Tacın Bedeli

By okelzeynep

48.7K 3.9K 8.7K

● Wattys2019 Ödülleri - Tarihi Kurgu Kategorisi Kazananı Tacın Laneti'nin Devam Hikâyesidir ● • • Okumadan ön... More

|GİRİŞ|
|KARAKTERLER|
|KAPAK TASARIMLARI|
|0|
|1|
|2|
|3|
|4|
|5|
|6|
|7|
|ÖNEMLİ DUYURU|
|8|
|9|
|10|
|11|
|12|
|13|
.i
|14|
|15|
.ii
|16|
|17|
|18|
|19|
.iii
|21|
|22|
|23|
|24|
|25|
|26|
|27|
|28|
.iv
.v
.vi
|29|
|30|
.vii
.viii
.ix
|31|
|32|
|33|
.x
|34|
.xi
|35|
|36|
|37|
|38|
|39|
|40|
|41|
• final
• a way back home (+bonus bölüm)
• veda (+yazardan notlar)

|20|

938 73 360
By okelzeynep

Bölüm Şarkısı;
Billie Eilish - TV

×××

Yirminci Bölüm × Forgive Me Father For I Have Sinned

...

Şu bir sır değildi ki, Natalie uzun bir süredir Anna Brunella'nın yanında çalışıyor ve bundan büyük bir zevk alıyordu. Günlerinin dört duvar arasında geçmesinden, odayı derleyip toplamaktan, elbiseleri organize etmekten, küveti hazırlamaktan veya günlük hayatında yaptığı ve artık onun için sıradan olan her şey; genç kızı hiç rahatsız etmiyor, aksine sonunda gerçekten sevdiği, güvendiği ve saygı duyduğu birinin yanında çalışıyor olmaktan mutluluk duyuyordu. Anna Brunella pek fazla havadan sudan sohbet eden, odasında vakit geçiren ya da içinden geçenleri anlatan konuşkan biri değildi. Ama Natalie bu detaylara takılmıyordu. İkisinin tanıştığı o günden sonra leydisini, kendisini koruyup kollayan ve daima da koruyup kollayacak bir abla gibi görüyordu. Onun gibi alt tabaka insanların hayatları boyunca isteyebilecekleri tek şey, yanında güvende hissettikleri birinin hizmeti altında olmaktı. Haliyle de Natalie'nin Anna'ya bu denli bağlı olmasının ardında, olağanüstü görülebilecek bir durum yoktu.

Gece kapılarını çalan ve leydisinin sessizce bir şeyler konuştuğu yabancı kim hâlâ bilmiyordu mesela. Ve sormuyordu da. Çünkü farkındaydı ki eğer bilmesi gereken biriyse, leydisi ona mutlaka söyleyecekti. Ya da az önce leydisinin neden simsiyah giyindiğini, neden dikkat çekmeyen bir palto aldığını veya neden kahvaltı etmeden çıkmak için bu kadar acele ettiğini bilmiyor ve bunu da sorgulamıyordu. Endişeleniyor muydu? Elbette. Ama bu endişelerini nasıl dile getirmesi gerektiğini kestiremiyordu.

"Keşke kahvaltı etseydiniz." dedi çaresizce, hızlı hızlı hazırlanmaya devam eden ve odada oradan oraya koşan leydisini sessizce bir köşeden izlerken. "Günlerdir doğru düzgün hiçbir şey yemiyorsunuz. Elbiselerinizin belini inceltmem gerekti. Yorgun düşüp hasta olacaksınız."

Ama Anna sanki duymamış gibi bütün hızıyla bir şeyler aramaya devam ediyordu. Yatağının ayak ucundaki sandığını açtı, karıştırdı, kalkıp pencere kenarlarındaki dolaplara ve çekmecelere baktı, baktı, baktı ve homurdanıp geri kalktı...

"Leydim?"

"Siyah saç bandım nerede?"

"Hangisi?"

"Geçen hafta diktiğin."

Natalie gözlerini kırpıştırıp onun yanına doğru yürümeye başladı. Gerçekten de az önce dediği hiçbir şeyi duymamış mıydı? "Üzerine motif dikmek istemiştim, o yüzden de ipliklerin olduğu çekmeceye kaldırmıştım." dedi ve bahsettiği çekmeceyi açarak saç bandını çıkardı. Üzerindeki birkaç yarım ip ucunu ve iliştirdiği iğneyi de aldıktan sonra bandı leydisine uzattı. "Kusura bakmayın."

