İLKYAZ

iremmipelin द्वारा

1.2M 69.6K 30.7K

Geri döndüm. Tek tek söküp attığım ne varsa, üstüme bir bir diktim de döndüm. Kalbime geri döndüm. अधिक

Öndeyiş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bonus 1
Bölüm 7
Bonus 2
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bonus 3
Bölüm 13
Bonus 4
Bölüm 14
Bölüm 15
Bonus 5
Bölüm 16
Bonus 6
Bölüm 17
Bonus 7
Bölüm 18
Bonus 8
Bölüm 19
Bölüm 20
Bonus 9
Bonus 10
Bölüm 21
Bölüm 22
Bonus 11
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bonus 12
Bonus 13
Bonus 14
Bölüm 26
Bölüm 27
Bonus 15
Bölüm 28
Bölüm 29
Bölüm 30
Bölüm 31
Bonus 16
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bonus 17
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bonus 18
Bonus 19
Bölüm 44
Bonus 20
Bölüm 45 • Final

Güz Geçer

8.2K 494 294
iremmipelin द्वारा

13 Mart'a girdiğimiz şu dakikalarda bir doğum günü sürprizi için karşınızdayım. 

Evet, bu bir iyi ki doğdun, bölümü. Ve teşekkürü. 

Benim canım arkadaşım iyi ki doğdun! @atagoksoy 🎈💜

Yine bir gün, aslında ben böyle bir şey hayal ettim diye anlattığım bir şeye her zamanki gibi benden çok heveslenmişti. Evet evet, bu bölümün çıkış noktasına. Ben ona, Nora değil de Ege geri dönseydi nasıl olur demiştim ve üzerine fikir yürütmeye başlamıştık. Sonra tabii bu fikir aklımdaki onca fikrin kaybolup gittiği o kara delikte dönüp durmaya başlamıştı. 

Ve ben bir gün, yazayım bir nasıl olacak, diyerek bu bölümü yazdım. 

Evet, bu bir alternatif evren bölümü ve ne yazık ki devamı olmayacak. 

Hem İlkyaz severlere küçük bir finalden önce soluklanması olsun, hem de canım arkadaşım Ata'nın doğum günü için minik bir hediye olsun istedim. 

Umarım keyif alırsınız. 

İrem Pelin xx

🌸

Başımı bulutsuz, parıl parıl parlayan gökyüzüne çevirdim. Maviliğe sızan güneş ışıkları gözlerimden içime dolarken derin bir nefes aldım. Göğsümde, yazı kapatmanın burukluğuna inat açan kiraz çiçekleri vardı.

Neşeli ve pembe...

Gözlerimi kapattığımda içime gökyüzünün güzelliğinden dolan huzur, burukluğa dönüştü. Hızla kirpiklerimi araladım. Yüzüme sabitlediğim içimdeki vazoyu devirmediğim, kırık yok gülümsemesiyle önce birkaç adım ilerimizde ayakta duran Mert'e, ardından hemen yanımda tüm dikkatini dizlerinin üzerindeki deftere vermiş Sıla'ya baktım. Gülümsemem, en sevdiğim insanlar yanımda, gülümsemesine dönüştü. Vazoyu ise tavan arasına kaldırmıştım, kırık değildi, sadece eskiydi.

Sıla çizdiği kemikli eli gölgelemeye devam ederken, bir bacağımı diğerinin üzerine atıp sallamaya başladım. Instagram'a son attığım hikayeye gelen cevaplardan birine daha kalp emojisi yollayıp telefonu kilitledim.

"Ekin yazdı mı?"

Mert, Çetin ile konuştuğu konuyu bir kere daha bölmemden sıkılsa da maviş gözlerini bana çevirip "Yazmadı, gelir şimdi," dedi.

"Derslerin başlamasına şurada üç gün kaldı. Biz beyefendinin zaten seçildiğini bildiğimiz seçmeler için okula geldik ve kendisi ortada yok. Affedilir gibi değil."

"Önem listesinin en başında yer alan bir durum içindeyken yakınlarını yanında görmek istiyor haklı olarak."

Sıla, parmağını kağıdın üzerine sürerek siyahlığı dağıtırken bir yandan da benim söylenmelerimi geri püskürtüyordu.

"Onun için önemli olan bizim için de öyledir de, keşke o da erken gelseydi."

Mert bir kere daha Çetin'den çekmek zorunda kaldığı bakışlarını bana çevirdi ve bu kez sadece gülümsememiş bir de göz kırpmıştı. "Geldi işte," dedi, giriş kapısından içeri doğru ilerleyen kırmızı üstü açık arabayı işaret ettiğinde.

Ekin park ettiği arabasından inerken Sıla'nın elindeki kalemin hareket hızı artmıştı. Dudaklarımı birbirine bastırıp bunu fark etmemiş gibi yaparak oturduğum yerden kalktım. Ekin bize doğru yürürken, güneşin üzerine düşüşünün verdiği yetkiye dayanarak parlak gülüşünü ortaya çıkarmıştı.

Kollarını iki yana açtı ve "Kim bu yılın sayı rekortmenine sarılmak ister?" diye bağırdı.

"Ben," dedim ona doğru koşarak. "Ben, ben, ben... En çok ben!"

Kollarımı boynuna doladığımda belime sarılmış ve beni etrafımızda döndürmüştü. "İmza falan da ister misin?" diye sordu ayaklarım tekrar yere değdiğinde.

"Yok canım kalsın, gerekirse adımı söyleyerek bir video çekersin sosyal medya hesaplarımda paylaşır takipçi kazanırım."

"Kızım ülkenin yarısı seni takip ediyor zaten. Takip etmeyenin henüz evine internet gelmemiştir."

