Savaş ve Barış

By ClassicsTR

6.9K 168 13

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... More

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

VIII - IX - X

36 2 0
By ClassicsTR



Boris ile Rostov'un buluşmalarından bir gün sonra Avusturya kıtalarıyla gerek Rusya'dan yeni gelmiş, gerekse Kutuzov'la seferden dönmüş Rus kıtalarının teftişi vardı. Her iki imparator (Rus imparatorunun yanında Veliaht Tsesareviç, Avusturya imparatorunun yanında arşidük bulunuyordu) seksen bin kişilik müttefik ordularını teftiş edeceklerdi.

Tertemiz giyinip kuşanmış, pırıl pırıl kıtalar, kale önündeki meydanda sıralanmak üzere sabahın ilk saatlerinde harekete başlamışlardı. Kâh binlerce ayak, süngü, açılmış sancaklarla yürüyor, başka üniformalı piyade kitlelerini geçerek subaylarının komutasıyla duruyor, çark ediyor, kademe kademe yer alıyor; kâh, önlerinde yağız, al, gümüş kırı atlara binmiş şeritli mızıkacılarıyla mavi, kırmızı, yeşil kaytanlı geçit resmi üniformaları içinde süvarilerin ölçülü ayak vuruşları, şakırtıları duyuluyor; kâh, kundakları üzerinde sarsılan, temizlenmiş, ışıl ışıl toplarının tunç sesleri, yanmış fitil kokularıyla yürüyüş kolunda topçular, piyadeyle süvarinin arasına sokularak kendilerine ayrılan yerde sıraya giriyorlardı. Yalnız haddinden fazla şişman ya da ince belleriyle, yakalarına gömülü ve eşarplı kızarmış enseleriyle, göğüsleri nişanlarla dolu, büyük üniformalarını giymiş generaller, pomatlı, şık subaylar değil, tıraş olmuş, yıkanmış yüzüyle tertemiz parlayan teçhizatıyla her asker; tüyleri tımardan atlas gibi yanan, yeleleri tel tel cilalı her at, herkes, şakaya gelmez, önemli, tantanalı bir şeylerin olacağını hissediyordu. Her general, her asker kendisinin bu insan denizi içinde bir kum tanesi olduğunun farkındaydı, ama aynı zamanda bu muazzam bütünün bir parçası olmakla kendilerini iki kat güçlü hissediyorlardı.

Telaş ve hazırlıklar sabah erkenden başlamış, saat onda her şey istenildiği gibi yoluna girmişti. Görkemli meydanda saflar tutulmuştu. Ordu üç kademe üzerine sıralanmıştı. En önde süvariler, arkada topçular, daha arkada piyadeler.

Kıtaların her kademesi arasında sanki bir yol vardı. Bu ordunun üç kısmı birbirinden iyice ayrılmıştı: Faal Kutuzov Ordusu (bunların sağ kanadında, ilk sırada Pavlogradlılar yer almıştı), Rusya'dan gelen ordu, muhafız alayları ve Avusturya kıtaları. Fakat bunların hepsi aynı hat üzerinde, aynı komuta altında aynı düzende duruyorlardı.

Yaprakları yalayan bir rüzgâr gibi heyecanlı bir fısıltı duyuldu: "Geliyorlar! Geliyorlar!" Ürkek sesler işitildi, son hazırlıkların kaynaşması kıtaları dalgalandırdı.

Olmütz önünden bu yana hareket eden bir grup gözüktü. O anda, hava rüzgârsız olduğu halde, orduyu hafif bir rüzgârın soluğu dolaştı, mızrakların flamalarını, gönderlerinde aşağı sarkıp yapraklanan sancakları hafifçe dalgalandırdı. Sanki ordu bu hafif hareketlerle hükümdarların gelişinden duyduğu sevinci belirtiyordu. Bir ses yükseldi: "Hazır ol!" Sonra şafak vaktinde öten horozlar gibi ayrı ayrı yerlerde sesler tekrarlandı. Her şey sustu.

Bu ölü sessizlik içinde yalnız atların ayak sesleri duyuluyordu. Gelenler, imparatorların maiyetiydi. Hükümdarlar koltuk hattına yaklaşınca teftiş marşını çalan birinci süvari alayı borazanlarının sesi yükseldi. Sanki bunu borazanlar çalmıyor da hükümdarların yakınlaşmasıyla şevke gelen ordunun kendisi bu sesleri kendiliğinden çıkarıyordu. Arada İmparator Aleksandr'ın genç, okşayıcı sesi duyuluyordu. Orduyu selamladı, Birinci Alay, "Hurra!" diye öyle uzun, sevinçli, sağır edici bir bağırış bağırdı ki, askerler kendi kalabalıklarından, güçlerinden ürktüler.

Hükümdar önce Kutuzov Ordusu'na yaklaştı. Ön sıralarında bulunan Rostov, ordudaki herkes gibi, kendinden geçiyor, içindeki güçle gururlanıyor, hükümdara karşı ateşli bir hayranlık besliyordu.

Bu insanın bir tek sözüyle bütün bu koca kitlenin (bu kitleye bağlı, ufacık bir kum tanesinin: kendisinin) suya, ateşe, cinayete, ölüme, ya da müthiş kahramanlıklara atılabileceğini hissediyor, bu yüzden yaklaşan bu sesin önünde ürpermekten, donup kalmaktan kendini alamıyordu.

