Savaş ve Barış

By ClassicsTR

6.9K 168 13

I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlata... More

Savaş ve Barış İçin Önsöz Taslağı (1865)
Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868)
BİRİNCİ KİTAP
III - IV
V - VI
VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII
XIX - XX
XXI
XXII
XXIII - XXIV
İKİNCİ BÖLÜM
III - IV
V - VI
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
III - IV
V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX
İKİNCİ KİTAP
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV
XV - XVI İkinci Bölüm I - II
IV - V - VI - VII
VIII - IX - X
XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII - IX
X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII
XIX - XX - XXI - XXII - XXIII
XXIV - XXV - XXVI
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII
XIII - BEŞİNCİ BÖLÜM
IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI - XII
ÜÇÜNCÜ KİTAP
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV - XVI - XVII
XVIII - XIX - XX - XXI
XXII - XXIII - XXIV - İkinci Bölüm I - II - III
IV - V - VI
VII - VIII - IX - X
XI - XII -XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII - XIX - XX -XXI
XXII - XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV - XXXV - XXXVI - XXXVII
XXXVIII - Üçüncü Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII - IX - X
XI - XII - XIII - XIV - XV - XVI
XVII - XVIII -XIX - XX - XXI - XXII
XXIII - XXIV - XXV - XXVI
XXVII - XXVIII - XXIX - XXX - XXXI
XXXII - XXXIII - XXXIV
Dördüncü Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI - XII
XIII - XIV - XV - XVI
Beşinci Bölüm I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII - XIII -XIV
XV - XVI - XVII- XVIII - XIX
Altıncı Bölüm I - II - III - IV - V - VI
VII - VIII - IX - X - XI -XII - XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII -XIX
Yedinci Bölüm I - II - III - IV -V - VI - VII
VIII - IX - X -XI - XII -XIII
XIV - XV - XVI - XVII - XVIII - XIX - XX
EPİLOG
VII - VIII - IX - X - XI
XII - XIII - XIV - XV
XVI - İkinci Bölüm I - II - III - IV
V - VI - VII - VIII
IX - X - XI - XII

XXV

54 4 0
By ClassicsTR


Prens Andrey ertesi akşam yola çıkacaktı. Yaşlı Prens alışkanlığını bozmayarak öğle yemeğinden sonra odasına çekildi. Küçük Prenses görümcesinin yanındaydı. Prens Andrey apoletsiz seyahat ceketini giymiş, kendisine ayrılan dairede uşağı ile eşyalarını yerleştiriyordu. Kaleskaya, bavulların nasıl yerleştirildiğini kendisi kontrol ederek hayvanların koşulmasını emretti. Odada Prens Andrey'in her zaman yanında taşıdığı şeyler kalmıştı yalnızca: bir küçük sandık, büyük bir gümüş çekmece, iki Türk tabancası, babasının hediyesi olan, Oçakov'dan getirilmiş bir kılıç. Bütün bu değerli eşyayı Prens Andrey çok iyi saklıyordu. Hepsi yepyeni, tertemizdi, hepsi çuha kılıflara konmuş şeritlerle güzelce bağlanmıştı.

Yola ve yeni bir hayata hazırlananların, özellikle yaptığı işe yoğunlaşma konusunda yetenekli olanların üzerine, ciddi bir ruh hali çöker. Bu sırada geçmiş gözden geçirilir, geleceğin planları çizilir. Prens Andrey'in yüzü çok düşünceli ve sevecendi. Ellerini arkasına koymuş, önüne bakarak ve dalgın dalgın başını sallayarak odada hızla bir köşeden bir köşeye gidip geliyordu. Savaşa gitmekten mi korkuyordu, karısını bırakacak diye mi üzgündü? Belki her ikisi de vardı, ancak bu halde görülmek istemediği için olacak, sofada ayak sesleri duyunca hemen ellerini bıraktı, küçük sandığın kılıfını bağlıyormuş gibi masanın önünde durdu, her zamanki sakin ve anlaşılmaz yüzünü takındı. Duyduğu ayak sesleri Prenses Mariya'nın tok adımlarının sesiydi.

Prenses soluyarak içeri girdi, belli ki koşmuştu.

"Hayvanların koşulmasını emretmişsin," dedi, "halbuki seninle yalnız konuşmayı ne kadar istiyordum. Kim bilir yine ne kadar zaman için ayrılacağız. Geldim diye kızmadın ya? Sen çok değişmişsin, Andreyciğim."