Anna iç geçirerek bandı aldı eline. Kıza baktı ve sakinleşmiş gibi içine nefes çekerek gergin omuzlarını indirdi. "Sorun değil, iyi düşünmüşsün. Acelem olmasa motif dikmen için kalmasına izin verirdim."

"Neden aceleniz var ki?" diye sordu genç kız, çekingen bir sesle.

"Bir yere yetişmem gerekiyor."

"Yine bütün gün geri dönmeyecek misiniz?"

Anna yüzünde beliren şefkatli tebessümle başını yana eğdi ve kızın elini tuttu. "Benim için endişelendiğini biliyorum Nat." dedi. "Yemeklerimi yemediğim için hasta olacağımı düşündüğünü de biliyorum. Ama merak etme, endişelenmene gerek yok."

"Ne rahat bir uyku uyuduğunuzu gördüm, ne de huzurla yemek yediğinizi. Ya hasta olursanız?"

"Uykusuzluk ve açlık daha önce karşılaşmadığım şeyler değil." diyerek aynanın önüne geçti Anna. Arkada topladığı saçının altından bandı geçirdi ve üstte birleştirip yüzüne düşen saçlarını geriye yatırdı. Bandın üstüne takılması gereken siyah örtüyü de küçük iğnelerle sabitledikten sonra, Natalie'nin aynadaki yansımasına bakarak devam etti. "Bugün işim biraz uzun sürecek. Beni bekleme ve yemeğini yemeyi unutma. Eğer beni soran olursa da şehir merkezindeki terziye gidip kumaş baktığımı söyle."

"Ya inanmazlarsa?"

"Kendileri bilir. İnanmayan olursa benimle konuşmaları gerektiğini söylersin." dedikten sonra derince nefes alıp aynadaki son görüntüsüne göz gezdirdi. Elbisesini düzeltti ve yatağın üstüne koyduğu siyah kapşonlu paltosunu alarak omuzlarından geçirip ipliklerini bağladı. Baştan aşağı yas tutan birine benziyordu. Tıpkı görünmesi gerektiği gibi... "Olur da geri dönmem güneşin batışını bulursa ve merak edip yeniden beni soran olursa, terziden erken geldiğimi ve at sürmek için bahçeye indiğimi söyle, tamam mı? Rahatsız edilmek istemediğimi de ekle."

Natalie iyice endişelenmiş ve ağlamaklı bir ifadeyle leydisini izlerken, elinde olmadan elbisesinin ucu ve parmakları ile oynamaya başlamıştı. Nereye gidecekti ki, neden geri dönmesi bu kadar uzun sürecekti? Ya geri dönmezse diye fısıldadı kafasının içindeki ses. Ve dayanamayarak burnunu çekti.

"Nat?" Onun ağladığını gören Anna yaptığı işi bırakıp kızın yanına koşmuştu. "Ne oldu?"

"Dün gece gelen adamla mı buluşacaksınız?" diye sordu Natalie. "Ya size zarar verirse, nerede olduğunuzu bile bilmiyorum. Ya başınıza bir iş gelir ve tıpkı Leydi Hamilton'a olduğu gibi sizi de bulamazlarsa..."

"Nat..." Anna kızı çekip sıkıca sarıldı. Ah bir bilseydi işlerin gerçek yüzünü... "Bana bir şey olmayacak, söz veriyorum. Tehlikeli bir yere gitmiyorum ki, sadece bir arkadaşımla buluşmam gerek."

"Nasıl emin olabilirsiniz?"

Anna onun yüzünü elleri arasına alıp gözyaşlarını sildi ve sakinleştirici bir sesle fısıldadı. "Hatırlıyor musun, senden mutfağa inip birini çağırmanı istemiştim?"

O huysuz adamı nasıl unutabilirdi ki... "Evet?"

"O adam benim arkadaşım. Güvendiğim ve senin de güvenebileceğin biri. Onunlayken bana hiçbir şey olmaz, tamam mı? İçin rahat olsun."

Natalie burnunu çekip dolan gözlerini ovaladı. "Sizden haber alamazsam ona mı gideyim?"

