kan deryasına yuvarlandı. Kimse generale bakmadı, onu kaldırmayı düşünmedi.

Generale çarpan gülleden sonra, ansızın, niçin bağırdığını bilmeyen kalabalığın gürültüsü duyuldu:

"Buzdan gidelim! Buzun üstünden gidelim! Hadi! Döndür! Duymuyor musun be! Hadi!"

Bende giren arkadaki toplardan biri buza doğru döndü. Asker yığınları bentten atlayarak donmuş gölün üzerinde koşmaya başladı: Öndeki askerlerden birinin altında buz çatladı, bir ayağı suya girdi; toparlanmak istedi, beline kadar gömüldü. Yakındaki askerler oldukları yerde kaldılar, top arabacısı atını durdurdu ama hâlâ hepsinin arkasında, "Buzdan gidelim! Ne diye durdunuz? Yürüyün, yürüyün!" diye haykırışlar duyuluyordu. Kalabalığın arasında dehşet çığlıkları yükseldi. Topun çevresini saran askerler atları kamçılıyor, dönüp hareket etmeleri için onları zorluyorlardı. Atlar kıyıdan ilerlediler. Yayaları taşıyan buz, kocaman parçalara ayrılarak çöktü, buzun üzerindeki kırka yakın asker birbirlerine sarılarak sulara gömüldü.

Gülleler hâlâ öyle düzenli bir biçimde ıslık çalıyor, buzun üstüne, suya ve özellikle bendi, gölü, kıyıyı dolduran kalabalığın ortasına düşüyordu.


XIX


Prens Andrey Bolkonski, Pratzen Tepesi'nde, elinde sancak, kanları akarak yatıyor, bilincini yitirmiş, zayıf, acıklı bir çocuk gibi inliyordu.

Akşama doğru iniltisini kesti, büsbütün sustu. Baygınlığının ne kadar sürdüğünü bilmiyordu. Ansızın kendini, başında yakıcı, müthiş bir acıyla yeniden hayatta hissetti.

İlk düşüncesi, "Neredeyim ben? Az önce gördüğüm o olağanüstü gökyüzü nerede?" demek oldu. "Hem böyle bir acıyı da bilmiyordum," diye düşündü, "evet, şimdiye kadar hiç, hiçbir şey bilmiyordum. Ama neredeyim?"

Etrafa kulak kabartmaya başladı, nal sesleri ve Fransızca konuşmalar duydu. Gözlerini açtı. Başının üzerinde, iyice yükselmiş, sonsuz maviliklerde yüzen bulutlarıyla yine aynı gökyüzü vardı. Başını çevirmedi, nal gürültülerinden ve seslerden anlaşıldığına göre artık yanı başına gelmiş insanları görmedi.

Yaklaşan atlılar, Napoléon'la iki yaveriydi. Bonaparte savaş meydanını dolaşarak Augest Bendi'ni döven bataryalara ateşlerini güçlendirmeleri için son emirlerini vermiş, savaş meydanında kalan ölülerle yaralıları gözden geçiriyordu.

Napoléon; artık kaskatı kesilmiş olan kollarından birini genişçe açarak yüzükoyun, ensesi kararmış, karnının üstüne yatan bir Rus humbaracısını göstererek, "Yaman adamlar!" dedi.

Bu sırada Augest'e ateş eden bataryalardan gelen, bir yaver, "Mevzilerdeki topların cephanesi tükendi efendim," dedi.

Napoléon, "İhtiyattakileri aldırın," diye karşılık verdi ve birkaç adım uzaklaşıp yanındaki sancak gönderiyle (sancak Fransızlar tarafından ganimet olarak alınmıştı) sırtüstü yatan Prens Andrey'in başucunda durdu.

Gözlerini Prens Andrey'e dikerek, "İşte güzel bir ölüm," dedi.

