Savaş ve Barış

By ClassicsTR

7K 170 16

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... More

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
XXV
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

İKİNCİ BÖLÜM

65 4 0
By ClassicsTR


I


Ekim 1805'te Rus kıtaları Avusturya Arşidükalığı'nda köyleri, kentleri işgal etmiş, Rusya'dan yeni alaylar gelmiş, bunlar konaklamak için halka yüklenerek Braunau Kalesi yakınlarında yerleşmişlerdi. Başkomutan Kutuzov'un ana karargâhı Braunau'da bulunuyordu.

11 Ekim 1805'te Braunau'ya yeni gelen piyade alaylarından biri, kentten yarım mil ötede başkomutanın teftişini bekliyordu. Bölge ve arazi Ruslara yabancıydı, buna rağmen (meyve bahçeleri, bahçe duvarları, kiremit damlar, uzaktan görünen dağlar, askerleri ilgiyle izleyen yabancı bir halk) alay sanki Rusya'nın herhangi bir yerinde teftişe hazırlanmış herhangi bir Rus alayı gibi duruyordu.

Son konaklama yerinde, akşamüstü, başkomutanın alayı yürüyüşte teftiş edeceğini bildiren günlük bir emir alınmıştı. Her ne kadar alay komutanı emri pek açık bulmamış, emrin nasıl anlaşılacağı gibi bir sorun çıkmış, yürüyüşe teçhizatla çıkılıp çıkılmayacağı anlaşılamamışsa da tabur komutanları toplantısında, saygının fazlasından zarar gelmez, denilerek alayın teftişe tören giysileriyle çıkarılmasına karar verilmişti. Askerler, otuz verstlik bir yürüyüşten sonra göz kırpmamış, bütün gece yırtık ve sökük dikmiş, temizlik yapmışlardı; emir subaylarıyla bölük komutanları erleri sayıp ayırmışlardı; son yürüyüşten bir gün önce dağınık, düzensiz bir kalabalık olan alay, sabaha karşı, her biri kendi işini bilen, her birinin her düğmesi, her kayışı yerli yerinde, tertemiz iki bin kişilik çok düzgün bir ordu oluvermişti. Bu özen görünüşte kalmıyordu; başkomutan üniformaların altına bakacak olsa herkeste aynı temiz gömleği görür, her asker çantasında talimatnamede gösterilen miktarda eşya, askerlerin deyişiyle "biz ve sabun" bulurdu. Yalnız bir konu herkesi düşündürüyordu: ayakkabı. Askerlerin yarısından çoğunun çizmeleri paramparçaydı ama bu eksiklik alay komutanının sorumsuzluğundan ileri gelmiyordu. Çünkü birçok kez istenmiş ama Avusturya idaresi malzeme vermemiş, buna karşılık alay bin verstlik bir yol almıştı.

Alay komutanı yaşlı, kırmızı suratlı, kaşları ve favorileri ağarmaya yüz tutmuş, göğsüyle sırtı arasındaki genişlik omuzları arasındaki genişlikten daha fazla, iriyarı bir generaldi. Yeni, parlak, ütülü bir üniforma giymiş, omuzlarını aşağı bastıracak yerde yukarı kaldıran sırmalı apoletler takmıştı. Üstün başarılarla gururlu biri gibi görünüyordu. Alayın önünde geziniyor, gezerken her adımda hafifçe kamburlaşarak yaylanıyordu. Belliydi ki alay komutanı alayı karşısında haz duyuyordu, memnundu, bütün ruhu onunla meşguldü. Ayrıca, yaylanan gövdesinden anlaşıldığı kadarıyla, askerlik sevgisinden başka sosyal hayata, kadın cinsine karşı olan sevgisi de az yer tutmuyordu.

Bir tabur komutanına döndü:

"E, azizim Mihail Mitriç..."

Tabur komutanı gülümseyerek ona doğru bir adım attı; mutlu oldukları her hallerinden belliydi:

"Bu gece sapartayı yediğimizin resmidir; ama yine de alay fena değil... değil mi?"

Tabur komutanı bu neşeli alayı anladı ve güldü:

"Çar çayırında bile olsak kovamazlardı bizi."

"Ne?" dedi komutan.