"Andreyciğim" derken gülümsemişti. Belliydi ki, bu sert tavırlı güzel erkeğin, onun çocukluk arkadaşı, o sıska, haylaz Andreycik olduğunu düşünmek ona tuhaf geliyordu.

Prens, onun sorusuna yalnızca bir gülümsemeyle yanıt vererek sordu:

"Lise nerede?"

"O kadar yorulmuş ki, benim odada kanepede uyuyakaldı.  Ah, Andrey, ne iyi bir karınız var," diyerek kardeşinin karşısındaki kanepeye oturdu, "Büsbütün çocuk o, ne kadar sevimli, neşeli bir çocuk. Onu o kadar sevdim ki."

Prens Andrey bir şey söylemiyordu ama Prenses onun yüzünde beliren alaycı, hafifseyen ifadeyi fark etmişti.

"Küçük zaafları da hoş görmek gerek; onlar kimde yok ki André! Unutma ki, o sosyetede büyüdü, terbiye gördü. Sonra şimdi o da kaygılı, halden anlamak gerek. Her şeyi anlamak, her şeyi affetmektir. Düşün bir kere, alıştığı o hayattan sonra kocasından da ayrılmak, tek başına, hem de o haliyle köyde kalmak zavallıyı ne yapar? Çok acıklı."

Prens Andrey kız kardeşine bakarak gülümsedi, tıpkı içlerini okuduğumuzu sandığımız kimseleri dinlerken gülümsediğimiz gibi.

"Sen de köyde yaşıyorsun, ama bu hayatı korkunç bulmuyorsun," dedi.

"Ben başka. Beni karıştırma! Ben başka hayatı istemiyorum. İsteyemem de. Çünkü ben başka bir hayat bilmiyorum. Sosyeteye bağlı genç bir kadın için hayatın en iyi çağlarında, yapayalnız köye kapanmayı bir düşün André. Evet, yapayalnız; çünkü babanız her zaman meşgul, bense... Beni bilirsin... Sosyeteye alışık bir kadın için en ressources (eğlence, konuşma bakımından) ne kadar yoksulum. Bir tek Mademoiselle Bourienne..."

"Sizin bu Bourienne'iniz benim hiç hoşuma gitmiyor," dedi Prens Andrey.

"A, hayır! O çok sevimli, çok iyi yüreklidir, sonra zavallı bir kızdır. Hiç, hiç kimsesi yok. Doğrusunu isterseniz benim ona ihtiyacım olmadığı gibi beni sıkıyor da. Bilirsin ki ben her zaman yabani idim. Şimdi daha çok öyleyim, yalnız olmayı severim... Babam...257 Onu çok sever. Mihail İvanoviç'le ikisine hep şefkatli ve iyi davranır. Çünkü her ikisi de ondan iyilik görmüştür. Sterne'in dediği gibi: 'İnsanları, bizim onlara yaptığımız iyilikten ötürü ne kadar seversek onların bize yaptığı iyilikten ötürü de o kadar sevmeyiz.' Sokakta öksüz aldı, çok iyi yürekli o. Mon père onun okuyuş tarzını beğenir. Matmazel Bourienne geceleri ona kitap okur, çok güzel okur."

Andrey ansızın, "E, doğru söyle Marie, öyle zannediyorum ki babanın huyları kimi zaman seni üzüyor, değil mi?" diye sordu.

Bu soru Prenses Mariya'yı önce hayrete düşürmüş, sonra ürkütmüştü.

"Ben mi?.. Ben mi?.. Ben mi üzülüyorum?" dedi.

"O her zaman hırçındı; şimdiyse çekilmez oldu sanıyorum."

Anlaşıldığı kadarıyla Prens Andrey bunları, babası hakkında böyle çekinmeden konuşarak kız kardeşinin ağzından laf almak, onu tartmak için, özellikle söylüyordu.

Prenses konuşmanın seyrinden çok kendi düşüncelerinin akışını izleyerek, "Her yönden çok iyisin Andrey ama sende düşüncelerin söz konusu olduğunda bir gurur var," dedi, "bu büyük bir günah. Bir babayı kınamak olur mu? Olsa bile mon père gibi bir adam saygıdan başka nasıl bir his uyandırabilir? Ben ondan o kadar memnunum, onunla o kadar mutluyum ki. Hepiniz benim gibi mutlu olsanız; tek isteğim bu."