Yer gök "Hurrra! Hurrra! Hurrrra!" diye gürlüyor, alaylar teftiş marşı eşliğinde art arda hükümdarı karşılıyorlardı; sonra "Hurra!" teftiş marşı ve yine gitgide güçlenerek, yükselerek, sağır edici bir uğultu ile kaynaşan "Hurra!..", "Hurra!.." sesleri...

Hükümdar yaklaşıncaya dek alaylar sessizlikleri ve hareketsizlikleriyle cansız birer beden gibiydiler; hükümdar karşılarına gelir gelmez canlanıyor, geride bıraktığı safların kükremesine katılarak gürlüyorlardı.

Bu seslerin sağır edici, müthiş uğultusu içinde; kale nizamlarında taş kesilmiş gibi hareketsiz duran asker yığınları arasında yüzlerce atlı maiyet, önlerinde iki imparator, sakin ama göreve hazır ilerliyordu. Kalabalığın heyecanı, dikkati önlerinden geçen imparatorlarla maiyetlerinin üstünde toplanmıştı.

İmparator Aleksandr, altı muhafız eşliğinde yürüyor, üniforması, sevimli yüzü, hafif yana yatmış üç köşeli şapkasıyla tüm dikkatleri üzerine çekiyordu.

Rostov borazanlara yakındı; keskin gözleriyle hükümdarı uzaktan tanımış, kendisine yaklaşırken onu gözleriyle takip ediyordu. İmparator yirmi adım mesafeye kadar yaklaşıp da Nikolay onun yakışıklı, genç, mutlu yüzünü bütün ayrıntılarıyla görünce heyecanlandı, hükümdara sevgisi daha bir arttı. Onun her şeyi, (her çizgisi, her hareketi) insanı kendine hayran bırakıyordu.

Pavlograd Alayı'nın karşısında duran hükümdar, Avusturya imparatoruna Fransızca bir şeyler söyleyerek gülümsedi.

Bu gülümsemeyi gören Rostov da elinde olmaksızın gülümsemeye başladı, içinde hükümdarına karşı daha güçlü bir sevginin kabardığını duydu. Bunu ona bir biçimde göstermek istiyordu. Ama bunun mümkün olmadığını bildiğinden, içinden ağlamak geliyordu. Hükümdar alay komutanını çağırdı, ona bir şeyler söyledi.

Rostov, "Aman Tanrım!! Hükümdar bana bir şeyler söyleseydi ben ne hallere girmezdim!" diye düşündü, "Ölürdüm mutluluktan."

Hükümdar subaylara da seslendi:

"Hepinize baylar, (Rostov her sözcüğü gökten geliyormuş gibi dinliyordu) bütün ruhumla teşekkür ederim."

Rostov şimdi Çar'ı için ölebilseydi ne kadar mutlu olacaktı!

"Siz Georgiyev sancaklarını hak ettiniz, onlara layık oldunuz."

"Ölebilmek, ölmek onun uğruna!" diye düşünüyordu Rostov.

Hükümdar, Rostov'un işitemediği bir şeyler daha söyledi, askerler göğüslerini şişirerek haykırdılar: "Hurrra!"

Rostov da eyerinin üstüne eğilip hükümdarına duyduğu hayranlığı iyice ifade edebilmek için tüm gücüyle, yırtılırcasına haykırdı.

Hükümdar sanki bir kararsızlık içindeymiş gibi hussar'ların önünde birkaç saniye durdu.

"Nasıl kararsızlık içinde olabilir?" diye düşündü Rostov ama sonra bu kararsızlık bile hükümdarın yaptığı her şey gibi Rostov'a yüce ve hayranlığa değer göründü.

Hükümdarın kararsızlığı kısa sürdü; o zamanlara özgü sivri burunlu çizmesi bindiği doru İngiliz kısrağının kasığına değdi; beyaz eldivenli eli dizginleri topladı, arkasında karmakarışık dalgalanan bir yaver deniziyle birlikte hareket etti. Öteki alayların önünde durarak gitgide uzaklaştı, uzaklaştı; sonunda onu çevreleyen maiyeti arasından Rostov'a yalnız beyaz sorgucu görünür oldu.

Maiyet içinde, Rostov, atının üzerinde tembelce duran Bolkonski'yi de fark etmişti. Dünkü tartışmalarını hatırladı, onu kavgaya çağırması gerekir miydi? Şimdi Rostov, "Elbette gerekmez," diye düşünüyordu. "Böyle bir anda, bu iş düşünmeye değer mi? Böyle bir sevgi, heyecan ve fedakârlık ânında bütün bizim tartışmalarımız, dargınlıklarımız nedir ki? Şimdi ben herkesi seviyorum, herkesi affediyorum," diye düşünüyordu.

Hükümdar hemen hemen bütün alayları geçtikten sonra kıtalar onun önünden resmi geçit adımlarıyla yürümeye başladılar. Rostov Denisov'dan yeni aldığı Bedevi'sinin üstünde, kendi süvari bölüğüne kenetli, yani bir başına, hükümdarın tam gözünün önünden geçiyordu.

İyi bir süvari olan Rostov, hükümdarın hizasına gelmeden önce mahmuzlarını iki kere Bedevi'sine gömdü ve çok şükür ki onu tahrik edildiği zamanların kudurgan süratine kaldırabildi. Köpüklenen ağzı göğsüne eğilmiş, kuyruğu dik, sanki havada uçuyor, yere dokunmuyormuş gibi, edalı edalı, adımlarını yüksekten atıp değiştirerek, herkes gibi hükümdarın bakışlarını kendi üzerinde duyan Bedevi mükemmel bir geçiş geçti.