Bu sırada gözcülerin beklediği kent yolundan iki atlı göründü; bunlar bir emir subayı ile arkadan gelen bir kazaktı.

Emir subayı, dünkü emirle bildirilenleri, yani başkomutanın alayı yol haliyle, kaputlu, silahları kılıflı olarak ve hiçbir hazırlık yapılmadan görmek istediğini alay komutanına belirtmek için genel karargâhtan gönderilmişti.

Bir gün önce Kutuzov'a, Arşidük Ferdinand ve Mack Ordusu'na mümkün olduğu kadar çabuk katılmak üzere yola çıkılması isteğiyle Viyana'dan Yüksek Harp Şûrası' nın bir üyesi gelmiş, Kutuzov bunu uygun bulmayarak düşüncesini kabul ettirmek için pek çok delil arasında Rusya'dan gelen kıtaların acıklı durumunu da bu generale göstermeyi tasarlamıştı. Bu amaçla da başkomutan, alayın durumu ne kadar kötü olursa o kadar işine yarayacağı için, onu karşılamaya çıkmak istemişti. Emir subayı bu ayrıntıyı bilmemekle beraber başkomutanın, askerlerin kaputlu, silahların kılıflı olması yolundaki kesin isteğini bildirmiş, böyle olmazsa memnun kalmayacağını eklemişti.

Alay komutanı bu sözleri dinleyerek başını yere eğdi. Bir şey söylemeksizin omuzlarını kımıldattı, canlı bir hareketle kollarını açtı.

"İş yaptık," diyerek azarlayıcı bir tavırla tabur komutanına döndü, "ben size söylemedim mi, Mihail Mitriç, yürüyüşte de kaputlar giyilir diye. Hay Allah!"

Sonra kararlılıkla ileri yürüdü ve gür sesiyle emir subayına, "Bölük komutanı, beyler, başçavuşlar! Şimdi mi teşrif edecekler?" diye sordu.

"Bir saate kadar zannediyorum."

"Yetiştirip elbise değiştirebilir miyiz?"

"Bilmiyorum, generalim..."

Alay komutanı, saflara yanaşıp yeniden kaput giyilmesi işiyle meşgul oldu; bölük komutanları bölüklere koştular, başçavuşlar telaşa düştüler (kaputlar iyi durumda değildi). Tam o sırada o ana kadar düzenli ve sessiz duran saflar dalgalandı, gevşedi ve uğuldamaya başladı. Askerler öteye beriye koşuyor, çantalarını başlarının üzerinden çıkarıyor, kaputları çözüyor, giymek için kollarını yukarı kaldırıyorlardı.

Yarım saat sonra her şey yine eski haline gelmiş, yalnız, dörtgen saflar siyah kül rengini almışlardı.

Alay komutanı yine o yaylanan yürüyüşle alayın karşısına çıktı, uzaktan süzdü.

"Bu ne?" diye ansızın durarak bağırdı, "Üçüncü bölük komutanı!.."

"Üçüncü bölük komutanı generale! Komutan generale! Üçüncü bölük komutana!.." diye saflarda sesler yükseldi, emir subayı yaşlı bölük komutanını aramaya koştu.

Arası kesilmeyen sesler, "General üçüncü bölüğe!" şekline girerek hedefine ulaşınca istenilen subay bölüğün arkasından göründü, yaşlı olmasına, koşmakla başı hoş olmamasına karşın telaşla, ayakları birbirine dolanarak generale doğru ilerledi; yüzünde, çalışmadığı bir dersi anlatması istenen bir öğrenci telaşı vardı. Kırmızı yüzünü (belli ki içkiyi fazla kaçırıyordu) benekler kapladı, ağzı kıpırdayıp duruyordu, adımlarını yavaşlatarak soluğu kesilmiş bir halde yaklaşırken alay komutanı onu yukarıdan aşağı süzüyordu.

Alay komutanı, alt çenesini uzatıp üçüncü bölük saflarında diğer kaputlara uymayan fabrika çuhası renginde çaput giymiş bir askeri göstererek bağırdı:

"Siz neredeyse askerlere sarafan (Rus ulusal kadın giysisi. Kolsuz dekolte bir yelekle buna bağlı bir etekten oluşur) giydireceksiniz! Bu ne! Hem siz neredeydiniz? Başkomutan bekleniyor, siz görevinizin başından ayrılıyorsunuz, öyle mi? Ha? Teftişte askere kazakin (bir çeşit gömlek) giydirmeyi öğretirim size!"