"Onunla buluşacağım zaten. Ve hayır, gelmem beklediğinden uzun sürerse kimseye bir şey deme. Öyle ya da böyle geleceğim." diyerek kızın içini rahatlatmak amacıyla gülümsedi. "Bu bizim küçük sırrımız olacak Nat, ne o adam hakkında ne de onunla olan bağım hakkında kimseye hiçbir şey söylemeni istemiyorum."

"Tamam..."

"Söz mü?"

Natalie yanaklarında nemli kalan son noktaları da elinin tersiyle sildi. "Söz."

"Şimdi rahatla, kahvaltını et ve ben gelene kadar ne yapmak istiyorsan yap. İstersen dilediğin bir saç bandıma motif bile dikebilirsin."

Küçük bir çocuk gibi burnu kızaran genç kız masum gözlerle baktı. "Mavi olanlara bile mi?"

Anna gülerek gözlerini devirdi. "Mavi olanlara bile, ama kırmızı ip kullanma." dedi ve paltosunun kapşonunu geçirerek kapıya yöneldi. "Pek hoş durmuyorlar."

...

Lord Hamilton sabırsızca görüşme odasının içinde dolanırken, Edward sandalyesinde oturmuş ve başını ovalayarak dinlemeye dalmıştı. Hemen yanında beklenildiği gibi Eric Brunella, onun yanında ise yine beklenildiği gibi Leonardo Brunella vardı. Üçü hiç ayrılmıyor, devamlı aynı düşünceleri paylaşıp aynı adımları destekliyorlardı. Fakat bu sabah Edward odadaki kimseyle hemfikir olmadığını belli etmeden başını kaldırdı ve Francis gece boyunca yapılan arama çalışmalarının sonuçlarını Lord Hamilton ile paylaşırken elini hafifçe kaldırarak onu durdurdu.

"Sonuçlar aynı Lord Hamilton." dedi, bıkmış bir sesle. "Ne şehir sınırlarından, ne de şehrin içinden herhangi bir gelişme gelmedi."

"O halde arama genişletilmeli." diyerek kaşlarını çattı Lord Hamilton. "Şehrin yakınlarındaki köylere de bakılmasını istiyorum. Üstelik limanlardaki gemilerin kalkışları da kontrol edilmedi. Majestelerinden ricam onların da aranması yönünde."

Edward donuk bakışlarını ayırmadan dudak büzdü. "O halde kendiniz aramakta özgürsünüz. Bir şey diyen olursa da iznim olduğunu söyleyin."

Bütün gözler bu cümleden sonra krala dönmüştü. Yoksa pes mi ediyordu? "Majesteleri, lütfen ümidinizi kestiğinizi söylemeyin." diye fısıldadı Lord Hamilton. "Desteğinize en çok ihtiyacımız olduğu anda bizi yüz üstü mü bırakıyorsunuz?"

Edward dünü hatırlarken durdu bir süre. Hayır diyerek aramanın genişletilmesini emredebilirdi. Ya da ülke sınırlarına bile asker gönderebilir ve kadını bulmadan gelmemelerini söyleyebilirdi. Ama ya sonuç alamazsa, o zaman ne olacaktı? Anna'nın dediği gibi oklar Deborah Angelova'nın, oradan da kendisinin üstüne dönse ve İspanyol karşıtlarına koz verse o zaman ne yapabilecekti? "Desteğimiz hep sizinle." dedi, uzun bir sessizlikten sonra. "Aramayı genişletmek için gereken maddi desteği saray karşılayacaktır. Onun haricindeki imkanlara siz de sahipsiniz."

Lord Hamilton hayal kırıklığıyla yüzünü ekşitti. "Peki ya nişanlınızın elindeki kan, onu nasıl saklayacaksınız?"

Eric girdi hemen araya. "Saygınızı kaybetmeyin-"

Ama adamın umurunda bile değildi. "Eşimin kanı nişanlınızın ellerinde diye mi örtbas etmeye çalışıyorsunuz? Saygımmış... Kaybolan saygım değil, eşim!"

Edward aynı ses tonuyla devam etti. "Leydi Angelova mektubu kendisinin yazdığını yalanladı ve bu benim için yeterli." dedikten sonra öldürücü bir bakış attı ayakta dikilen adama. "Sizin için de yeterli olmalı."