Prens Andrey onun kendisi için söylendiğini, bunu Napoléon'un söylediğini anladı. Bu sözleri söyleyene sire (Haşmetmeap) diye hitap edildiğini işitmişti. Ama belli belirsiz duyuyordu. Onlarla ilgilenmemekle kalmamış, onları fark etmemiş, onları hemen unutmuştu da. Başı yanıyordu, kan kaybettiğini duyuyor, başının üzerinde uzak, yüksek, sonsuz gökyüzünü görüyordu. Biliyordu ki bu kendi kahramanı olan Napoléon'dur ama şimdi yüzen bulutlarıyla o yüksek, sonsuz gökyüzüyle kendi ruhu arasında geçen şeylerle karşılaştırılınca Napoléon ona öyle küçük, o kadar önemsiz bir adam gibi geliyordu ki. O durumda, başında duran kim olursa olsun, bu kişi kendi hakkında ne söylerse söylesin ona göre hepsi birdi; onu mutlu eden tek şey, başucunda insanların durmakta oluşuydu, bu insanların kendisine yardım etmelerini istiyordu yalnızca, kendini, artık başka türlü anladığı içini ona bunca güzel gelen hayata döndürmelerini istiyordu. Kımıldamak, bir ses çıkarmak için bütün gücünü topladı. Ayağını hafifçe kımıldattı ve kendi içini de sızlatan zayıf, hasta bir inilti çıkardı.

"Vay, yaşıyor," dedi Napoléon, "bu genç adam ce jeune homme, kaldırılsın, sargı yerine götürülsün."

Napoléon bunları söyleyerek ilerledi, şapkasını çıkarmış, gülümseyip zafer tebrikleriyle imparatora yaklaşan Mareşal Lannes'a doğru yürüdü.

Prens Andrey, bundan sonrasını hatırlamıyordu: Sedyeye yerleştirilirken, taşınma sırasındaki sarsıntılardan, sargı yerinde yarasına sonda sokulmasından duyduğu müthiş acılarla kendini kaybetmişti. Ancak günün sonuna doğru, onu öteki yaralı ve esir Rus subaylarıyla birleştirip hastaneye götürdükleri zaman kendine gelmişti. Bu seferki taşınmalarda kendini biraz canlı hissetmiş, çevresine bakınabilmiş, hatta konuşmuştu.

Gözlerini açtığı zaman, kafileye refakat eden bir Fransız subayının aceleyle, "Burada duralım, şimdi imparator geçecek, bu esirleri görmekten memnuniyet duyacaktır," dediğini duyudu.

Başka bir subay, "Bugün öyle çok esir var ki, aşağı yukarı bütün Rus Ordusu, herhalde ona artık bıkkınlık gelmiştir," dedi.

"Öyle ama, ne de olsa... Söylendiğine göre, İmparator Aleksandr'ın muhafız komutanıymış şu."

Bolkonski, Petersburg davetlerinde rastladığı Prens Repnin'i tanıdı. Onun yanında on dokuz yaşlarında bir çocuk olan yaralı bir atlı muhafız subayı daha duruyordu.

Napoléon dörtnala gelerek atını durdurdu. Yaralıları görünce, "En üstünüz kim?" diye sordu.

Albay Prens Repnin'in adını verdiler.

"Siz, İmparator Aleksandr'ın Atlı Muhafız Alayı komutanı mısınız?" diye sordu Napoléon.

"Ben bir Süvari Bölüğü'ne komuta ediyordum," diye yanıt verdi Repnin.

"Sizin alayınız görevlerini namusuyla yaptı," dedi Napoléon.

"Büyük bir komutanın takdiri, bir asker için en iyi ödüldür," dedi Repnin.

Napoléon, "Onu size memnuniyetle veriyorum," dedi. "Bu yanınızdaki delikanlı kim?"

Prens Repnin, Teğmen Suhtelen'in adını söyledi.

Napoléon ona bakıp gülümseyerek, "Bizimle boy ölçüşmeye çok genç gelmiş," dedi.

Suhtelen heyecandan titreyen bir sesle, "Gençlik cesarete engel değildir," diye yanıt verdi.

"Mükemmel bir yanıt," dedi Napoléon, "delikanlı, geleceğiniz parlak sizin."

Esirler arasında imparatorun gözü önüne sürülen Prens Andrey de onun dikkatini çekti. Napoléon, onu sahada gördüğünü hatırlamıştı ki ona seslenirken yine (hafızasına bu adla yerleştiği için) delikanlı – jeune homme ifadesini kullandı.

"Peki ya siz delikanlı? Siz kendinizi nasıl hissediyorsunuz, yiğidim?"

Bundan beş dakika önce Prens Andrey kendisini taşıyan askerlerle konuşabildiği halde şimdi gözlerini Napoléon'a dikmiş, susuyordu. Ona şimdi Napoléon'un ilgilendiği şeyler öyle önemsiz görünüyor, gördüğü, anladığı o adil, yüksek ve iyi gökyüzüyle karşılaştırınca, bu adi övünüş ve zafer sevinci öyle küçücük geliyordu ki, ona yanıt veremedi.