Rostov, ayaklarını geriye atmış, karnını içeri çekmiş, kendini atla tek parça hissederek çatık, fakat mesut bir yüzle, Denisov'un dediği gibi, iblisçesine hükümdarın önünden geçti.

Hükümdar, "Aşk olsun Pavlogradlılara!" diye seslendi.

"Tanrım, o bana şimdi ateşe atılmamı emretse ne kadar mutlu olurdum," diye düşündü Rostov.

Teftiş bitince yeni subaylarla Kutuzov'unkiler grup grup toplandılar; taltiflere, Avusturyalılara ve onların üniformalarına, cephelerine, Bonaparte'a, özellikle Essen Kolordusu da geldikten, Prusya da bizim tarafımızı tuttuktan sonra, şimdi onun halinin kötüleşeceğine dair konuşmalar başladı.

Fakat herkes, her şeyden çok Hükümdar Aleksandr' dan söz ediyordu. Her sözü, her hareketi tekrar tekrar anlatılıyor, ona hayran olunuyordu.

Tek bir şey istiyorlardı: hükümdarın komutası altında bir an önce düşmana karşı yürümek. Bizzat hükümdarın komutası altında, kimi olursa olsun yenmemek mümkün değildi; teftişten sonra Rostov da, subayların çoğu da böyle düşünüyordu.

Teftişten sonra herkes emindi zaferden; kazanılmış iki çatışmadan sonra emin olunabilecekten daha çok emindi hem de.


IX


Teftişin ertesi günü en iyi üniformasını giyen Boris, arkadaşı Berg'in başarılar dileğiyle uğurlanıp Bolkonski' nin sevgisinden yararlanmak, daha iyi bir konum, özellikle (kendisine orduda çekici gelen) önemli bir kişinin yanında bir yaverlik bulmak isteğiyle Olmütz'e gitti. "Babasından bir elde on bin ruble alan Rostov'un hiç kimsenin önünde eğilmeyeceğini, kimseye uşaklık etmeyeceğini söylemesi kolaydır, ama ben, kendi başından başka bir şeyi olmayan ben, mesleğimde kendim ilerlemek, fırsatları kaçırmamak, hele bu fırsatlardan yararlanmak zorundayım."

O gün Olmütz'de Prens Andrey'i bulamadı. Ama genel karargâhla kordiplomatiğin bulunduğu, her iki imparatorun da saraylı maiyetleriyle, yakınlarıyla yaşadıkları Olmütz'ün manzarası onda bu yüksek sınıfa katılmak isteğini bir kat daha güçlendirmiş oldu.

Kimseyi tanımıyordu, giydiği şık muhafız üniformasına rağmen şatafatlı arabaları, sorguçları, kurdeleleri, nişanlarıyla sokaklarda dolaşan bütün bu yüksek insanlar, saraylılar, askerler ona öyle geliyordu ki, bir muhafız subayı olarak kendisinden ölçü kabul etmez derecede yüksektiler ve onun varlığını yalnız kabul etmek istemiyor değil, kabul edemiyorlardı.

Bolkonski'yi sorduğu Başkomutan Kutuzov'un karargâh merkezindeki bütün o yaverler, hatta emir erleri ona, kendisi gibi subayların buralarda boyuna dolaşıp durduğunu, artık bunlardan bıkıp usandıklarını anlatmak ister gibi bakıyorlardı. Buna rağmen, daha doğrusu asıl bu yüzden ertesi gün, ayın on beşinde, yemekten sonra yeniden Olmütz'e gitti, Kutuzov'un yerleştiği binaya girerek Bolkonski'yi sordu. Prens Andrey evdeydi; Boris'i herhalde eskiden dans edilen, şimdiyse beş karyolanın, çeşitli mobilyanın, masa, iskemleler ve klavsenlerin bulunduğu büyük bir salona götürdüler. Acem hırkası giymiş bir yaver, kapıya yakın, masanın başında oturuyor, yazı yazıyordu. Bir başkası, kırmızı, şişman Nesvitski, elleri başının altında yatağa uzanmış, yanında oturan bir subayla gülüşüyordu. Bir üçüncüsü klavsende bir Viyana valsi çalıyor, aynı klavsenin üzerine uzanmış bir dördüncüsü ona şarkı söylüyordu. Bolkonski yoktu. Boris'i görünce kıpırdamadılar bile. Seslendiği yazıcı can sıkıntısıyla ona döndü. Bolkonski'nin nöbetçi olduğunu, onu görmek istiyorsa kapının solundaki salona gitmesini söyledi. Boris teşekkür ederek kabul salonuna gitti. Kabul salonunda subay, general on kişi vardı.

Boris içeri girdiği sırada, Prens Andrey küçümsemeyle göz kırpıştırarak (hani o, görevim olmasa sizinle bir dakika bile durup konuşmazdım, diyen nazik, yorgun tavırla) kıpkırmızı yüzünde askerce bir boyun eğmeyle, adeta parmaklarının ucunda dimdik duran ve bir şeyler rapor eden göğsü nişanlarla dolu yaşlı bir Rus Generali'ni dinliyordu.

Prens Andrey küçümsemeyle konuşmak istediği zaman kullandığı Fransız ağzıyla generale Rusça seslendi:

"Pekâlâ, lütfen bekleyin." Sonra Boris'i görünce, artık (kendisini biraz daha dinlemesi için yalvararak peşinden koşan) generale aldırmadı, başıyla Boris'e işaret edip neşeli bir gülümsemeyle ona doğru döndü.