Bölük komutanı gözlerini komutandan ayırmaksızın (şimdi kurtuluş yolunu yalnız bunda görüyormuş gibi) iki parmağını şapkasının siperine ittikçe daha çok bastırıyordu.

Alay komutanı, sert bir tavırla alay etti:

"Ne susuyorsunuz? Kimdir o Macar kıyafetine giren?"

"Ekselans..."

"E, neymiş 'ekselans'? Ekselans! Ekselans! Nedir ekselans, kimse bilmez."

Yüzbaşı yavaşça:

"Ekselans, bu, rütbesi alınan Dolohov..."

"Rütbesi alındı da feldmareşal mi oldu, yoksa er mi? Erin, bütün erler gibi giyinmesi gerek."

"Ekselans, yürüyüşte ona bu izni siz vermiştiniz."

Alay komutanı biraz sakinleşerek, "İzin mi? İzin mi? İşte hep böyle toysunuz," dedi, "size bir şey söylendi mi, siz de..." Bir an sustu. "Size bir şey söylendi mi siz de... Ne?" diye yeniden öfkelendi. "Lütfen askerlerinizi doğru giydiriniz..."

Alay komutanı yavere baktı, yaylanan adımlarla alaya doğru yürüdü. Belliydi ki kızmak hoşuna gidiyor, alayın önünden geçerken öfkelenmek için yeni bir bahane arıyordu; bir subayı rütbe işaretinin parlatılmış olmadığı, diğer birinin, erler bir hizada bulunmadığı için paylayarak üçüncü bölüğe yaklaştı.

Mavimsi bir kaput giyen Dolohov'a varmaya beş kişi kala acıklı bir sesle bağırdı:

"Na-s-s-ıl duruyorsun? Nerede ayakların? Ayakların nerede?"

Dolohov yamuk ayağını düzeltti, ışıltılı, pervasız gözlerini generalin gözlerine dikti.

"Ne bu mavi kaput? Defol!.. Başçavuş, değiştir kaputunu... hayv..." Sözünü bitiremedi.

Dolohov hemen atıldı:

"General, emrinizi yerine getirmeye mecburum ama hakaret görmeye..."

"Sırada laf yok!.. Laf yok, laf yok!.."

Dolohov yüksek ve çınlayıcı bir sesle sözünü tamamladı:

"Hakaret görmeye mecbur değilim."

Generalle erin bakışları karşılaştı, general sesini çıkarmadı, gergin pelerinini öfkeyle çekti.

"Lütfen üstünüzü değiştirin, rica ederim," diyerek yürüdü.


II


Bu sırada gözcü bağırdı:

"Geliyorlar!"

Alay komutanı kıpkırmızı bir yüzle atına koştu. Titreyen elleriyle üzengiye yapıştı, sıçradı, üstünü başını düzeltti, kılıcını sıyırdı, mutlu, kararlı bir yüzle ağzını yana açarak emirler vermeye hazırlandı. Alay toparlanan bir kuş gibi silkindi ve hareketsiz kaldı. "Haz... roll!" diye alay komutanı ruhu titreten, kendisi için sevinçli, alaya karşı sert, komutana karşı saygılı bir sesle bağırdı.

Geniş, yanları ağaçlı, büyük ve döşenmemiş bir yoldan yüksek, gök rengi altı atlı bir Viyana kaleskası yaylarını hafifçe gıcırdatarak hızla ilerliyordu. Kaleskanın arkasından atlı maiyet ve muhafızları geliyordu. Kutuzov'un yanında, siyah Rus üniformaları arasında acayip görünen, beyaz üniformalı bir Avusturya generali oturuyordu. Kaleska alayın yanında durdu. Kutuzov'la Avusturya generali yavaşça bir şeyler konuşuyorlardı. Kutuzov, nefes almadan ona ve alay komutanına bakan bu iki bin kişiyi neredeyse görmeden ağır adımlarla basamaktan inerken hafifçe gülümsüyordu.