Gözlerimi kısıp güldüğümde birlikte bahçenin kenarındaki banka doğru ilerledik. Sıla'nın yanına tekrar oturduğumda Ekin, Mert ve Çetin'in yanına gitmişti. Çetin de basketbol takımı için seçmelere katılacaktı. Mert ise, Ekin destek takımındaydı, Sıla ve benim olduğumuz gibi.

Sıla eskiz defterini kapatmış siyah deri çantasının içine bırakmıştı. Su matarasını çekip birkaç yudum içtikten sonra yerine yerleştirdi. "Artık salona geçsek mi?"

Ekin, Çetin'e bir şey anlatıyordu, anlattığı her ne ise baya da heyecanlı görünüyordu. Mert de onu dikkatle dinliyordu ve ikisi de Sıla'ya en ufak bir tepki vermemişti. Ayağa kalktım. "Hadi," dedim hepsine duyuracak şekilde. "Ekin'in seçmeleri kazandığını ve yine yeni yeniden takım kaptanı olacağını teyit edelim de, gidelim şu okuldan artık."

Güzel Sanatlar Fakültesi, derslerin açılmasına henüz birkaç gün daha olmasına rağmen hayli doluydu. Bahçeden içeriye tanıdık bir araba daha girdiğinde girişe yönelen adımlarımız yavaşladı. Gri yere yakın spor araba, Ekin'in arabasının hemen yanındaki yerini aldığında Akın güneş gözlüğü ve elinde tuttuğu bardak viyolü ile dışarı çıkmıştı.

Bize doğru ilerlerken 4 kahve bardağından birini çıkarıp bana uzattı. "Günaydın prenses."

"Günaydın," dedim gülümseyerek. Kahve bardağını elinden aldığımda bana göz kırpmıştı.

"Sıla," dedi, bardaklardan bir diğerini de ona uzatırken. "Americano, sütsüz ve şekersiz."

"Teşekkürler," dedi Sıla, çantasını omuzunda sabitlediğinde kahveye uzanmıştı. "Gerçek bir kahramansın."

Atkuyruğu yaptığı siyah uzun saçlarını geriye itti, kahvenin önce kokusunu içine çekti, ardından küçük bir yudum alarak sıcaklığını kontrol etti. Minicik yudumda bile yüzü aydınlanmıştı.

Kartonda son kalan kahve de Mert içindi. Onu da uzattığında kartonu giriş kısmına yerleştirilmiş geri dönüş çöplerinden birine atmıştı.

Spor salonuna doğru ilerlediğimde Ekin hepimizden önden gitmişti. Muhtemelen seçmelerden önce koç ile konuşması gerekiyordu. Mert ve Çetin'in bitmeyen sohbetine Akın da katıldığında Sıla ile kahvelerimizi yudumlayarak yavaş adımlarla ilerledik. Akın ve Çetin soyunma odasına ilerlediğinde Mert spor salonunun girişinde bizi beklemiş, ona yetiştiğimizde de hep birlikte içeri girmiştik.

Orta kısımda, sahayı net bir şekilde göreceğimiz bir yere yerleştiğimizde Sıla defterini tekrar çantasından çıkardı. Bugün biraz sessizdi. Aklını kurcalayan bir şeyler vardı ama henüz dışarıya duyurma noktasına gelmemişti. Önce aklında her detayı tekrar tekrar düşünecek en son bilmemiz gerektiğine ikna olursa bize söyleyecekti. Sessizliğine bakılırsa bu çok uzak bir zaman gibi görünmüyordu.

Çizdiği ellerin üzerinde çalışmaya başladı. Ellere dikkatli bakmama gerek yoktu, kime ait olduklarını çok iyi biliyordum. Sıla kelimeleri boyalara aktarmayı tercih ederdi. Söylemedikleri çizim olarak taşıyordu. Duymak isteyenin bakması gerekiyordu. Gerçekten bakması.

Spor salonu alkışlarla ve bağrışlarla dolduğunda içeri girenin Ekin olduğunu anlamak zor olmamıştı. Bakışlarımı ona çevirdiğinde sarı saçlarının dağınık tutamlarını karıştırıp bizim olduğumuz kısma doğru parlak ve çarpıcı gülümsemesiyle el salladı. Ona öpücük attığımda basketbol takımına girmek için can atan diğer oyuncular sahayı doldurdu. Akın sakin adımlarla Ekin'in yanına ulaştığında ellerini birleştirmiş ve omuzlarını tokuşturmuşlardı.

Koç da sahadaki yerini aldığında her şey hazırdı. Seçmeler başladığında Mert ve ben tüm dikkatimizi vererek sahayı izliyorduk. Sıla ise çizimi ile ilgilenmeye devam ediyordu. Sıra Ekin'e geldiğinde bacağına dokunup duruşumu düzeltiyormuş gibi yaptım. Bakışları sahayı bulduğunda Ekin elindeki topu potaya yollamış ve ardından bir alkış kopmuştu. Sıla'nın dudağının kenarı ezbere bildiği görüntünün tadıyla kıvrıldığında kahvesinden bir yudum aldı. Ekin ise seyircinin coşkusunun tadını çıkarıyordu.

Seçmeler tüm hızıyla devam ederken çalan telefonum ile yere bıraktığım çantamı kucağıma çektim. İç kısma doğru hızla karıştırmaya başladım. Asla kenardaki bölmeye telefonumu yerleştirmiyor her seferinde böyle uğraş veriyordum. Pembe kılıfı gördüğüm an hızla tutup çektim. Annem arıyordu.

"Moro mou..." dedi annem neşeli bir sesle. "Sabah erken çıkmışsın, seni görmedim."

"Seçmeler var bugün," dedim, telefona doğru eğilerek dışarıdaki sesi bastırmaya çalışmıştım.

"Aa, çıkmış aklımdan. Ekin'i yerime çok öp ve tebrik et."

Küçük bir kahkaha atmıştım. "Herkes başarısından bu denli emin olduğundan şımarıyor bu çocuk."