Bu sırada Boris önceden de tahmin ettiği bir şeyi, yani şunu artık açıkça anlamıştı: Orduda, talimatnameye yazılı, alayda bilinen, kendisinin de bildiği o rütbeler silsilesinden, disiplinden başka, daha esaslı bir rütbeler silsilesi vardır; şu kıpkırmızı yüzüyle dimdik duran generali, Yüzbaşı Andrey, keyfi öyle istiyor diye Teğmen Drubetskoy'la konuşmayı daha uygun görünce, saygıyla beklemeye zorlar. Boris bundan sonra talimatnamedeki yazılışa göre değil de yazılı olmayan rütbeler silsilesine göre hizmet etmeye her zamankinden çok ahdetti. Başka şartlar içinde, cephede, kendisini, yani muhafız teğmeni ezebilecek bir generalden artık, sırf Prens Andrey tarafından tutulduğu için, üstün oluverdiğini şimdiden görüyordu. Prens Andrey ona yaklaştı, elini tuttu.

"Dün beni bulamadığınıza çok üzüldüm. Bütün gün Almanlarla sürttüm durdum. Weierother'le birlikte tertibatı teftiş ettik. Bu Almanlar bir kere kılı kırk yarmaya başladılar mı, sonu yoktur!"

Boris, Prens Andrey'in sanki herkesçe bilinen bir şeye dairmiş gibi yaptığı imaya sözde anlamış görünerek gülümsedi. Halbuki hem Weirerother soyadını, hem de hatta tertibat sözcüğünü ilk defa duyuyordu.

"E, azizim, yaver olmak istiyorsunuz ha? Bu günlerde aklımdaydınız."

Boris elinde olmadan, her nedense kızarak, "Evet, ben," dedi, "başkomutana rica etmeyi düşünüyordum. Benim hakkımda Prens Kuragin'den ona bir mektup var, ben sadece şunu için rica edecektim ki," diye sanki özür diliyormuş gibi ekledi, "muhafızların savaşa girişmeyeceklerinden korkuyorum da."

Prens Andrey, "Peki! Peki! Bütün bunları konuşuruz," dedi. "Yalnız, izin verin de şu bayın geldiğini haber vereyim, sonra sizinim."

Prens Andrey kıpkırmızı generali haber vermek üzere içeri girdiği sırada, Boris'in yazılı olmayan rütbeler silsilesinin yararları hakkındaki görüşünü belli ki kabul etmeyen bu general, kendisinin yaverle sonuna kadar konuşmasına engel olan küstah teğmene gözlerini öyle bir dikti ki, Boris bozuldu, döndü ve Prens Andrey'in başkomutanın yazı odasından çıkmasını sabırsızlıkla bekledi.

Klavsenli büyük salona gittikleri sırada Prens Andrey, "Bakın azizim, sizin için ne düşündüm: Başkomutanı görmenize gerek yok," dedi, "size bir yığın iltifatta bulunur, öğle yemeğine gelmenizi söyler. (Şu rütbeler silsilesine göre hizmet etmek için hiç de kötü bir şey olmazdı, diye düşündü Boris.) Ama işte hepsi bu kadar, biz yaverler, emir subayları neredeyse bir tabur olacağız. Fakat bakın ne yapalım: Benim yakın bir dostum var, yaver, general mükemmel bir insan, Prens Dolgorukov; siz bilmeyebilirsiniz ama mesele şu, şimdi kurmayıyla beraber Kutuzov ve bütün bizler hiçbir şey değiliz, bütün işler hükümdarda toplanıyor; işte bunun için biz Dolgorukov'a gideriz, zaten onu ben de göreceğim, daha önce ona sizden söz etmiştim, böylece bakarız, sizi o kendi yanında bir yere yerleştirmenin yolunu bulabilir mi ya da orada bir yerlere, güneşe yakın."

Prens Andrey genç bir adama destek olduğu, yüksek sınıfta başarılı olması için ona yardımda bulunduğu zamanlar hep fazla heyecanlanırdı. Böylece kendisi de başka birine yardım bahanesiyle (ki bunu hiçbir zaman gururuna yedirip kendisi için kabul etmezdi) kendisini çeken bu sınıflarla içli dışlı olmuş oluyordu. Boris'in işini memnuniyetle üzerine aldı, birlikte Prens Dolgorukov'a gittiler.

İmparatorla yakınlarının oturdukları Olmütz Sarayı' na vardıkları zaman çoktan akşam olmuştu.

Aynı gün, bütün üyeleriyle iki imparatorun katıldıkları yüksek savaş şûrası toplanmıştı. Bu şûrada yaşlıların, Kutuzov'la Prens Schwarzenberg'in düşüncelerine aykırı olarak bir an önce hücuma geçilmesine, Bonaparte'la kesin sonuç alınacak bir çatışmaya girilmesine karar verilmişti. Prens Dolgorukov'u bulmak için Prens Andrey, Boris'le birlikte saraya girdiği zaman savaş şûrası henüz dağılmıştı. Genel karargâhtakiler henüz, gençler grubu için zaferle biten bugünkü savaş şûrasının büyüsü altındaydılar. Hücum etmeyerek olacakları beklemeyi tavsiye eden, işi ağırdan alma taraftarlarının sesleri oybirliğiyle bastırılıp itirazları hücumun yararlarının şüphe götürmez delilleriyle öyle bir çürütülmüştü ki şûrada konuşulan olası çatışma ve hiç şüphesiz zafer, artık geleceğe ait değil, geçmişe ait bir şeymiş gibi görünüyordu. Bütün elverişli şartlar bizim taraftaydı. Hiç şüphesiz Napoléon'unkine üstün olan muazzam kuvvetler aynı yere yığılmıştı, kıtalar imparatorların huzuruyla coşmuş, dövüşmek için sabırsızlanıyorlardı, kıtalara komuta edecek olan Avusturya Generali Weierother, üzerinde hareket yapılacak stratejik noktaları en küçük ayrıntılarına kadar biliyordu, (şimdi Fransızlarla boy ölçüşülecek alanlarda, iyi bir tesadüf eseri olarak, geçen yıl Avusturya kıtaları manevra yapmışlardı) bu yerler en küçük ayrıntılarına kadar biliniyordu, haritalarda tespit edilmişti. Bonaparte belli ki zayıf düşmüştü; bu nedenle hiçbir girişimde bulunmuyordu.