"Benim eşim-"

"Sizin eşiniz sizi başka bir erkek için terk etmiş diyorlar!" diye bağırarak ayağa fırladı Edward. "Onu son görenler kimsenin tanımadığı bir erkekle görmüş. Belki mektubu bile eşiniz yazdı, belki sizi aptal yerine koymak istedi! Bu olasılığı hiç düşündünüz mü?" Boynundaki damarlar öyle ani yüzeye çıkmıştı ki, birinin oracıkta kopacağı bile beklenebilirdi. "Eşinizi aramaya devam etmek istiyorsanız tamam, desteğimiz sizinle, ama saraydan daha fazlasını beklemeyin. Bu mesele siz ve aileniz ile ilgili artık, bizimle değil!"

Bahsedilen olasılığı aklının ucundan dahi geçirmemiş olan Lord Hamilton dehşete uğramış gibi bakıyordu kralına. İnsanlar bunu mu diyordu, böyle mi düşünüyordu sahiden? Hayır, o yapmaz dedi içindeki ses. Margaret yapmaz, bana böyle ihanet etmez... "Ne cüretle bunu diyebilirler?" diye fısıldadı belli belirsiz.

"Ailenizin gerekli önlemleri almak için durumu var." Edward onu duymamış, duysa da umursamamıştı. "Bay Walterson, elinizdeki raporları Lord Hamilton'a teslim edin." dedikten sonra ağır adımlarla geri sandalyesine yöneldi ve konuşmanın burada bittiğini açık açık söylemektense gözleriyle kapıyı işaret etti. "Sizin için dua edeceğiz Lord Hamilton."

Şaşkın bakan Francis raporları kapatarak yanındaki adama uzattı. O bunu yaparken ne Leo ses çıkarabilmişti, ne de Eric. Aksine, Eric'in omuzları rahatlamış gibi kendiliğinden indi. Bu meselenin Edward'a zarar vereceğine öyle emindi ki, burada kapanmış olmasına içten içe minnet duyuyordu.

Lord Hamilton bir uzatılan raporlara, bir de masadaki yüzlere baktı. Burnundan soluyarak raporları çekti ve sinirle belini büktükten sonra tek kelime etmeden çıktı. Hazırlıksız yakalandığı şey, sarayın koridorlarında yürürken arkasından duyduğu sözlerdi. Fısıldaşmalar, kaçamak bakan gözler, hem acıyarak bakan hem de bakmamak için çabalayan insanlar... Hepsi çevresini sarıp sarmalamış gibiydi.

"Karısı aldatıyormuş..." dedi içlerinden biri.

Bir diğeri ise konuşmasını yarıda kesti. "Ne kadar utanç verici, değil mi? Evlendiğin kişi seni aldatsın ama sen onu bulmak için neler neler yap."

Lord Hamilton dişlerini sıkarak zor attı kendini sarayın içinden. İnsanlar yanılıyor olmalıydı, yanlış tahmin etmeleri gerekiyordu. Zorundalardı. Yoksa gerçek buysa, adamın kaldırabileceğinden bile fazla olurdu.

Arabasına binmeden önce gözleri elinde tuttuğu raporlara kayınca, durup nefes aldı sadece. Eğer Margaret kendi isteğiyle gitmişse, sürünerek geri dönse dahi şu olanlardan sonra kabul etmezdi onu. İnsanların ağzına bu lafları verip aile ismini ayaklar altına alması, sadakatsizliğinden de büyük bir suçtu. Ve Lord Hamilton, gözlerine dolan öfke yaşlarına aldırmadan arabasına bindi, kapısını kapattı; atlar karlı yolda ilerlemeye başladığında ise camı itekleyerek elindeki raporları dışarı fırlattı. Karısının nefes aldığını ve o nefesi başka bir erkekle harcadığını bilmektense, öldü diye bilirdi, daha iyi.

...