"Altın çocuk..." dedi annem sevgiyle. "Akşam yemeğe gelecek misin?"

"Belki kutlama yaparız," dedim, sorun olmamasını umarak.

"Tamam o zaman babana ben iletirim, belki onun da toplantısı uzar. Ben de güzel bir film izler ve sizi asla özlemem." Son kısmında sesi muzipleştiğinden bir kere daha gülmüştüm.

"Çok özlersin," dedim onun gibi muzipleşen sesimle.

"Çok özlerim," dedikten sonra öpücük sesi eşliğinde telefonu kapatmıştı.

Yüzüme yayılan gülümseme eşliğinde telefonu biraz önce bu hatadan dönmeyi aklıma not etmemişim gibi çantanın içine attım. Bir dahaki çalışında düşünecektim artık onu da.

"Ekin formunda," dedi Mert övgüyle.

"Ekin hep formunda," dediğimde Sıla bakışlarını kaldırmış ama gözlerini öznenin dizlerine odaklamıştı.

İyi görünüyordu, endişe edecek bir şey yoktu. Çok çalışıyor ve herhangi bir aksaklığa izin vermiyordu. Disiplinli olduğu tek konu basketboldu. Diğer her şeye büyük bir özensizlikle davranan Ekin Göksoy, sıra basketbola geldiğinde uzman bir cerrah gibi davranır her detayın üzerinde dururdu. Yine de gözümüzü üzerinden ayırmıyorduk çünkü arkadaşlar böyle yapardı. En azından biz böyle yapardık, birbirimize kollardık.

İçime yazın bittiğini fısıldayan o huzursuz his dolduğunda göğsümü ferahlatmak için nefes aldım. Elim bileğime gitmiş ama boşluğa düşmüştü. Bakışlarımı bileğime çevirmem gerekmiyordu. Gümüş charmlarla dolu bilekliğin olması gereken yerdeki sızı yokluğu oldukça hissettiriyordu.

Eksik parçaları görmeme gerek yoktu. Olmayanları tek tek sayabilirdim. Bir harf sembolü yoktu. Küçük pembe bir bavul yoktu. Pembe çiçek ve minik pembe kalp yoktu. Diğeri ile tamamlanmak için takılmış başka bir harf de yoktu. Nota ve ev sembolünün hemen yanında duran 16, en çok o yoktu. Attığım diğer her şey gibi kutuların içinde bir yere sıkışmış ve çöpü boylamıştı. Söylediğim şarkıları kaydettiğim CD'lerin boyladığı gibi.

Sıla'nın sesini duyduğumda fark etmeden parmaklarımı gezdirdiğim bileğimden ve boşluktan elimi çektim.

"Bitiyor," dedi, dikkatimi sahaya yöneltmeye çalışırken.

"Takımda yine pek bir değişiklik olmayacak gibi görünüyor," dedi Mert.

"Akın ve Çetin çok iyiydi," dedi Sıla.

Mert güldüğünde bana doğru bakıp kaşlarını kaldırmıştı. "Ekin de çok iyiydi."

Sıla elindeki defteri kapatıp çantasına yerleştirirken "O hep iyi," diye mırıldandı.

Seçmeler bittiğinde Ekin beyaz formasının ön kısmını tutup dudaklarının üzerine silerken bizim olduğumuz sıraya doğru yaklaştı. "Bahçede buluşalım," diye seslendi.

Birkaç sıra önümüzdeki kız grubu Ekin'e duyuracak şekilde kıkırdadıklarında içlerinden biri "Keşke bizimle de buluşsan" dedi.

Ekin ellerini iki yana açtı. "Üzgünüm kızlar, başvuru yaptığınız pozisyon dolu."

Sıla atkuyruğunun ucundan tutup aşağı doğru çekerek saçını düzelttiğinde ayağa kalkmıştı. Çantasının kulpunu omzuna yerleştirdi ve uzun bacaklarını sıkıca saran deri pantolonunun belini düzeltirken bakışlarını bana çevirdi. Bu, buranın oksijeni bitti, çağrısıydı. Yerdeki çantamı alıp ayağa kalktığımda soluma dönerek seyirciler için ayrılan bölmeden çıkıp kapıya doğru ilerlemiştim.

Bahçeye çıktığımda güneşin parlaklığını koruduğunu görmek içimi ısıtmıştı. Başımı gökyüzüne çevirip derin bir nefes aldım. İçimde beni çekiştiren bir his vardı, sanki bir yere gitmeyi unutmuştum. Bugün gitmem gereken tek bir yer vardı ve tam oradaydım. Akşam da kutlama planımız olduğundan anneme bahsetmiştim ve başka herhangi bir şey olmadığından emindim. Telefonumu çantamdan çıkarmak için uğraş vermeyi göze alarak notlarıma baktım. Bugün basketbol seçmeleri için ayrılmıştı ve Ryan Gosling gelecek olsa bugüne randevu koymazdım. Haliyle yapmam gereken ve unuttuğum hiçbir şey yoktu. İçimdeki his geçebilir miydi?

"Önce yemek yiyelim," dedi Mert, Sıla ile aramıza girdiğinde. Bir kolunu benim omzuma diğerini Sıla'nın omuzuna atmıştı. "Ekin kutlama yapacak diye herkesi toplar şimdi eve, enerji toplamamız lazım."

"Evet evet, önce birlikte yemeğe gidelim sonra parti mi yapıyor kendini Michael Jordan mı ilan ediyor, ne yapıyorsa yapsın."

"Kaç kişi davet etti?" diye sordu Sıla Mert'e döndüğünde. Aslında gelende böyle bilgilere ilk Sıla ulaşırdı ama birkaç gündür içine kapadığından sormamış ya da konuşmamış olmalıydı.