Evet, kan kaybetmesiyle düştüğü halsizlikten, çektiği acılardan ve yalçın bir ölümü bekleyişten sonra o katı, üstün düşünce düzeniyle ölçülünce her şey öyle faydasız ve önemsiz görünüyordu ki. Prens Andrey, gözlerini Napoléon'un gözlerine dikerek onun büyüklüğünün önemsizliğini, hayatın kimsenin anlayamadığı o hiçliğini ve hepsinden çok da, kimsenin anlayıp açıklayamadığı ölümün değersizliğini düşünüyordu.

İmparator yanıtı beklemeden döndü, uzaklaşırken şeflerden birine, "Bu beylere özen gösterilsin, benim açık ordugâha getirilsinler, doktorum Larrey hepsini muayene etsin. Hoşça kalın Prens Repnin," dedi ve atını sürerek dörtnala uzaklaştı.

Yüzünde mutluluğun ışıltısı vardı.

Prens Andrey'i taşıyan askerler, boynuna kız kardeşi Prens Mariya tarafından asılan ve o sırada yere düşen küçük altın tasviri almışlardı ama imparatorun esirlere nasıl davrandığını görünce bunu hemen ona geri verdiler.

Prens Andrey onu yeniden kimin, ne zaman boynuna taktığını görmemiş, ama küçük tasvir göğsünde, üniformasının üstünde ince altın bir zincirin ucunda birdenbire belirivermişti.

Prens Andrey, kız kardeşinin heyecanla, coşkuyla boynuna astığı bu küçük tasvire bakarak, "Ne iyi olurdu," diye düşünüyordu, "ne iyi olurdu, her şey Prens Mariya'ya göründüğü gibi sade ve açık olsaydı. Bu dünyada kurtuluşun nerede olduğunu ve sonra orada, ölümden sonra bizi neyin beklediğini bilmek ne iyi olurdu! Şimdi ben, 'Merhamet et bana Tanrım,' diyebilseydim ne kadar mutlu olurdum... Ama bunu kime söyleyeceğim? Ya, belirsiz, ulaşılmaz bir varlıktır, ki ben ona seslenemem, seslensem de söyleyecek söz bulamam; ya da bir hiçtir," diye konuşuyordu kendi kendine, "ya da o, buraya Prenses Mariya'nın şu muskaya işlediği Tanrı'dır. Anlaşılır şeylerin hiçliğinden ve anlaşılamayan ama her şeyden önemli olan bir şeyin yüceliğinden başka gerçek olan hiç, hiçbir şey yok!"

Sedyeler hareket etti. Her sarsıntıda yeniden dayanılmaz bir ağrı duyuyordu, ateşi arttı, sayıklamaya başladı. Babasına, karısına, kız kardeşine, doğacak oğluna karşı hasreti; savaşın başlayacağı günün gecesi duyduğu sevecenlik; küçücük, önemsiz Napoléon'un görünümü ve bütün bunların üzerindeki geniş gökyüzü, sıtmalı hayallerini dolduruyordu.

Lısiye Gori'deki sakin hayat ve aile saadeti gözlerinin önüne geliyordu. Ama daha bu saadetin tadını çıkaramadan, küçücük Napoléon, kayıtsız, dar, başkalarının felaketinden zevk duyan bakışlarıyla ansızın beliriyor, kuşkular, azaplar başlıyor ve ona arzu ettiği huzuru yalnız gökyüzü vaat ediyordu. Sabaha karşı bütün bu hülyalar, Napoléon'un doktoru Larrey'e göre ölümle sonuçlanması iyileşmesinden çok daha olası bulunan bir baygınlık ve kendinden geçişin karanlığı içinde birbirlerine karıştılar.

Larrey, "Sinirli ve safravi bir hasta bu," dedi, "Kurtulmayacak."

Prens Andrey öteki ümitsiz yaralılar arasında, yerli halkın bakımına bırakıldı.


Continue Reading

You'll Also Like

864K 51.4K 68
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
8.1K 735 9
Stiles telefonu parmakları arasında çevirmeye devam etti. Çevirdikçe parlak ekran karanlık odasını ve yüzünü aydınlatıyordu. Parmakları hızlıca harek...
64.7K 2.3K 10
Hayvan Çiftliği'nin kişileri hayvanlardır. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'...
914K 50.4K 39
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...