Edward ellerinin ve ayaklarının titreme nedeninin sinirden mi yoksa az önce yaptığı şeyin gerginliğinden mi olduğunu kestiremeden sabit duruyordu sandalyesinde. Lord Hamilton odadan çıktığından beri kimse ağzını açıp da laf edememişti. En çok şaşıran ve kılını kıpırdatamayan kişi şüphesiz Francis'di. Kraldan ne bu öfke patlamasını bekliyordu, ne de bu kararı. Fakat Kral Edward'ın son zamanlarda yaşadığı öfke patlamaları göz önüne alındığında, Lord Hamilton'ın olayı bardağı taşıran son damla olmuştu galiba. Sabrını tüketmiş ve adamı korkutucu bir hale sokmuştu. Tahmin edilebileceği üzere bu öfkenin tadına bakmak istemiyor, bu yüzden de diyeceğini deyip odadan bir an önce çıkmak istiyordu.

"Majesteleri." diyerek boğazını temizledi ve ürkek bir adım attı. "Çağırdığınız üzere Bay Handman bu sabah saraya geldiler. Bekleme odasına aldım fakat isterseniz kendisiyle yarın görüşeceğinizi iletebilirim."

Leo merakla başını kaldırırken, Edward gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı. "Hayır, hazırsa içeri alabilirsin."

Eric ayağa kalkarak krala döndü yüzünü. "İzninizle biz çıkalım majesteleri. Oğlumla halletmemiz gereken işler var."

Oysa Leo çıkmak istemiyordu. Aksine, kalıp o meşhur Bay Handman ile tanışmayı dört gözle beklediği bile söylenebilirdi.

"Elbette Eric." dedi Edward. "Öğleden sonra seninle konuşuruz."

İsteksizce ayağa kalkan Leo, babasıyla birlikte belini bükerek çıktı odadan. Kapının önünü, koridoru, camların kenarlarında dikilen insanların yüzlerini ve daha fazlasını dikkatle taradı fakat babasında değişen herhangi bir ifade görmediğinden, adamın şu an burada olmadığı kanaatine vardı.

Acaba nasıl biriydi? Gerçekten iyi miydi, yoksa maske mi takıyordu? Sonuçta sarayda ailesini seven ve zorunluluktan saygı duymayıp, oldukları kişiler için saygı duyan insan sayısı iki elin parmağını geçmezdi. Bu meşhur Henry Handman hangisiydi veya hangisi gibi davranıyordu, delice merak ederken buldu kendini. Eğer majestelerinin teklifini kabul ederse ve bir süreliğine saraya yerleşirse, zaten öyle ya da böyle tanışırlardı. Ve o zamana kadar sadece sabredecekti.

...

Edward odada sadece birkaç dakika yalnız kalabilmiş ve kapılar açılınca üzerini düzelterek ayağa kalkmıştı. Bay Handman'ı en son görüşünün üstünden kaç yıl geçmişti, pek hatırlamıyordu. Fakat varlığının yaydığı mutluluk, zihninde öyle güçlü bir yer etmiş olmalıydı ki, adamın neşe dolu yüzünü gördüğü an gülerek kollarını açtı ve ikisi birbirlerine sıkıca sarıldılar. Onu gördüğü an kafasının içindeki ses, aradan geçen yılların uzun olduğunu fısıldadı. Öyle ki hatıralarında yer eden görüntünden daha yaşlı biri duruyordu kolları arasında. Eskiden kıvırcık saçlarının arasında sayılı bulunan beyaz teller şimdi çoğalmış ve bütün saçlarını kaplamıştı. Önceden hiç yapmadığı bir şey yaparak sakal uzatmış, yaşından kaynaklı olarak da çokça kilo almıştı. Ama yine aynı adamdı işte. Yine güldüğü an gözleri kapanıyor, şefkatli sesi aynı huzurlu tonda çıkıyor ve sarıldığı an aynı sıkılıkta sarılıp kolay kolay bırakmıyordu.

"Majesteleri, bu siz misiniz sahiden?" diye cıvıldadı adam. "Yıllar önce gördüğüm o genç oğlana ne oldu, nereye gitti?"

Edward gülerek bir adım geri gitti ve tıpkı onun yaptığı gibi her yerini, her detayını uzun uzun inceledi. "Tam karşınızda duruyor."

"Nasıl akıp gitmiş zaman, hiç farkına varmamışız bile." diyerek bir elini babacan bir sevgiyle kralın omzuna koydu. "Sizi son gördüğümde üstünüzde Galler Prensi üniformanızla düğününüzde dans ediyordunuz." dedikten sonra ise yüzünü hüzünlü bir ifade kaplarken iç çekti. "Olan bitenleri duydukça sizin için dua edip durdum. Dirayetinizi ve mutluluğunuzu geri kazanmanız için öyle içten dileklerde bulundum ki..."