Bir emir yükseldi, alay selam durarak yeniden dalgalandı, sonra bir ölü sessizliği içinde başkomutanın zayıf sesi duyuldu. Alay gürledi: "Sa... ol!" ve her şey yine sessiz, hareketsiz, olduğu yerde durdu; sonra beyazlı generalle yan yana, yanındakilerle birlikte yaya olarak safları dolaşmaya başladı.

Alay komutanının, gözlerini dikerek, gerilip toplanarak başkomutana selam durmasından, safların önünde generallerin arkasından sarsak adımlarını zor tutarak öne eğik bir halde yürümesinden, başkomutanın her söz ve hareketinde hoplamasından belliydi ki, o astlık görevini üstlük görevinden daha büyük bir zevkle yapıyordu. Alay, komutanının sertliği ve çabası sayesinde Braunau'ya onlarla birlikte gelen öbür alaylara oranla çok daha iyi bir durumda bulunuyordu. Yolda kalanlar, hastalar ancak iki yüz on yedi kişiydi. Ayakkabıdan başka her şey tamamdı.

Kutuzov, ara sıra durup Türk savaşından tanıdığı subaylara, bazen de erlere iltifat ederek safları dolaşıyordu. Birkaç defa ayakkabılara bakıp hüzünle başını sallamış, kim ayıplarsa ayıplasın, bunun ne kadar kötü olduğunu görmezden gelemeyeceğini anlatan bir edayla onları generale göstermişti. Alay komutanı, başkomutanın alayıyla ilgili tek sözünü bile kaçırmak istemediğinden olacak, onun çevresinde fır dönüyordu. Kutuzov'un arkasında kendisine eşlik eden memurlar vardı, bu memurlar söyleyeceği sözleri işitebilmek için hep yakın duruyorlardı ona. Aralarında konuşuyor, ara sıra gülüşüyorlardı. Başkomutana en yakın olanı, alımlı, yakışıklı bir yaverdi. Bu, Prens Bolkonski'ydi. Yanında, çok şişman, iyi ve güler yüzlü, güzel, ışıl ışıl gözlü bir kurmay subay olan arkadaşı Nesvitski yürüyordu. Nesvitski, yanındaki esmer hussar subayının komikliklerine gülmemek için kendini zor tutuyordu. Hussar subayı gülmeden, sakin bakışlarının ifadesini değiştirmeden ciddi bir tavırla alay komutanının arkasına bakıyor, onu taklit ediyordu. Alay komutanı silkindikçe ve öne doğru eğildikçe hussar subayı da tıpkı onun gibi silkiniyor, öne doğru eğiliyordu. Nesvitski gülüyor, taklit yapana baksınlar diye yanındakileri dürtüyordu.

Kutuzov, yerinden fırlamış binlerce gözün bakışları altında ağır, gevşek adımlarla ilerliyordu. Üçüncü bölüğün önüne gelince ansızın durdu. Yanındakiler, onun durduğunun farkına varmayarak iradesiz, ona doğru ilerlediler.

Başkomutan, mavi kaputu yüzünden laf işiten kırmızı burunlu yüzbaşıyı tanıyarak bağırdı:

"A, Timohin!"

Alay komutanı kendisine bağırdığı vakit Timohin herhalde bundan daha dik duramaz zannedilirdi ama başkomutan kendisine seslenince yüzbaşı öyle dik durdu ki, başkomutan ona bir süre daha öyle bakacak olsa, dayanamayacaktı. Bu yüzden, Kutuzov durumu anlamış, onun iyiliğini istemiş etmiş olacaktı ki hemen yüzünü çevirdi. Şişkin, silah yarasıyla bozulmuş yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.

"Ta İsmail'den tanışırız," dedi. "Cesur bir subaydır! Memnun musun ondan?" diye alay komutanına sordu.

Alay komutanı, bir adım öne çıkarak yanıt verdi:

"Çok memnunum Ekselans."

Kutuzov gülümseyerek yürüdü, "Hepimizin bir zaafı vardır," dedi, "onun da Baküs'e bağlılığı (Şarap Tanrısı Baküs'ün adını anarak yüzbaşının içkiye düşkünlüğünü vurguluyor. (Ç.N.)) vardır."