Hücumun en ateşli taraftarlarından biri olan Dolgorukov şûradan yorgun, bitik, fakat kazanılan zaferle gururlu, heyecanlı olarak henüz dönmüştü. Prens Andrey himayesine aldığı subayı ona takdim etti, Prens Dolgorukov Boris'in elini nezaketle sıktı ama bir şey söylemedi, zihnini meşgul eden düşünceleri anlatmaktan kendini alamayarak, Prens Andrey'e Fransızca seslendi:

"Yani azizim, nasıl çarpıştık! Umarım bundan sonraki de böyle zaferle biter. Ancak azizim, (kesik kesik, heyecanla konuşuyordu) Avusturyalılara, özellikle Weiero-ther'e karşı kusurlu olduğumu itiraf etmek zorundayım. O ne kılı kırk yarma, o ne düzen, o ne arazi bilgisi, bütün olanakları, en küçük ayrıntıları o ne önceden görüş! Hayır, azizim, içinde bulunduğumuz şartlardan daha elverişlisini düşünüp icat etmek mümkün değil. Avusturya hesaplılığının Rus cesurluğuyla birleşmesi, daha başka ne istersiniz?"

Bolkonski, "Demek saldırı kesin olarak kararlaştırıldı?" dedi.

"Hem de biliyor musunuz azizim, bana öyle geliyor ki Napoléon ne yapacağını şaşırdı. Biliyor musunuz, bugün ondan imparatora bir mektup geldi." Dolgorukov manalı manalı gülümsedi.

"Ya? Ne yazıyor?" diye sordu Bolkonski.

"Ne yazacak? Tradiridira vs. bütün bunlar sadece vakit kazanmak amacıyla... Ben size şu kadarını söylüyorum: O artık bizim avucumuzun içinde! Ama hepsinden hoşu şu ki," diye ansızın safça gülerek devam etti, "verilecek yanıtta ona nasıl hitap edileceğini bir türlü bulamadılar. Konsül denemeyeceğine göre, elbette imparator da denemez, bana kalsa General Bonaparte demeli."

Bolkonski, "İyi ama, onu imparator olarak tanımamakla General Bonaparte diye çağırmak arasında fark var," dedi.

Dolgorukov gülerek ve sözünü keserek çabuk çabuk, "Sorun da bu ya," dedi. "Bilibin'i tanırsınız, çok akıllı adamdır: 'Zorbaya, insan soyunun düşmanına' diye hitap edilmesini teklif etti."

Dolgorukov keyifli bir kahkaha attı.

Bolkonski, "Dahası yok mu?" dedi.

"Ama Bilibin yine de ciddi bir unvan buldu. Ne akıllı, ne ince zekâlı adam."

"Nasıl?"

Dolgorukov ciddi ve keyifli, "Fransız Hükümeti reisine, français," dedi, "Güzel değil mi ha?"

Bolkonski, "Güzel ama hiç de hoşuna gitmeyecek."

"Ya, evet, hiç de! Erkek kardeşim onu tanıyor, birçok kez Paris'te onunla, yani şimdiki imparatorla yemek yemiş; bundan daha ince, daha kurnaz bir diplomat olamaz, diyor, biliyorsunuz ya, Fransız açıkgözlülüğüyle İtalyan aktörlüğünün birleşmesi! Kont Markov'la ona dair fıkraları biliyor musunuz? Yalnız Kont Markov onun karşısında kendini kullanmasını bilmiştir. Mendil hikâyesini biliyor musunuz? Nefistir!"

Konuşkan Dolgorukov bir Boris'e, bir Prens Andrey'e dönerek, elçimiz Markov'u denemek için Bonaparte'ın, mendilini onun önünde nasıl bilerek düşürdüğünü, Markov'un mendili kaldırmasını bekleyerek durup yüzüne baktığını, bunun üzerine Markov'un da hemen kendi mendilini ötekinin yanına nasıl düşürdüğünü sonra da Napoléon'un mendilini bırakarak nasıl kendi mendilini aldığını anlattı.

Bolkonski, "Çok hoş!" dedi. "Ama Prens, şey, ben size bu delikanlıyla ilgili olarak gelmiştim. Bakınız, kısaca..."

Prens Andrey sözünü bitirmeden içeriye Dolgorukov'u imparatorun yanına çağıran bir yaver girdi.

Dolgorukov telaşla kalkıp Prens Andrey'le Boris'in ellerini sıkarak, "Ah, ne aksilik!" dedi. "Bilirsiniz, gerek sizin için, gerekse bu sevimli delikanlı için elimden gelen her şeyi seve seve yaparım." Boris'in elini tekrar saf, içten, heyecanlı, şımarık bir edayla sıktı. "Ama görüyorsunuz ya... Bir dahaki sefere!"