"Teşekkür ederim." derken kibarca gülümsedi Edward.

Ama Henry Handman'ın yüzündeki keder silinmiyordu. "Gelmek istedim, inanın çok istedim." dedi başını eğip. "İmkanlar hiç el vermedi."

"Benim için dua etmeniz, dileklerinizi buna harcamanız bile yeterli." Edward üstünde durmak istemediği konuları en kibar yoldan kapatıp, bir elini masaya doğru uzatarak başıyla işaret etti. "Şimdi buradasınız, eğer kalmaya karar verirseniz bunları bol bol konuşacak vaktimiz olur."

Henry de oracıkta konuyu kapatmış, ne daha azından ne de daha fazlasından bahsetmişti. Tebessümü geri yüzüne otururken, bedeni de kendisine gösterilen sandalyeye oturmak için hareket ediyordu. "Mektubunuz beni hazırlıksız yakaladı. Detayları uygun bir zamanda konuşacağınızı yazmıştınız, sanıyorum o zaman bu zaman."

"Öyle olduğunu umuyorum."

"Peki nedir beni yüz yüze görmek istemenizin nedeni?"

"Normalde konuyu en ince ayrıntısına kadar anlatır ve sizi, arada boşluk bırakmadan her detayı ile bilgilendirirdim fakat korkarım bu detayları sonraya saklamam gerekecek." dedi Edward. "Şöyle ki, Devon ve Cornwall'daki lordluklarımızda birtakım sorunlar meydana geldi. Henüz halka açıklanması için erken olan bazı önlemler alıyorum. Konuyu bir tek ben, danışmanım Wellington Dükü ve oğlu Lord Brunella biliyor. Şimdi de siz." dedikten sonra yeni oturduğu sandalyesinde geriye yaslandı ve derin bir nefes aldı. "Toprak lordlarını görevden almayı düşünüyorum. Şu an gönderdiğim askerler onları saraya getirmek için yola çıkmış durumda. Buraya getirildiklerinde mahkemeye çıkarılacaklar fakat kurul tarafından suçlu bulunacaklarına eminim. Bu yüzden de yerlerine atayacağım yeni toprak lordlarının, görevlerine gitmeden önce her eğitimden geçmesini istiyorum. Sizi de bunun için çağırdım."

Henry kısa bir süreliğine sessizleşip düşündü. Ama düşündüğü şey, birçok kişinin tahmin edebileceği gibi olayların aslı veya derinlerde yatan detayları değildi. Hayır, onları sorgulamıyordu bile. Edward daha sonra detayları açıklayacağını söylediyse ve bunun uygun olacağını düşündüyse; ona güveni sonsuzdu. "Bahsettiğiniz eğitim, benim kariyer alanımı kapsayan bir eğitim mi?"

"Sanmıyorum."

"O halde eğer onlara matematik öğretmemi istemiyorsanız, tam olarak ne öğretmemi istiyorsunuz?"

"Güven." dedi Edward. "Güven ve sadakat."

"Majesteleri, eminim sarayınızda size bu hususta yardımcı olabilecek bir sürü kişi vardır."

"Var elbette." diyerek başını salladı. Bunu derken ise zihninden geçen isimler, çevresinde en çok güvendiği ve sadakatinden asla şüphe duymadığı tek kişi olan Eric ile, Eric'in ailesinin isimleriydi. Fakat Brunella'ların zekasına ve sadakatine başka konularda ihtiyacı vardı. "Siz uzun süredir ailemizin bir parçasısınız. Babama ve bana olan sevginizle saygınız aradan kaç yıl geçerse geçsin hiç eksilmedi. Hayatınız boyunca önünüze, yükselmek adına bir sürü olanak sunulmuş olsa da, kendi istediğiniz şeyden sapmadınız ve en önemlisi ise bunu yaparken bize olan sadakatinizi unutmadınız. İhtiyacım olan bu, Bay Handman. Çevremde, canımı gözüm kapalı emanet edebileceğim insan sayısının çoğaldığını ve omuzlarımdaki yükleri gönül rahatlığıyla teslim edebileceğim dostlarımın yüzlerini görmek istiyorum. Sizinki de buna dahil."