Kardeşi, inanmadığını anlatır bir tavırla başını salladı.

"Bana acı gelen yalnız bir şey var: Sana doğrusunu söyleyeceğim Andrey. Babamın din hususundaki düşünceleri. Anlamıyorum, nasıl olur böyle büyük bir zekâyla bu adam gün gibi aşikâr şeyleri göremez de böyle sapıtır? İşte beni üzen bu. Ama bunda da son zamanlarda hafif bir düzelme hissediyorum. Son zamanlarda alayları o kadar acı değil; hem, kabul ettiği ve uzun uzun görüştüğü bir de rahip var."

Prens Andrey alaylı ama şefkatli bir tavırla, "Ama kardeşim, korkarım ki rahiple sen barutunuzu boşuna harcıyorsunuz," dedi.

"Ah! Dostum! Ben sadece Tanrı'ya dua ediyorum. Ve beni duyacağını biliyorum..." Bir an sustuktan sonra ürkekçe, "André," dedi, "senden önemli bir ricam var."

"Nedir, canım?"

"Hayır, reddetmeyeceğine söz ver. Bu sana, herhangi bir şeye mal olacak değil, şerefinden bir şey eksiltecek de değil. Yalnız, beni teselli etmiş olacaksın. Söz ver. Andreyciğim."

Elini çantasına sokmuş, içinde bir şey tutuyor, tuttuğu şey ricasıyla ilgiliymiş de söz almadan çantasından çıkaramıyormuş gibi, onu henüz göstermiyordu.

Kardeşine ürkek, yalvaran gözlerle bakıyordu.

"Bana büyük bir zahmeti olsa bile..." diye Prens Andrey işi sezmiş gibi yanıtlayacak oldu.

"Ne istersen düşün! Biliyorum, mon père neyse sen de osun. Ne istersen düşün, ama benim için bunu kabul et, rica ederim. Kabul et. Onu babamın babası, dedemiz de bütün savaşlarda taşımıştı..." Elinde tuttuğu şeyi çantasından hâlâ çıkarmamıştı. "Söz veriyorsun bana değil mi?"

"Elbette, nedir?"

"André, seni kutsal bir tasvirle takdis ediyorum. Onu hiçbir zaman boynundan çıkarmayacağına bana söz ver... Veriyor musun?"

Prens Andrey, "Eğer o iki pud (bir ağırlık ölçüsü, 16 kilo 380 gram) değilse, boynumu kırmazsa... Seni memnun etmek için," dedi ama bu şaka üzerine kız kardeşinin yüzünde beliren üzüntüyü fark ederek hemen ağız değiştirdi. "Çok memnun olurum, sahi çok memnun olurum canım," diye ekledi.

Prenses, siyah yüzlü, gümüş çerçeveli, ince kordonlu antika oval bir İsa tasvirini iki eliyle kardeşinin önüne tutarak heyecandan titreyen bir sesle, "İstemesen de seni kurtarır o, günahlarını affeder, sana yol gösterir, çünkü gerçek teselli ondadır," dedi.

Prenses haç çıkardı, kutsal tasviri öptü, Andrey'e verdi.

"Lütfen Andrey, benim için..."

İri gözlerinden temiz ve ürkek bir ışık süzülüyordu. Bu gözler hastalıklı ve zayıf yüzü aydınlatıyor, güzelleştiriyordu. Kardeşi tasviri almak istedi. Ama onu durdurdu. Andrey işi anlamıştı, haç çıkardı, tasviri öptü. Yüzü hem yumuşak, hem alaycıydı.

"Teşekkürler dostum."

Prenses kardeşini alnından öptü, yeniden kanepeye oturdu. Sustular.

Prenses, "Evet, sana söyledim, André, her zamanki gibi iyi ve cömert ol. Lise'ye karşı da insafsız olma," diye söze başladı, "o çok sevimli, iyi yürekli biridir. Şu sıralar pek iyi de değil üstelik."

"Dikkat edersen, sana karımın herhangi bir halinden şikâyet etmedim ya da ondan memnun olmadığıma dair bir şey söylemedim, Maşa. Neden bana hep bunları söylüyorsun?"

Prenses Mariya pençe pençe kızardı, kendini suçlu hissetmiş gibi sesini çıkarmadı.