Alay komutanı, bunun kabahati kendisinde mi acaba diye korktu, bir şey söylemedi. Subay bu anda kırmızı burunlu, karnı içeri çekik yüzbaşının yüzünü gördü ve tavrını o kadar iyi taklit etti ki Nesvitski kendini tutamayarak güldü, Kutuzov dönüp baktı. Belli ki, subay yüzüne istediği ifadeyi verebiliyordu: Kutuzov döner dönmez hemen yüzünü buruşturdu ve çok ciddi, saygılı ve masum bir eda takındı.

Üçüncü bölük son bölüktü, Kutuzov bir şey hatırlamış gibi bir an düşündü. Prens Andrey maiyet subaylarından ayrılarak ilerledi, Fransızca olarak yavaşça, "Bu alayda bulunan, rütbesi alınmış Dolohov'u hatırlatmamı emretmiştiniz," dedi.

Kutuzov sordu:

"Dolohov nerede?"

Kaputunu değiştirip kül renginde bir kaput giymiş olan Dolohov, çağırılacağını beklemiyordu. Sarışın, mavi gözlü, boylu boslu bir er silueti sıradan çıkarak ilerledi. Başkomutana yaklaştı, esas duruşa geçti.

"Bir şikâyet mi?" diye Kutuzov hafifçe kaşlarını çatarak sordu.

Prens Andrey, "Dolohov," dedi.

"Haa!" dedi Kutuzov. "Umarım bu sana bir ders olur. İyi hizmet et. Hükümdar merhametlidir. Ben de, yararlık gösterirsen seni unutmam."

Mavi, parlak gözler, başkomutana tıpkı alay komutanına baktıkları gibi pervasız, başkomutanı erden bu kadar ayıran kalın perdeyi neredeyse yutar gibi bakıyorlardı.

Gür, tok ve sakin sesiyle, "Yalnız, bir dileğim var, Ekselans," dedi. "Hatamı düzeltmek, imparatora ve Rusya'ya bağlılığımı ispat etmek fırsatının bana verilmesini rica ediyorum."

Kutuzov yüzünü çevirdi. Yüzünde az önceki gülümseme belirdi. Döndü ve ona Dolohov'un bütün söylediklerini çoktandır bildiğini, bütün bunların artık onu bıktırdığını ve hiç de söylenecek şeyler olmadıklarını anlatmak ister gibi alnını buruşturdu. Kaleskaya doğru yürüdü.

Alay bölüklere ayrıldı, gönderildiği yere, ayakkabı sağlayabileceğini, zahmetli yürüyüşlerden sonra dinleneceğini umduğu Braunau yakınındaki konaklama alanına yürüdü.

Alay komutanı köprüye doğru ilerleyen üçüncü bölüğü geçip önden giden bölük komutanı Timohin'e yaklaşarak, "Benden davacı değilsiniz ya Prohor İnatiç," dedi. Alay komutanının yüzünde, çok iyi atlatılan teftişten sonra müthiş bir sevinç belirmişti. "Hizmet Çar için... olmaz... bir gün kıta önünde insan işi berbat eder... kendim öncelikle af dilerim, beni bilirsiniz..." Çok teşekkür etti.

Elini bölük komutanına uzattı.

"Affedin general! Ne haddime."

Yüzbaşının burnu kızardı, gülümsedi, İsmail önlerinde tüfek dipçiğiyle dökülen iki ön dişinin yeri meydana çıktı.

"Ha, Bay Dolohov'a söyleyin, onu unutmayacağım, rahat olsun, her zaman sormak isterim, ne yapıyor? Nasıl yaşıyor? Ve her zaman..."

"Görevinde çok dikkatlidir, Ekselans... Ama huy..." dedi Timohin.

Alay komutanı, "E, neymiş huy?" diye sordu.

"Bazı günler olur, Ekselans," dedi yüzbaşı, "hem akıllı, hem iyi kalplidir. Bazen de bir canavardır. Polonya'da bir Yahudi'yi öldürmüştü, bilirsiniz..."

"Ya, evet, evet," dedi alay komutanı, "delikanlının haline acımak lazım. Sonra büyüklerden de adamı çok... Evet, siz onu..."

Timohin komutanın içinden geçenleri anladığını hissettirerek gülümsedi.

"Baş üstüne, Ekselans," dedi.

"Ya, evet, evet."