Ara ara kendini böyle kapatıyor ve saatlerce çizim yapıyordu. Evdeki atölyesine kapatmadığı sürece kırmızı alarm vermiyorduk ki bu yaşanmayalı da oldukça zaman olmuştu. En son üniversiteye başlayacağımız yaz böyle bir an yaşamış ve onu tam 2 hafta atölyesinden çıkaramamıştık. Aklına bir şey takıldığında çözene kadar çizim yapıyordu. Çizim onun için terapi gibi bir şeydi ve açıkçası iyi geldiği konusunda hepimiz hemfikirdik. Bugünün sorunu neydi bilmiyordum ama yeni bir dönem olabilirdi. Sıla her şeyi uzun uzun düşündüğünden bu yeni dönem için de tüm yılı planlamaya koyulmuş olmalıydı. Aklındakileri belli bir raya oturtana kadar da dünyayla bağlantısını kopartarak çizim yapmaya devam edecekti.

"Fakültenin büyük kısmını..." Mert bir de soruyor musun, bakışlarıyla Sıla'ya cevap vermişti.

"Senin davetlin gelecek mi?" diye sordum Sıla'nın karşısına geçip gözlerimi heyecanla açtığımda.

"Bilmiyorum. Yoğun bir programı var, tekrar sorarım."

Sıla'ya biraz daha sırnaşmak için adım atmıştım ki Ekin nemli saçlarını elleriyle karıştırarak dışarı çıktı.

"Kaç dakikada duş alıyor bu çocuk, üç mü?"

Beyaz tişörtünün yakasını esnetip üzerindeki açık mavi, yırtık pantolonun cebine telefonunu sıkıştırdı. Tek omzuna attığı siyah spor çantasını arabaya bırakmak için hızlı adımlarla ilerliyordu. Eşyalarını bırakıp yanımıza döndüğünde planı tekrar edecek sonrasında da parti için hazırlık yapacaktı. Hazırlık dediğim de yeterli miktarda alkol oranı yüksek şişenin olduğundan emin olmaktan başka bir şey değildi.

Ekin çantasını yan koltuğa bırakmış ve bize doğru ilerlerken bir kere daha saçlarını karıştırmıştı. Hava, yazın bitmiş oluşuna inat, oldukça sıcaktı. Saçlarının kuruması uzun sürmeyecekti ama o kuruyana kadar eliyle karıştırıp durmaya devam edecekti.

Akın, Çetin ve Batuhan da yanımıza geldiğinde fakültenin kendi kalabalığından sıyrılıp bahçenin ortasında durmuş, karar vermek için toplanmıştık.

"Önce yemek yiyelim," dedi Mert.

"Benim eve geçmem lazım," demişti Çetin, "Akşam Ekin'in bahçe mi?"

Ekin onu onayladığında herkese topluca veda ederek Batuhan ile birlikte yanımızdan ayrıldılar.

"Eve söylesek, hiç otur kalk yapmasak?" diye önerdi Akın. "Ya da bizim mekana gidelim, hem rahat olur."

Sıla telefon ekranına döndüğünde "Geliyor mu?" diye sordum.

"Kim geliyor mu?" dedi Akın, bakışlarını bana ve hemen yanımda duran Ekin'e çevirmiş ama bana hayırdır manasında göz kırpmıştı.

"Sıla'nın date'i vardı da, seçmeler için kutlama olunca iptal etmek durumunda kalmıştı."

"Date mi?" dedi Ekin, dünyayı uzaylılar istila etti, demişim gibi bir şaşkınlıkla.

Sıla onun hakkında konuşmuyormuşuz gibi konunun dışında kalmış ve telefon ekranıyla ilgilenmeye devam etmişti.

"Date, evet," dedim, tamamen Ekin'e döndüğümde. "Üstelik mavi gözlü..."

Ekin yüzünü buruşturmuştu. "Renkli göz fazla abartılıyor."

Çenemi kaldırarak gülmüştüm. "Dedi dünyanın en kahverengi gözlerine sahip olan kişi."

"Güneşte bal rengi oluyor," diyerek cevapladı beni, üç yaşında bir çocuk gururuyla.

Yanaklarını sıkıp suratını iki yana salladığımda elime vurdu. Önünden çekilmemi sağladığında işaret parmağıyla Sıla'nın çenesine dokunarak dikkatini kendine çekmişti. "Benimle konuşulmayan bu durumu yazdım bir kenara. Akşam gelsin de bakalım kimmiş, kimin nesiymiş."

"Üüf," dedim yüzümü buruşturarak. "Babası mısın sen bu kızın, oldu olacak sigortası var mı diye de sor?"

"Herhalde soracağım. Kolay mı Sıla Aslan'ın hayatına girmek öyle?"

Sıla burnundan nefes vererek alayla gülmüştü ama Ekin'in bunu anlaması için Tanrılara kurban vermemiz gerekiyordu. Ve hiçbir canlıya Ekin'in aptallığı uğruna zarar verecek değildik.

"Gidebilir miyiz artık?" diye sordu Sıla, konuşmanın odağı olmaktan sıkılmıştı.

Akın'ın telefonu çaldığından, konuşurken arabasına doğru yürümeye başlamıştı.

"Tamam gidelim. Sen arabayla mı geldin?"

Başımı salladığımda bakışlarını Mert'e çevirdi, "Sen benimle gel o zaman, Nora da Sıla'yı alsın."

"Ben de arabayla geldim," dedi Sıla.

"Resmen çevre kirliliğine yardım ve yataklık yapmak bu. İyi herkes Akın'ların restoranın yerini biliyor, orada buluşuruz."

Ekin ve Mert kırmızı arabaya doğru ilerlediğinde bakışlarımı Sıla'ya çevirdim. Boynunu iki yana doğru eğerek esnettiğinde kaşlarını kaldırarak bana baktı.

"Bir noktada konuşmaya başlaman gerekecek, biliyorsun değil mi?"

Kolunu omzuma attı ve beni kendine çekti. "Küçücük burnun var oysa ama her şeyin içinde."