Kendisini yüksek makamlara böyle yakın hissetmek Boris'i heyecanlandırmıştı. Alayında kendini küçük, itaatli, değersiz bir parçası olarak hissettiği, kalabalıkların o görkemli hareketlerini yönlendiren kişilerle burada ilişki kurmaya başladığını anlıyordu. Dolgorukov'un peşinden koridora çıkınca, hükümdarın odasından çıkan sivil elbiseli, zeki görünüşlü, çenesindeki keskin yara izinin çirkinleştirmediği, tersine, bunun kendisine özel bir canlılık, bir cazibe kattığı kısa boylu bir adamla karşılaştılar. Bu kısa boylu adam bir yakın arkadaşı selamlar gibi Dolgorukov'u başıyla selamladı, sonra Prens Andrey'e doğru yürüyerek kendisine selam vermesini, yahut yol açmasını bekler gibi dik ve soğuk bir bakışla onun yüzüne bakmaya başladı. Prens Andrey ne onu, ne bunu yaptı, yüzünde öfke belirmişti; genç adam geri dönerek koridorun öbür tarafına saptı.

"Kim bu?" diye sordu Boris.

"Bu, en dikkate değer ama benim en hoşuma gitmeyen adamlardan biri. Dışişleri Bakanı Prens Adam Çartorijski."

Saraydan çıkarlarken Bolkonski, bastıramadığı bir öfkeyle, "İşte bu adamlar," dedi, "dünyanın kaderini bu adamlar belirliyor."

Ertesi gün kıtalar hareket etti, artık ta Austerlitz Savaşı'na kadar Boris, ne Bolkonoski'yle ne de Dolgorukov'la buluşabilmiş, daha bir süre İsmailiye Alayı'nda kalmıştı.


X


Ayın on altıncı günü, sabahın erken saatlerinde, söylendiğine göre, Nikolay Rostov'un görevli olduğu Prens Bagration müfrezesine dahil Denisov'un Süvari Bölüğü, gecelediği yerden savaş alanına doğru yola çıkmış, öteki kolların arkasında bir verst kadar yol aldıktan sonra geniş bir yolun üstünde durmuştu. Rostov önce Kazakların, sonra birinci ikinci hussar süvari bölüklerinin, topçularla piyade taburlarının yanı başında yürüyüp gittiklerini, sonra General Bagration ve Dolgorukov'un yaverleriyle geçtiklerini gördü. Savaş öncesi korkuları, bu korkuları uzaklaştırmak için giriştiği bütün iç mücadelesi, bu savaşta kendini gerçek bir hussar gibi nasıl göstereceği yolundaki bütün endişeleri yok olmuştu. Süvari Bölüğü ihtiyat bırakılmıştı, bunun için de Rostov o günü canı sıkkın, kederli geçirdi. Sabahın saat dokuzunda ileriden silah sesleri, hurrra diye haykırışmalar duydu, geriye taşınan yaralıları gördü, (çok değildiler) sonra da yüz kadar Kazak'ın arasında bütün bir Fransız süvari kıtasının nasıl götürüldüğünü gördü. Besbelli savaş bitmişti ve bu savaş herhalde o kadar çetin değildi ama olumlu sonuç alınmıştı. Geriye gelen askerlerle subaylar parlak bir zaferden, Vyškov Şehri'nin işgalinden, bütün bir Fransız süvari bölüğünün esir alındığından bahsediyorlardı. Geceki dondan sonra hava açık ve güneşliydi, bu sonbahar gününün sevinçli ışıltıları yalnız zafere katılanların anlattıklarıyla değil, Rostov'un yanından geçerek gidip gelen askerlerin, subayların, generallerin, yaverlerin yüzlerindeki mutluluğun verdiği zafer haberiyle de uygun düşüyordu. Olup biten savaşın bütün korkusunu boşu boşuna çekmiş ve bu güzel günü hareketsiz geçirmiş olan Nikolay'ın yüreği bu nedenle daha çok eziliyordu.

Yolun karşısında, bir matarayla mezelerin başında oturan Denisov, "Rostov, buraya gel, biraz içelim, efkâr dağıtalım!" diye bağırdı.

Denisov'un çilingir sofrasının çevresinde toplanan subaylar yiyip içerek konuşmaya başladılar.

Subayların biri, iki Kazak'ın yaya olarak getirdiği bir esir Fransız dragonunu gösterip, "İşte bir tane daha getiriyorlar!" dedi.

Kazaklardan biri esirden alınan yüksek, güzel bir Fransız atını yedeğinde getiriyordu.

"Atı bana sat!" diye bağırdı Denisov.

"Emredersiniz, komutanım..."

Subaylar kalktılar, Kazaklarla esir Fransız'ın çevresinde toplandılar. Fransız dragonu Fransızca'yı Alman şivesiyle konuşan, genç, sevimli bir Alsace'lıydı. Heyecandan soluğu tıkanıyordu, yüzü kızarmıştı, Fransızca söylendiğini duyar duymaz bir ona, bir ötekine dönerek subaylarla çabuk çabuk konuşmaya başladı. Kendisini esir alamayacaklarını, esir düşmüşse suçun kendisinde olmadığını, suçun, Ruslar çoktan oradadırlar, dediği halde onu eyer örtülerini toplamaya yollayan onbaşı olduğunu söyledi. Her sözünün başında Aman atımı hırpalamasınlar, diye yineliyor, atını okşuyordu. Nerede bulunduğunu iyice anlamadığı belliydi. Onu esir aldıkları için bazen özür diliyor, bazen komutanlarının karşısındaymış gibi askerî terbiyesini, görev başında gösterdiği gayreti övüyordu. Bizim artçımıza kendisiyle beraber, Fransız kıtalarının bizim için o onca yabancı havasını da bütün tazeliğiyle getirmişti.