Alay komutanı Dolohov'u gözleriyle araştırarak atını durdurdu. Ve ona, "İlk savaşmada apoletler," dedi.

Dolohov dönüp ona baktı, bir şey söylemedi, alaycı bir gülümseme taşıyan ağzının ifadesini değiştirmedi.

Alay komutanı devamla, "Çok şükür iyi," dedi. Herkese birer maşrapa votka, benden." Ve askerlere duyurmak isteyerek ilave etti: "Hepinize teşekkür ederim!"

Atını sürüp başka bir bölüğe gitti.

Timohin yanında yürüyen bir küçük subaya, "Eh, iyi adam doğrusu, onunla çalışılır," dedi.

Küçük subay gülerek, "Tek kelime ile kupa!.." dedi, alay komutanına "kupa beyi" derlerdi.

Komutanların, teftişten sonraki keyifli halleri askerlere de geçmişti. Bölük neşeyle ilerliyordu. Bir uğultu yükselmişti.

"Hani Kutuzov'un bir gözü kördür, tek gözlüdür, diyorlardı?"

"Değil mi sanki! Tek gözlünün ta kendisi."

"Yoo... Kardeş, senden fazla gözü var. Çizmelere, çoraplara her şeye baktı."

"Ah kardeşim, ayağıma bakarken... Hah, dedim içimden..."

"Ya öteki, yanında olan Avusturyalı, sanki badana olmuş, un gibi beyaz, teçhizatı amma da parlatmışlar be!"

"E, Fedeşou... Savaş ne zaman başlayacak, bir şey söylemedi mi? Sen yanında değil miydin? Bonaparte Brunov'da diyorlardı hep."

"Bonaparte ha! Amma da atıyor aptal! Bilmediği şeyi! Şimdi Prusyalı isyanda. Avusturyalı onu yatıştırıyor. Yatışınca o zaman Bonaparte'a savaş ilan edilecek. Şuna bak, Bonaparte Brunov'da diyor! Aptal olduğun belli. Sen konuşma da dinle."

"Bak şu konakçı heriflere! Beşinci bölük köye doğru sapıyor, onlara kaşa (kara buğdaydan yapılan lapa) pişirecekler, biz hâlâ yerimize varamadık."

"Bir peksimet versene ulan!"

"Daha dün tütün verdim... Al... Lanet olsun!"

"Bir mola verseler bari, yoksa aç açına daha beş verstlik yol yürüyeceğiz."

"Almanlar bize kaleska verseler iyi olurdu. Şöyle kurulur, giderdik."

"Burada, herkes hep azgın. Ötekiler sanki hep Polonyalıydı, hep baştanbaşa Alman be dostum."

Yüzbaşının sesi yükseldi:

"Şarkıcılar öne!"

Ayrı ayrı dizilerden yirmi kişi koşup bölüğün önüne geldi. Borazancıbaşı şarkıcılara doğru döndü, eliyle işaret vererek, "Gün ağarması mı, güneş tutuştu," diye başlayan, "Evet kardeşler, Kamenski Baba ile şan salacağız," diye biten ağır bir asker şarkısı yükseldi. Bu şarkı Türkiye'de bestelenmiş, şimdi Avusturya'da söyleniyordu. Yalnız bir yerini değiştirmişlerdi: "Kamenski Baba" yerine "Kutuzov Baba" deniyordu.

Kırk yaşlarında, zayıf, yakışıklı bir er olan borazancı bu son dizeyi askerce bitirip ellerini yere bir şey fırlatıp atar gibi sallayarak şarkıcı erleri sert bakışlarla süzdü, kaşlarını çattı, sonra, bütün gözlerin kendisine dikildiğinden emin olunca, iki eliyle sanki göze görünmez, kıymetli bir şeyi özenle kaldırdı, başının üzerinde böyle birkaç saniye tuttu ve ansızın ümitsiz, fırlatıp attı:

Ah, kulübem, kulübem benim!