Yüzümü buruşturduğumda o da gülmüştü. "Akın'ın babası yine her çeşit tatlıdan ikram ederse yemiyor ve yememe engel oluyorsun," dedim ona doğru parmağımı uzattığımda.

"İsmet Amca tiramisu çok güzel olmuş, kimse bu kadar güzelini yapamıyor İsmet Amca, bu konuda bir numarasınız, ruhumu teslim edeceğim ama bir dilim daha yemeden ölemem," diyerek taklidimi yaptığında kolunun altından çıkıp karnını gıdıklamaya çalışmıştım ama elimden kurtulmuştu. Beyaz, yerden fazlasıyla yüksek arabasına doğru koştuğunda başımı iki yana sallayarak güldüm.

Güneş yüzüme vurduğundan başımı hafifçe kaldırıp bu kez gülümsedim. Güneşin parlaklık sıcaklığınaydı bu gülümseme. Arabaya ulaştığımda zihnime dolan şarkı dudaklarımdan da sızmaya başlamıştı.

"Even my phone misses your call, by the way.

Maybe one day you'll call me and tell me that you're sorry too."

(Bu arada, telefonum bile aramanı özlüyor.

Belki bir gün beni arasın ve üzgün olduğunu söylersin.)

Arabayı çalıştırdığımda şarkıyı mırıldanmaya devam ediyordum.

"Maybe one day you'll call me and tell me that you're sorry too.

But you, you never do."

(Belki bir gün beni ararsın ve üzgün olduğunu söylersin.

Ama sen, asla yapmazsın.)

🌸

"Nora... Nora..." dedi Ekin nefes almadan. "Limonları keser misin?"

Dolaptan kesme tahtasını alıp Ekin'in kilolarca aldığı limonların olduğu poşeti önüme çektim. Hepsini birden lavabonun içine döküp tek tek yıkayarak tezgaha kaldırdım.

Büyük ve keskin bir bıçak çıkardığımda limonları dizmek için bir tabak almıştım. Ekin buz kabını doldururken limonları kesmeye başladım.

"Size Şarap soğuttum," dedi, eliyle dolabı göstererek. "Sıla için kırmızı, senin için Rosé."

Öpücük attığımda cipsleri ve diğer atıştırmalıkları hazırlamaya başlamıştı.

"Ekin," dedi Mert içeri girdiğinde. "Müzik sisteminde bir sıkıntı var."

Ekin kaşlarını kaldırıp elindeki cips kasesini masaya bıraktı. "Teknik işler senin uzmanlık alanın değil mi oğlum, kabloları falan kontrol etseydin, ne bileyim ben?"

"Ettim," dedi Mert, başını iki yana sallarken.

"Vursaydın üstüne iki tane."

"İlkel misin Ekin?"

"Ne ilgisi var ilkel olmakla, bu işin mevzusu bu... Gel bak."

İkisi birden mutfaktan çıktığında, hemen arkalarından içeri Akın girmişti.

"Prenses?"

"Hey," dedim gülümseyerek.

"Limon doğrama işi sana mı kaldı?"

Onu başımı birkaç kere sallayarak onayladıktan sonra bir yandan da minik minik ritim tutmaya ve bahçeden duyulan şarkıya eşlik etmeye başlamıştım.

"Here's to the ones that we got.

Cheers to the wish you were here, but you're not.

'Cause the drinks bring back all the memories,

Of everything we've been through."

(Elimizde kalanlar bunlar işte,

Keşke burada olsaydın'a kadeh kaldırıyorum ama burada değilsin.

Çünkü içkiler bütün anıları akla getiriyor.

Onca yaşadığımız her şeye dair.)

Olduğum yerde sallanarak şarkıyı mırıldanmaya devam ettiğimde masanın üzerindeki biralardan birine uzanıp açtı.

"Kayıt alalım mı hafta sonu?"

Şarkı dudaklarımdan düşüp kırıldığında gözlerimin haberi bile olmayan bir gülümsemeyle Akın'a döndüm.

"Olabilir."

Olmayacaktı. Mikrofona şarkı söyleyip melodileri kaydetmek bana birkaç ışık yılı uzaktaydı. Yine de durumu açıklamaya çalışmaktansa omuz silkmeyi tercih etmiştim. Sonuçta bir söz vermemiştim, olabilir demiştim.

İçeriden Akın'a seslendiklerinde bana hemen geleceğini söyleyip bahçeye çıkmıştı. Benim ise gözlerim limonların üzerinde asılı kalmıştı. Çalmaya devam eden şarkı duvardaki çatlakları bularak içeri sızmıştı.

Dudaklarım kapanan gözlerimden yetkiyi alarak şarkıya eşlik etmeye devam etti.

"Cause the drinks bring back all the memories

And the memories bring back, memories bring back you."

(Çünkü içkiler bütün anıları akla getiriyor.

Ve anılarsa seni, seni aklıma getiriyor.)

Limonlarla işim çoktan bitmişti. Ellerimi suyun altına tutup mutfaktan çıkmam gerekiyordu. Şarkı bitmiş, hemen ardından oldukça hareketli bir şarkı başlamış ve insanların sesleriyle karışmıştı. Bahçe giderek kalabalıklaşmış olmalıydı.

Ellerimi temizleyip limonları masanın üzerine bıraktım. İçeri gitmeden önce tezgaha yaslanıp derin nefes aldım. Dudaklarımı birbirine sürüp saçlarımı omzumun ardında attım. Derin bir nefes daha aldım ve topuklarımın üzerinde dikleştim.

Salona ilerlediğim sırada kapı çalmış ve bu çağrıyı kendine muhatap alan Sıla olmuştu. Oturduğu gri koltuktan çevik bir hareketle kalkıp siyah yüksek topuklularının üzerinde çabasız bir rahatlıkla yürüyerek kapıya yönelmişti. Onun misafiri gelmiş olmalıydı. İşte heyecanlanmak için bir sebep, diye düşünerek arkasından kapıya doğru ilerledim.