Kazaklar atı iki çevronets'e sattılar ve onu, parası geldiği için şimdi subayların en zengini olan Rostov satın aldı.

At bir hussar'a teslim edilirken Alsace'lı saflıkla Rostov'a, "Mais qu'on ne fasse pas de mal à mon petit cheval," dedi.

Rostov gülümsedi, dragonu teselli etti, ona para verdi.

Yürümesi için esirin koluna dokunan Kazak, "Haydi, haydi," dedi.

Derken ansızın hussar'ların arasında sesler duyuldu.

"Hükümdarlar! Hükümdar!"

Herkes telaşla koştu. Rostov da arkasına dönerek, yol boyunca beyaz şapkalı birkaç atlının yaklaştığını gördü. Bir dakika içinde herkes yerlerini almış, beklemeye başlamıştı.

Rostov kendi yerine kadar nasıl koştuğunu, atına nasıl bindiğini anlamamış, hissetmemişti. Savaşa karışmamaktan gelen üzüntüsü, birbirinin yüzüne bakan insanların arasında duyduğu iç sıkıntısı bir an içinde geçmiş, kendine ait bütün düşünceler bir an içinde silinmişti: Hükümdarın yaklaşması mutlu etmişti onu. Sadece bu yakınlığın bile kaybolmuş gününü telafi ettiğini düşünüyordu. Vaat edilen bir buluşmayı uzun zaman beklemiş bir âşık gibi bahtiyardı. Onun yaklaştığını, cepheye göz atmaya cesaret etmeksizin ve göz atmaksızın, heyecanla hissediyordu. Bunu, yaklaşan atlılar alayının yalnız nal seslerinden değil, o yaklaştıkça çevresindeki her şeyin daha aydınlık, daha sevinçli, daha anlamlı bir hal alışından, ortalıkta dolaşan bayram havasından da anlıyordu. Rostov için bu güneş dört bir yanına tatlı, muhteşem bir aydınlığın pırıltılarını saçarak gitgide daha yakına, daha yakına geliyordu; işte artık kendini bu pırıltılarla sarılmış hissediyor, onun sesini bu okşayan, rahat, muhteşem, aynı zamanda bir o kadar da sade olan sesi duyuyordu. Rostov'un da beklediği gibi oldu: Etrafa bir ölüm sessizliği çöktü; sonra bu sessizliğin arasından hükümdarın sesi yükseldi.

"Pavlograd hussar'ları mı?" diye sordu.

"Les hussards de Pavlograd?" diyen bu insanüstü sesten sonra, bir insan sesi, "İhtiyatlar, efendim." diye yanıt verdi.

Hükümdar Rostov'un hizasına geldi, durdu. Aleksandr'ın yüzü üç gün önceki teftiştekinden daha güzeldi. Öyle bir neşeyle, gençlikle, öyle saf bir gençlikle parlıyordu ki on dört yaşındaki bir çocuğun canlılığını hatırlatıyordu, bununla beraber bu yüz, haşmetli bir imparatorun yüzüydü. Hükümdarın gözleri tesadüfen, Süvari Bölüğü'nü dolaşırken, Rostov'un gözleriyle karşılaştı, iki saniye kadar onların üzerinde durdu: Rostov'un ruhunda neler olup bittiğini hükümdar anladı ya da anlamadı (Rostov'a o her şeyi anladı gibi geliyordu) ama mavi gözleriyle iki saniye kadar Rostov'un yüzüne baktı. (Onlardan, yumuşak ve tatlı bir ışık dökülüyordu.) Sonra ansızın kaşlarını kaldırdı, sol ayağını sertçe ata vurdu, dörtnala ilerledi.

Genç imparator savaşta bulunmak isteğinden kendini alamamış, saray mensuplarının bütün tavsiyelerine rağmen takip ettiği üçüncü koldan saat on ikide ayrılarak atını öncülere doğru sürmüştü. Daha hussar'ların yanına varmadan, birkaç yaver onu işlerin yolunda gittiği haberiyle karşılamışlardı.

Bir Fransız süvari bölüğünden esir alınmasından ibaret olan savaş Fransızlara karşı kazanılmış parlak bir zafer zannediliyordu. Bundan dolayı hem hükümdar, hem de ordu, daha savaş meydanında barut dumanı kaybolmadan, Fransızların yenildiklerine, istemedikleri halde geri çekildiklerine inandılar. Hükümdarın gelişinden birkaç dakika sonra Pavlograd tümenini ileri istediler. Vyškov'da, bu küçük Alman kasabasında Rostov, hükümdarı bir daha gördü. Hükümdar gelmeden önce oldukça şiddetli bir çatışmanın gerçekleştiği şehir meydanında henüz kaldırılamamış birkaç ölü ve yaralı yatıyordu. Asker, sivil maiyetiyle çevrili hükümdar şimdi tefriştekinden başka, al bir İngiliz kısrağına binmişti. Biraz yana eğilerek altın saplı el gözlüğünü edalı bir tavırla gözlerine götürdü, yüzükoyun yatan başı kanlı, tolgasız bir askere bakıyordu. Yaralı asker öyle pis, kaba, tiksindiriciydi ki onun hükümdarlara yakınlığı Rostov'un gücüne gitmişti. Rostov, hükümdarın geniş omuzlarının gelip geçen bir soğuk dalgasından ürperir gibi ürperdiğini, sol ayağıyla hayvanın böğrünü sinirli sinirli mahmuzladığını, terbiyeli hayvanın buna aldırmadan etrafına bakınıp yerinden kımıldamadığını gördü. Atından inen bir yaver, askerin koluna girdi, onu getirilen sedyeye yerleştirmeye koyuldu. Asker inliyordu.