"Sana ben bir şey söylemedim ama başkaları söylemiş. Bu çok acı benim için."

Pençe pençe kızıllıklar Prenses Mariya'nın alnına, boynuna, yanaklarına yayıldı. Bir şey söylemek istiyor, ama ağzını açamıyordu. Kardeşi, ne söylemek istediğini anlamıştı: Küçük Prenses yemekten sonra, doğumunun iyi olmayacağını hissettiğini, korktuğunu söylemiş, kaderinden, kayınpederinden, kocasından dert yanmıştı. Ağladıktan sonra da uyuyakalmıştı. Prens Andrey, kız kardeşine acıdı.

"Yalnız, şunu bil ki, Maşa, karımı ben hiçbir şey için kınayamam, kınamadım, asla da kınamayacağım. Kendimi de ona karşı hiçbir şeyde ayıplayamam. Hangi şartlar içinde bulunursam bulunayım bu her zaman böyle olacak. Ama eğer sen gerçeği öğrenmek istersen... Benim mutlu olup olmadığımı öğrenmek ister misin? Hayır. O mutlu mudur? Hayır. Niçin? Bilmiyorum..."

Bunu söyleyerek kalktı, kız kardeşine yaklaştı, eğilip onu alnından öptü. Güzel gözleri zeki, temiz ve onda hiç görülmemiş bir ışıkla ışıldadı. Ama o, kız kardeşine değil, onun başının üzerinden açık kapının loşluğuna bakıyordu.

"Hadi ona gidelim. Vedalaşmam gerek. Ya da sen yalnız git, onu uyandır, ben de şimdi geliyorum." Sonra oda hizmetçisine seslendi: "Petruşa! Buraya gel. Al götür, bunu oturulacak yere, bunu sağ tarafa koyarsın."

Prenses Mariya kalktı, kapıya doğruldu, durdu.

"Eğer inancınız olsaydı, Andrey, kalbinizde olmayan sevgiyi size vermesi için Tanrı'ya dua ederdiniz ve duanız kabul olurdu."

"Bu kolay canım," dedi Prens Andrey, "git, Maşa. Şimdi geliyorum."

Prens Andrey kız kardeşinin odasına giderken iki daireyi birleştiren oturma odasında zarifçe gülümseyen ve bugün üçüncü kez heyecanlı ve saf bir gülümsemeyle, olmadık yerlerde ansızın karşısına çıkan Matmazel Bourienne'e rastladı.

Matmazel, nedense kızararak gözlerini yere indirdi.

"Ah! Sizi odanızda sanmıştım," dedi.

Prens Andrey ona sert sert baktı. Yüzünde birdenbire bir öfke belirdi. Ona bir şey söylemedi. Ama gözlerine bakmadan alnını ve saçlarını öyle bir hafifsemeyle süzdü ki Fransız kız al al oldu, bir şey söyleyemeden yürüyüp gitti. Kız kardeşinin odasına yaklaştığı zaman Küçük Prenses uyanmıştı, şen sesi açık kapıdan duyuluyordu. Uzun süre kendini tuttuktan sonra yitirdiği zamanların acısını çıkarmak istiyormuş gibi konuşuyordu.

"Hayır. Düşünün bir kere, yaşlı Kontes Zubova takma saçlar ve takma dişlerle sanki yıllara meydan okuyarak... Ha, ha, ha, Marie!"

Prens Andrey, Prenses Zubova'yla ilgili bu cümleyi, aynı kahkahayla, yabancıların yanında, karısından beşinci kez duyuyordu. Yavaşça odaya girdi. Dolgun bedenli, pembe tenli Küçük Prenses, elinde işiyle koltuğa oturmuş, Petersburg anıları, hatta dedikoduları anlatarak durmadan konuşuyordu. Prens Andrey ona yaklaştı, saçlarını okşadı, yol yorgunluğundan sonra dinlenip dinlenemediğini sordu. Prenses yanıt verdi ve konuşmasına devam etti.

Avluda altı atlı bir kaleska duruyordu. Dışarıda karanlık bir sonbahar gecesi vardı. Arabacı kaleskanın oklarını görmüyordu. Taşlıkta hizmetçiler, ellerinde fenerlerle telaşlı telaşlı gidip geliyorlardı. Koca bina geniş pencerelerinden tutuşmuş, ışıklar saçıyordu. Malikâne çalışanları, genç Prens'le vedalaşmak için sofaya dolmuşlardı. Bütün ev halkı: Mihail İvanoviç, Matmazel Bourienne, Prenses Mariya, Küçük Prenses büyük salonda ayakta duruyorlardı. Prens Andrey, kendisiyle yalnız olarak vedalaşmak isteyen babasının yanına, çalışma odasına çağrılmıştı. Herkes onun çıkmasını bekliyordu.