Kapı merakımla aramızdan çekildiğinde uzun boylu, saçları arkaya doğru atılmış, içerideki herkese kıyasla baştan sona özenli ve ütülü görünen, mavi gözlü biriyle karşı karşıya kalmıştık.

"Hoş geldin," dedi Sıla.

Mavi gözlerin sahibi Sıla'ya paketlenmiş bir şişe uzatmıştı. Partiye gelirken eli boş gelmeyecek kadar düşünceli olması ona mavi gözlerinden bile daha çok puan kazandırmıştı. Bakışları bana döndüğünde öne doğru bir adım attım.

"Merhaba," dedim, elimi uzatarak.

"Merhaba, Aybars."

Onu başımla onayladığımda gülümsemeye devam ettim. "Nora..."

"Memnun oldum," derken elini çekmiş ve bakışlarını Sıla'ya çevirmişti.

Benim bakışlarım ise kalabalığı tarıyordu. Neredeydi bu sarışın? Sıla ve Aybars'ı salonda bırakıp bahçeye doğru ilerledim. Mert müzik aletlerinin olduğu kısımdaydı. Yanında Batuhan ve Çetin vardı. Akın ise havuzun arka kısmındaki minderlere oturmuş birkaç kız ile mantıklı tek cümle içermediğine emin olduğum bir sohbet gerçekleştiriyordu. Ekin ise yoktu? Bakışlarım tekrar bahçeyi taradı. Hala yoktu.

Bir seksenden birkaç santim uzun, etrafta herkes-bana-aşık diye gezen bir sarışını nasıl bulamazdım? Bir yerlerde birilerine karın kaslarını gösteriyor bile olabilirdi. Bu düşünce ile yüzümü buruşturdum. Umarım göstermiyordur.

"Ay Ekin," dedim kendi kendime söylenerek. "Kaybolacak zamanı buldun."

"Hey," dedi, omzuma dokunurken.

"Ekin." Gözlerim kocaman açıldığında bana doğru eğilip sanki alnımın ortasında kocaman bir nokta belirmiş gibi baktı.

"Biri browninin içine bilinmeyen bir madde mi karıştırmış?"

Yüzümü buruştururken göğsüne parmak uçlarımı bastırarak onu ittim.

"Amerikan filmi mi bu? Sen iyice kendini altın çocuk sanmaya başladın, anneme söyleyeyim de seni daha fazla şımartmasın."

"Anthea beni oğlu gibi seviyor diye kıskanıyorsun?" dedi, yüzüme doğru gözlerini abartılı bir ifade ile açarak yaklaştığında.

"Sorma, bir kıskanmak bir kıskanmak... Gece uykularım kaçıyor, ne diyorsun?"

"Kıyamam ama ben sana, üzülme bak bu kadar, bırakma kendini. Seni de seviyor sonuçta." Gülüşünü tutamadığından kahkaha atıp ciddiyetini tekrar kazanmıştı. "Benim kadar olmasa da."

"Ekin gerçekten, boş muhabbet kotamın yüzde doksanını sen doldurduğun için yabancı insanlara kaba görünüyorum."

"Nora..." dedi ciddiyetle. "Sen kabasın."

"Kaba demişken aklıma geldi," dedim, konuyu istediğim yere çekmiş olmanın mutluluğuyla. "Sıla'nın misafiri nasıl nazik, nasıl kibar..." Kelimeleri uzatarak balına bal katıyordum. "Gelirken özel bir şişe şarap getirmiş. Üstelik ucuz bir üniversite partisine. Ne kadar düşünceli..."

"Ucuz mu?" dedi Ekin kaşlarını çatarak. İşaret parmağın avucunda tuttuğu bira şişesiyle birlikte göğsüne götürmüştü. "Benim partim? Hah!"

Köpükler taşan havuzun içinde çığlık çığlığa bağıran kalabalığa bakıp kıstığım bakışlarımı Ekin'e çevirdim.

"Bunu ucuz diye tanımlayamazsın." Dudaklarını öne doğru uzatarak bir süre düşündü. "Eğlenceli... Doğru kelime, eğlence..."

"Ya..." dedim dramatik bir ton ile. "Ne demezsin... En az gündüz kuşağı kadar eğlenceli."

Arkamdan geleceğini bildiğim için salona doğru ilerledim. Sıla ve misafiri gri ve manasızca geniş L koltuğun bir ucuna oturmuş sohbet ediyordu. Ekin hemen peşimden geldiğinde bana karşı çıkıp partisini savunacak bir şey söylemek üzere dudaklarını aralamış ve elini bana doğru kaldırmıştı ki salonun ortasında konaklayan manzarayı gördü. Önce dudakları kapandı, sonra gözleri mavi gözlerin sahibine odaklandı ve kendince bir puan değerlendirmesi yapacak kadar üzerinde kaldı. Kaşları hafifçe kalktığında durumu kavramış ve bozuntuya vermeyecek kıvama gelmişti. Hızlı geçişinde onu tanımayan kimse afallayışını anlamazdı ama Sıla ve ben gözlerinin kısılma şeklinden bile ne hissettiğini çözebilirdik. Sıla koltuğa dayadığı sırtını bir saniye bile kıpırdatmadan rahat pozisyonunu korumuştu, Aybars ise ayağa kalkmıştı. Onun bakışlarını göremiyordum ama elini öne doğru uzatmasından kibarlığını korudu sonucunu çıkarabilirdim.

"Aybars," dedi elini uzatmaya devam ettiğinde.

Ekin dünyaya dönüş yapmayı başardığında Aybars'ın elini sıktı.

"Ekin..."