İmparator, ölmekte olan askerden daha çok acı duyar gibi, "Yavaş, yavaş, yavaş olamaz mısınız?" diyerek oradan uzaklaştı.

Rostov, imparatorun gözlerine dolan yaşları görmüş, uzaklaşırken Çartorijski'ye Fransızca, "Savaş ne korkunç şey, ne korkunç şey! Quelle terrible chose que la guerre!" dediğini duymuştu.

Öncü kıtalar, Vyškov'un ilerisinde, gün boyu karşılıklı ateşten sonra bize toprak bırakan düşman hatlarının karşısında mevzi almışlardı. Öncülere hükümdarın teşekkürü bildirilmiş, ödüller vaat edilmiş, iki misli votka tayını verilmişti. Açık ordugâhın ateşleri bir gece öncekinden daha büyük coşkuyla çıtırdıyor, askerlerin şarkıları yükseliyordu. Bu gece Denisov binbaşılığa atanmasını kutluyordu, çok içen Rostov, ziyaretin sonunda imparatorun şerefine kadeh kaldırmayı teklif etti, ama resmî ziyafetlerde denildiği gibi yapmadı; "İmparator hükümdarın değil, iyi kalpli, sevimli, büyük bir insan olan hükümdarın sağlığına içelim, onun sağlığına, Fransızlara karşı tam bir zafer kazanılması şerefine içelim," dedi.

"Mademki biz daha önce de dövüştük, Schöngraben'de olduğu gibi Fransızları geçirmedik, şimdi o başımızdayken neler olmaz?" dedi. "Biz hepimiz ölürüz, onun uğruna zevkle ölürüz, değil mi baylar? Belki ben gerektiği gibi konuşamıyorum, çok içtim ama ben böyle hissediyorum, siz de böyle. Birinci Aleksandr'ın sağlığına! Hurra!"

"Hurra!" diye subayların heyecanlı sesleri yükseldi.

Yaşlı Yüzbaşı Kristen de heyecanla, yirmi yaşındaki Rostov'dan aşağı kalmayan bir içtenlikle bağırıyordu.

Subaylar içip kadehlerini kırdıkça Kristen onlara yenilerini doldurdu, üzerinde bir gömlek, bir süvari pantolonu, elinde kadeh, askerlerin yaktıkları ateşe yaklaştı, azametli bir tavır takınarak eli havada, uzun kır bıyıkları ve açılmış gömleğinden görünen beyaz göğsüyle ateşin aydınlığında durdu.

"Çocuklar, hükümdarın sağlığına, düşmana karşı kazanılacak zafere, hurrra!" diye yaşlı bariton sesiyle, babayiğitçe, hussar'ca bağırdı.

Hussar'lar toplandı, gürleyen bir haykırışla dostça yanıtladılar onu.

Gece geç vakit herkes dağılınca Denisov sevgili Rostov'unun omzunu küçücük eliyle sarstı.

"İşte, seferde âşık olunacak kimseyi bulamadığı için Çar'a âşık olmuş," dedi.

"Denisov, böyle şaka yapma!" diye bağırdı Rostov, "Bu öyle yüksek, öyle güzel bir his ki, öyle..."

"İnanıyorum, inanıyorum yavrucuğum, aynı duyguları paylaşıyor, seni takdir ediyorum..."

"Hayır, anlamıyorsun!"

Rostov kalktı, ölmenin imparatorun canını kurtarırken değil (bunu düşünmeye bile cesaret bile edemiyordu), onun gözleri önünde sadece ölmenin nasıl bir mutluluk olacağını hayal ederek yanan ateşlerin arasında dolaşmaya başladı. O gerçekten de hem Çar'a, hem Rus silahlarının şanına, hem de müstakbel zafer umuduna âşık olmuştu. Austerlitz Savaşı'na denk gelen o unutulmaz günlerde bu hissi duyan yalnız o değildi: O zamanlarda, daha az heyecanlı olsa da, Rus Ordusu'ndaki insanların onda dokuzu Çarına, Rus silahlarının şanına âşıktı.


Continue Reading

You'll Also Like

16.3K 443 5
İngiliz centilmen Phileas Fogg, üye olduğu kulüpteki arkadaşlarıyla 80 günde dünyanın etrafını dolaşacağına dair iddiaya girer. Uşağı Parisli Passepa...
1.1K 70 10
İstanbul'u dinlemek ve duymak için mutlaka okunması gereken bu kitap, İstanbul üzerine yazılmış sayılı şaheserlerden. Hisar, Boğaziçi'ni mevsim mevsi...
4.8M 228K 52
"Ulan bari Polat de." dedi. Sesi yalvarır gibi çıkmış gözleri beklentiyle doluydu. "Mirza demiyorsan deme ama en azından Polat de." "Sen yengeye Eli...
37.6K 1.2K 20
Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış... Beyaz Diş Alaska'nın sert doğa k...