Genç Prens çalışma odasına girdiği zaman babası, gözlerinde yaşlılara özgü gözlük, oğlundan başka kimseyi kabul etmediği bir giysiyle, beyaz hırkasıyla masa başına oturmuş yazıyordu. Dönüp baktı.

"Gidiyor musun?"

Ve yine yazmaya başladı.

"Vedalaşmaya geldim."

"Öp şuradan." Yanağını gösterdi. "Teşekkür ederim, teşekkür ederim!"

"Niçin bana teşekkür ediyorsunuz?"

"Vaktini geçirmediğin için, karı eteğine yapışmadığın için. Görev her şeyden önce gelir. Teşekkür ederim, teşekkür ederim!" Ve yazısına devam etti. Öyle ki, çıtırdayan kalemden zifoslar sıçrıyordu. "Bir şey söylemek istiyorsan söyle. Bu iki işi bir arada yapabilirim," diye ekledi.

"Karım... Onu sizin omuzlarınıza yük edip gideceğim için öyle mahcubum ki..."

"Ne saçmalıyorsun? Ne söyleyeceksen onu söyle."

"Karımın doğurma zamanı gelince Moskova'dan bir doktor getirtiniz... Doğumda bulunsun."

Yaşlı Prens durdu, anlamamış gibi sert bakışlarını oğluna dikti.

Prens Andrey sıkılmış gibi:

"Biliyorum, doğa yardım etmezse kimse edemez," dedi, "felaketin milyonda bir rastladığını kabul ediyorum, benim ve onun kuruntusu bu. Onu kuşkulandırdılar. Rüya görmüş, korkuyor."

İhtiyar yazıya devam ederek kendi kendine mırıldandı:

"Hım... Hım... Peki, olur."

İmzasını attı, ansızın oğluna döndü, güldü:

"İş kötü, ha?"

"Kötü olan ne, baba?"

İhtiyar kısaca, "Karın!" dedi.

"Anlamıyorum," dedi Prens Andrey.

"Evet, yapacak bir şey yok, ahbap. Onlar hep böyledirler, boşanmak olmaz. Korkma, kimseye söylemem; bilirsin ya sen."

Kemikli küçücük eliyle onun kolunu yakaladı, sarsarak, insana içini okuyorlarmış gibi gelen keskin gözlerini oğlunun yüzüne dikti, yine soğuk soğuk güldü.

Prens Andrey içini çekti. Bununla babasının kendini anladığını kabul ediyordu. İhtiyar mektubu katlamaya ve mühürlemeye devam ederken mühür mumunu, mührü, kâğıdı kendine has çabuklukla alıp bırakmıştı. Mektubu mühürlerken kesik cümlelerle, "Ne yaparsın? Güzel o! Her şeyi yaparım. Rahat ol," dedi.

Andrey susuyordu: Babasının onu anlaması hem hoşuna gitmiş hem gitmemişti. İhtiyar kalktı. Mektubu oğluna verdi.

"Dinle," dedi, "karından yana merak etme: Ne yapmak gerekiyorsa yapılacaktır. Şimdi dinle: Mektubu Mihail İlariyonoviç'e  ver. Seni iyi bir yerde kullanmasını, uzun süre yaver olarak tutmamasını yazıyorum: Berbat bir iştir yaverlik! Onu hep hatırladığımı, sevdiğimi söyle. Sonra seni nasıl karşıladığını bana yaz. Nikolay Andreyeviç Bolkonski'nin oğlu kimsenin yanında ezilmeyecektir. Eh, şimdi gel buraya."

Öyle hızlı konuşuyordu ki, sözcükler yarım kalıyor, ama oğlu onu anlıyordu. İhtiyar Prens oğlunu bürosuna götürdü. Kapağı açtı, çekmeyi çekti, kendi büyük, uzun ve sık el yazısıyla yazılmış bir defter çıkardı.