Yirmisi birden hemen katıldılar, "Benim yeni kulübem," diye devam ettiler. Bir asker, teçhizatının ağırlığına rağmen ileri fırladı, omuzlarını oynatarak, enstrümanıyla sanki birilerini tehdit ederek bölüğün önünde geri geri yürümeye başladı. Askerler ellerini ezgiye göre sallıyor, birbirlerinin ayağına çarparak uzun adımlarla yürüyorlardı. Arkadan tekerlek gürültüleri, yay gıcırtıları, nal sesleri duyuldu. Kutuzov yanındakilerle birlikte kente dönüyordu. Başkomutan, askerin adi adımla yürümeye devam etmesini işaret etti; şarkıyı duyup dans eden erleri, neşeli ve dinç adımlarla ilerleyen bölüğü görünce onun ve yanındakilerin yüzlerinde bir gülümseme belirmişti. Kaleska bölüğün sağından geçerken kolun ikinci dizisinde şarkıya ayak uydurarak, daha dinç ve zarif adımlarla yürüyen, sanki geçenlere, o anda bölükte bulunmayan herkese acıyormuş gibi bakan mavi gözlü bir asker, Dolohov, ister istemez göze çarpıyordu. Kutuzov'un yanındaki heyetten, alay komutanının taklidini yapan hussar asteğmeni, kaleskadan geri kaldı, atını Dolohov'a doğru sürdü.

Asteğmen Jerkov bir zamanlar Petersburg'da Dolohov'un idare ettiği eğlence âlemlerine katılanlardandı. Memleket dışında Jerkov, Dolohov'a bir er olarak rastlamış, ama ona tanışıklık göstermeyi doğru bulmamıştı. Şimdi, Kutuzov'un rütbesi alınan bu gençle konuşmasından sonra eski bir dost sevinciyle ona sesleniyordu:

"Sevgili dostum, nasılsın?"

Dolohov soğuk bir edayla yanıt verdi:

"Nasıl mıyım? Gördüğün gibi."

Oynak hava, Jerkov'un pervasız bir neşe taşıyan sesindeki tona ve yapmacık bir soğukluk taşıyan Dolohov'un yanıtına özel bir anlam veriyordu.

Jerkov, "E, komutanla aran nasıl?" diye sordu.

"Fena değil, iyi insanlar. Sen karargâha nasıl girdin?"

"Görevlendirildim. Nöbetçiyim."

Bir süre sustular.

Şarkı gür, neşeli, "şahini salıverdi, sağ kolundan salıverdi" diye devam ediyordu. Konuşmaları şarkıya karışmasaydı belli ki başka türlü olacaktı...

"Avusturyalıları benzetmişler, doğru mu?"

"Kim bilir, öyle diyorlar."

Dolohov şarkının ritmine uyarak kısaca ve açıkça yanıt verdi:

"Buna sevindim."

"Bir akşam bize gel, firavun çeviririz," dedi Jerkov.

"Paranız çok mu yoksa?"

"Gel, herhalde."

"Olmaz. Tövbe ettim. Rütbem geri verilinceye kadar ne içeceğim ne de oynayacağım."

"E, ilk savaşa kadar."

"Orada belli olur."

Yine bir süre sustular.

"Bir şeye ihtiyacın olursa gel, karargâhta herkes sana yardım eder," dedi Jerkov.

Dolohov güldü.

"Rahatsız olma daha iyi. Bir şeye ihtiyacım olursa kimseden istemem, kendim yaparım."

"Eh, ne yapalım, ben öyleyimdir de..."

"Ben de böyleyim."

"Peki, güle güle."

"Sağ ol."

"Ve yüksek ve uzak

Doğduğum diyara doğru..."

Jerkov atını mahmuzladı. Hayvan önce hangi ayağını atacağını kestiremeyerek üç defa tepindi, kendini topladı, sıçradı, sonra o da adımlarını şarkıya uydurarak bölüğü geçti, kaleskaya yetişti.


Continue Reading

You'll Also Like

955K 52.5K 40
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...
16.3K 443 5
İngiliz centilmen Phileas Fogg, üye olduğu kulüpteki arkadaşlarıyla 80 günde dünyanın etrafını dolaşacağına dair iddiaya girer. Uşağı Parisli Passepa...
8.1K 744 9
Stiles telefonu parmakları arasında çevirmeye devam etti. Çevirdikçe parlak ekran karanlık odasını ve yüzünü aydınlatıyordu. Parmakları hızlıca harek...
64.8K 2.3K 10
Hayvan Çiftliği'nin kişileri hayvanlardır. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'...