Aybars tekrar Sıla'nın yanına oturduğunda Ekin bakışlarını bana çevirmişti. Bu ifadeyi hatırlıyordum. Bana lise 3'teyken sahip olduğu ama trafiğe çıkmasına izni olmayan ilk arabasının ön kısmını mahvettiğimde baktığı gibi bakıyordu. Hayal kırıklığına mı uğramıştı, yoksa biri karnına tekme mi atmıştı, anlamak zordu.

Yine de bal rengi oluşuyla övündüğü gözlerinde minik de olsa kıskançlık parıltıları görmüştüm. Sabahki halinden eser yoktu. Sıla'ya elimi uzatıp "çak bir beşlik" diye bağırmak istemediğimden gülümsedim. Ekin ise gözlerini kısmıştı ve hangi elbisemi benden habersiz birine hediye etse diye düşünür gibi bakıyordu. Gözleri biraz daha kısıldı. Ayakkabılarımdan birini de düşünüyor olamazdı değil mi? Bu cinayet sebebiydi!

"Hayır!" Sıla ve misafirinin bakışlarını üzerimde hissettim.

Başımı iki yana salladığımda Ekin de gülümsedi. Sanırım zihninde bir çanta bile seçmişti. İlk iş, Ekin'in bizim eve girişlerini yasaklamalıydım.

Müzik sesi yükseldiğinde Ekin bakışlarını üzerimden çekip bahçeye ilerledi. Kendini köpüklerin içine atmaması ve partinin polis eşliğinde nezarete taşınmaması için peşinden gittim. Sıla ve Aybars da benimle birlikte bahçeye çıkmıştı çünkü müzik partinin tam olarak başladığını işaret ediyordu.

Ekin korktuğumu yapmamış, havuzu pas geçerek Akın'ın yanına ilerlemişti. Sıla ve Aybars bahçenin kendilerine uygun, sakin bir yerine geçmişti. Herkes kendine bir köşe bulduğuna göre ben de kendime bir içki alabilirdim.

İçkilerin olduğu kısma ilerlediğimde gürültülü müzik yerini biraz daha sakin bir şarkıya bırakmıştı. Melodilere karışan sesler ve fısıltılar, şaşkınlık nidalarına karışmıştı. Sanki herkes aynı anda tek bir olayı konuşmaya başlamış ve herkes aynı anda bu olaya şaşırıyordu. Doldurduğum kadehi beyaz örtünün üzerine bırakarak kalabalığa döndüm.

Müzik aniden susmuştu. Böyle bir partide müziğin susması hiç iyiye işaret değildi. Ya biri şikayet etmişti ve partiyi polis basmıştı ya da işte büyük bir skandal yaşanıyordu.

Konuşmalar ve şaşkınlık nidaları yerini fısıltılara, oradan da sessizliğe bıraktığında kalabalığı aşarak havuza doğru ilerledim.

Bahçe kapısının önünde duran mat siyah Jeep yeri ayaklarımın altından çekmek için yeterli bir etken değilmiş gibi, açılan kapısından dışarı atılan adım geriye doğru bir adım atmama neden olmuştu.

Bir elim boşlukta öylece savruldu. Tutunacak bir yerim olmadığını bildiğim halde geriye doğru ikinci adımımı attım ve hayır yer ayaklarımın altından öylece kayıp gitmedi.

Toprak tüm varlığı ile topuklu ayakkabılarımın tabanı altında ezilirken boşlukta savrulan elim öylece havada asılı kaldı.

Siyah postallara inen bakışlarım, kalbimin atmaya devam etmesini öncelik alarak, ağır çekimde yükseldi. Bir yere tutunmam lazımdı. Beni düşmekten tutacak kadar sağlam bir yer var mıydı?

Siyah pantolonun beline sardığı kareli gömleği ve sıcak havaya kafa tutarcasına üzerine geçirdiği deri ceketi gördüklerimin gerçekliğini ispatlar nitelikteydi. Arabanın kapısını fısıltıların üzerine şiddetle kapattığında artık duyduğum tek şey hiçbir şey olmamışçasına atan kalbimdi.

Kalbim hep yaptığı gibi ve öyle görünüyor ki hep yapacağı gibi heyecanla ve özlemle atıyordu.

Sakin adımları kalabalığın arasından ilerlediğinde, tüm bakışlar onun, onun bakışları ise doğrudan benim üzerimdeydi.

Tam şu an biri beni çekip bu sahnenin ortasından alabilir miydi?

Sanki herkes benimle birlikte nefeslerini tutmuş, kirpiğini bile kırpmadan bu anı izliyordu. Ve kimse, yeri kaldırıp ayaklarının altından yüzüne çarpmıyordu.

Sanki en son dün buradaymış gibi, sanki gitmemiş gibi, üzerine yapışmış toz taneleriymişizcesine bizi silkelememiş gibi, ellerini çırpıp işte bu kadar, silinip gitti anılar dememiş gibi, iki yıl önce çarpıp kapıyı çıkmamış gibi.

Biri çıkıp haykırsın istiyordum. Benim ciğerlerimde hava yoktu. Benim ciğerlerim bile yoktu. Ayaklarım vardı bir tek, onlar da benim bu çimenlerin üzerinde tutmaya yarıyordu. Bir de ellerim vardı. Seslerin fısıltıya dönüştüğü ilk an hemen arkama sakladığım ellerim. Hep onun tarafını tutan ellerim, hep bana ihanet eden ellerim, uzanıp tutmak için her şeyi yok saymaya meyilli ellerim. Onları sıkı sıkı bacağımın arkasına bastırıyordum. Bu kadardım işte. Bana yaklaştığı her adımda tuttuğum nefes kadar.

Tam karşımda durduğunda kimse beni çekip almamıştı. Kimse adımı bile fısıldamamıştı. Herkes susmuş, belki de gitmişti. Bakmıyordum ki göreyim. Tutuğum nefesimi bırakmadan çenemi kaldırdım. Karşısında başımı eğecek değildim.