"Ben herhalde senden önce öleceğim, burada anılarımın bulunduğunu bil, ben öldükten sonra onları hükümdara ulaştıracaksın. Şimdi, şurada bir lombard biletiyle bir mektup var: Suvorov çarpışmalarını yazacak kişiye ödül. Akademiye gönderilecek. Burada notlarım. Benden sonra oku, yararlı bulacaksın."

Andrey babasına, daha çok yaşayacağı yolunda bir şey söylemedi. Bunu söylemenin gereksiz olduğunu biliyordu.

"Hepsini yerine getiririm baba," dedi.

"Eh, şimdi güle güle." Öpmesi için elini oğluna uzattı, onu kucakladı. "Şunu unutma, Prens Andrey: Eğer vurulup ölürsen benim için bu acı olacak..." Ansızın sustu, sonra birden gür ve sert bir sesle devam etti: "Ama eğer Nikolay Bolkonski'ye layık bir oğul gibi hareket etmediğini öğrenirsem... utanç duyarım!" diye bağırdı.

Prens Andrey gülümseyerek, "Bunu bana söylemeyebilirdiniz baba," dedi.

İhtiyar susuyordu.

Prens Andrey devamla, "Bir şey daha rica etmek istiyorum," dedi, "ölürsem ve eğer bir oğlum olursa, dün söylediğim gibi, onu kendinizden ayırmayınız, yanınızda büyüsün... Rica ederim."

İhtiyar güldü:

"Karına vermeyelim öyle mi?"

Sessizce, yüz yüze duruyorlardı. İhtiyarın keskin bakışları oğlunun gözlerine dikilmişti. Alt çenesi titriyordu.

"Eh, vedalaştık... Hadi bakayım!" diye birden çalışma odasının kapısını açarak öfkeli, yüksek bir sesle bağırdı: "Hadi bakayım!"

Küçük Prenses'le Prenses Mariya, Prens Andrey'i ve öfkeli bir sesle bağıran beyaz hırkalı, perukasız, gözlüklü ihtiyarın kapıdan bir an uzanan siluetini görünce, "Ne var? Ne oldu?" diye sordular.

Prens Andrey derin bir nefes aldı, yanıt vermedi.

Karısına seslenerek, "Eh," dedi ve bu "Eh" deyişte, "şimdi siz yapmacık tavırlarınızı sergileyin," der gibi soğuk bir eda vardı.

Küçük Prenses sarardı, korkuyla kocasına baktı:

"Andrey, hemen gidiyor musun?"

Prens karısını kucakladı, Küçük Prenses bir çığlık kopararak, kocasının omzuna külçe gibi yıkıldı.

Prens karısını yavaşça omzundan ayırdı, yüzüne baktı, onu koltuğa oturttu.

Alçak sesle kız kardeşine, "Adieu Marie," dedi, sarılarak öpüştüler. Prens hızlı adımlarla odadan çıktı.

Küçük Prenses koltukta yatıyor, Matmazel Bourienne onun şakaklarını ovuyordu. Prenses Mariya gelinini tutarak yaşlı, güzel gözleriyle hâlâ Prens Andrey'in çıktığı kapıya bakıyor, haç çıkarıyordu. İhtiyar öfkeyle burnunu çekiyor, çalışma odasından bu sesler duyuluyordu. Andrey gider gitmez bu çalışma odasının kapısı hızla açıldı. Beyaz hırkalı ihtiyarın sert yüzü göründü.

"Gitti mi? Ha, iyi!" diyerek kendinden geçmiş bir halde bulunan Küçük Prenses'e öfkeyle baktı, azarlayıcı bir tavırla başını salladı, sonra kapıyı hızla kapadı.



 

Continue Reading

You'll Also Like

16.3K 443 5
İngiliz centilmen Phileas Fogg, üye olduğu kulüpteki arkadaşlarıyla 80 günde dünyanın etrafını dolaşacağına dair iddiaya girer. Uşağı Parisli Passepa...
38.3K 1K 45
Dünya edebiyatının en önemli klasik yapıtlarından biri olan İki Şehrin Hikâyesi, Paris ve Londra arasında gelişen olay kurgusuyla, tarihin en hareket...
302 67 9
Çocukluğumdan başlayan bir yalnızlık vardı içimde,geçmeyen bir türden. Zaman geçtikçe kendimden uzaklaştım, yabancılaştım. Haksızlıklara karşı koyama...
74.3K 4.2K 6
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nun kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek içi...