"Nora..." dedi, yazın bitmediğini haykıran bir sesle.

Göğsümde bir çiçek filizlendi. Pembe ve neşeli... Yazın bitmedi sesinden belliydi. Bir de gözlerime doğrudan bakan ela gözlerindeki, görmeye ne çok korktuğum lekelerden. Sarı ve hüzünlü...

Gözleri bir adım uzağımdaydı. Bakışlarım bana ihanet etmemiş ve gökyüzüne çevrilmişti. Bahçe ışıklarının aydınlattığı gökyüzü sonbaharın geldiğini ispat edemeyecek kadar açıktı. Yapraklar ise hala yeşil. Kuruyup düşmemişti hiçbiri benim aksime.

"Nora," dedi bir kez daha.

Geri dönmüştü. Giderken benden söküp aldığı ne varsa, bir bir ellerinde tutuyordu sanki şimdi. Gözleri kaç yaz uzağımdaydı bilmiyordum ama elleri hemen aramızdaki boşluktaydı. Bana uzanmıyordu, beni tutmuyordu. Sadece buradaydı. Buradaydı ve tek kelime ile yazı başa döndürmüştü.

Adımdan fazla söyleyecek bir şeyi var mıydı bilmiyordum ama tek kelime daha etmese iyi ederdi. Kutulara sığan, çöpü boylayan, eski bir hikayeydik biz.

O gitmişti, ben ise kalmıştı ve bitmişti.

Geri döndüğünde başlattığı sadece yazdı ve o da bugünle sınırlıydı. Yakında sonbahar kendini gösterecek ve yapraklar dökülecekti. Zamanı geri alamazdık, yazı hiç...

"Fırtına!"

Birkaç adım gerisindeki haykırış ile omuzları hareketlendiğinde başını çevirip ona doğru yaklaşan Ekin'e bakmıştı.

Ekin'in yüzündeki ifade bana olduğu kadar ona da bir anlam ifade ediyor olmalıydı, yine de bir adım bile gerilememişti.

Ekin'in havada savrulan yumruğu çenesine ulaştığında yüzü bana doğru dönmüş ve yere eğilmişti. Ekin vuruşunun sertliğini ortaya seren bir yüz ifadesiyle elini havada salladı.

"Hoş geldin!"

Ağzındaki kanı çimlerin üzerine tükürdüğünde çenesinin altını tutarak hafifçe darbeyi aldığı noktaya bastırmıştı.

"Hoş buldum," dedi, başını öne doğru hafifçe eğerek.

"İyi..." dedi Ekin, başını havaya doğru kaldırıp bir adım yaklaştığında. "Şimdi siktir olup git geldiğin yere."

"Ekin!"

Sıla araya girdiğinde Ekin gözlerini muhatabından ayırmamıştı. "İnsanlar endişeleniyor."

Kimsenin endişelendiği yoktu, ellerinde olsa mısır kutuları ile seyredeceklerdi ama Sıla Ekin'i geri çekmek için onları bahane etmeyi uygun görmüş olmalıydı.

Ben duran aklımı yerine getiremediğim bir kelimeleri bir türlü bulamadığım için öylece durmakla yetiniyordum.

"Endişelenirler tabii..." diye bağırdı Ekin kalabalığa doğru. "Hayatlarında böyle büyük bir şerefsiz görmemişlerdir, haklılar endişelenmekte."

"Senin için gelmedim..." dedi, Ekin'e doğru. "Heyecanlanma bu kadar."

"Evimde ne işin var lan o zaman? Siktir git."

"Ekin tamam," dedim, öne doğru bir adım atarak kolunu tutmuş ve geriye çekmiştim. "Belli ki söyleyecek bir şeyi var. Bırak söylesin ve gitsin."

"Buradan giderim gitmesine de..." dedi, gözlerini bana çevirdiğinde. "Temelli döndüm, onun altını çizmek gerekirse."

"Gerekmez," dedim. "Hiçbir şeyin altını çizmen gerekmez. Ne söyleyeceksen söyle ve sonra git."

"Geri döndüm Nora," dedi, gözlerime gözlerinin varlığını hatırlatırcasına bakarak. "Senin için."

"Yaz bitti," dedim, "Geç kaldın."

"Olsun... Güz yeter bana."

Yetemezdi. Güz de geçmişti, geçip gitmişti. Ne yaz kalmıştı onun ardından ne de güz... Tüm mevsimleri, şarkıları, şiirleri, hepsini alıp gitmişti. Döndü diye mevsimler yeniden hayat bulmayacak, şarkılar eskisi gibi çalmayacak, şiirler onu affettirmeyecekti. 


पढ़ना जारी रखें

आपको ये भी पसंदे आएँगी

6.8K 490 22
Mahi, savcı sandığı babasının aslında kafes dövüşlerinin en iyi organizatörü olduğunu öğrendiğinde on dokuzdu. Her şeyi bırakıp başka bir hayata başl...
ŞAFAK'IN AYDINLIĞI Nesrinkndmr द्वारा

किशोर उपन्यास

451K 26K 30
Şafak aydınlığa çok yakın! Şafak gökyüzünü sarıyor. Şafağın sardığı gökyüzüne kimse engel olamazdı. Babamdan, bana kalan bu kutsal aşkı tek bildim...
4.4K 289 44
Kalbi Al Bayrağın ufkuyla battığı yönde doğmuş bir Nebula. Yüreği aşık, yüzü ak, elleri nasır, gözü keskin... Vatan için doğmuş bir üniforma aşığı...
BİR KÜÇÜK SIR Betüş द्वारा

सामान्य साहित्य

1.5M 112K 28
Onların kaderi yıllar önce yaşanmış tek bir gece sayesinde birleşti. Bir anda karşısına çıkan ve peşini bırakmayan Atmanlı aşireti genç kızın bütün s...