Henry ne diyeceğini bilemeden bakıyordu. Bu sözleri beklemediği aşikardı. Ama ondan da öte, gerçekten severek hizmet ettiği bir kral olan Edward'dan böylesi içten ve güzel sözcükler duymayı beklemiyordu. Yaşlı kalbi anlık bir mutlulukla dolup taştıktan sonra, yüzünde gezinen tebessümünden dolayı kısılan gözlerini krala sabitledi ve masada öne eğilip genç adamın elini tuttu. "Sizin tarafınızdan dost görülmek benim için bir onur majesteleri." dedi. "Eğer dediğiniz gibi bana sunduğunuz bu teklifi kabul etmekle, omuzlarınızdan yük alıp, temiz kalbinizi bir nebze de olsa rahatlatacaksam..." dedikten sonra başını ağır ağır aşağı yukarı salladı. "O halde büyük bir zevkle kabul ederim."

Edward minnetle gülerek karşılık verdi ona. Henry Handman'dan yana zaten içi rahattı, bir de bu cevabı almış olmak daha da rahatlatmıştı içini. "Teşekkür ederim Bay Handman." dedi, elini tutan eli sıkarken. "Cevabınızın ne olacağını bilmesem de her ihtimale karşı odanızı hazırlatmıştım, direk geçip dinlenebilirsiniz. Yarın sabah da tekrar görüşüp konuşuktuktan sonra sizi seçtiğim lord adayları ile tanıştırırım." dedikten sonra hatırladığı bir detayı dile getirdi. "Seçtiğim adaylar genç adaylar. Bana hep dediğiniz o sözü hiç unutmadım."

Henry şaşırarak güldü. "Genç zihinleri eğitmesi daima daha eğlencelidir."

"Aynen öyle."

"İyi düşünmüşsünüz majesteleri."

"Beni iyi eğittiniz Bay Handman."

Henry gururla başını yana yatırdı ve artık kalkma vaktinin geldiğini anlayarak yaşlı bedenini yavaşça sandalyeden kaldırdı. "Gitmeden önce, acaba Bay Brunella müsait mi diye sormak istiyorum size. Ya da Wellington Dükü mü demeliyim?"

"Kendisinin oğluyla halletmesi gereken işler var. Fakat dilerseniz odasını ziyaret edebilirsiniz, sizi geri çevireceğini sanmıyorum."

"Onu da görmeyeli uzun zaman oldu." diye kendi kendine fısıldadı Henry. Ardından krala dönüp ellerini sıktı. "Sizi daha fazla meşgul etmeyeyim. Fakat söz verin majesteleri, görevden alakasız olarak sizinle oturup aradan geçen yıllar hakkında sohbet edeceğiz."

"Sözüm sözdür."

"O halde size iyi günler diliyorum." diyerek belini büktü ve tatlı gülümsemesi sabit dururken, adamın kendisi odadan çıktı.

Koridorda kendi kendine yürüyüp etrafına bakınırken, yavaşça durdu ve pencerelerden birinin yanına gitti. Pencerenin ardındaki bembeyaz manzara insana huzur verse de, bu manzarayı özlediği pek söylenemezdi. Saraya geldiği için mutlu muydu? Sarayı hiç sevmemişti ki. Ama çocukluğuna şahit olduğu ve gönülden sevdiği Edward'ın yüzünü bir kez daha görmüş olmanın, kalbini delice mutlu ettiği su geçirmez bir gerçekti. Mecburen burada kaldığı süre boyunca sarayın sevmediği yaşam tarzına katlanacak ve görevini elinden gelenin en iyi şekliyle yerine getirecekti. En azından Edward'ın, yaşadığı acılara rağmen temiz kalmayı başaran kalbine bunu borçluydu.

...

Stephanie'nin mide sancıları ve omuzlarında koşuşturan ağrılar eğlencenin olduğu geceden beri bedenini terk etmeyerek, her saniyesinin küçük işkencelerle dolup taşmasına neden oluyorlardı. Sabah boş yatağına kalkmanın, kocasının sesinden mahrum kalmasının veya Simone'un ağzını açıp geliniyle konuşmamasının da yardımcı olmadığı aşikardı. Daima hissettiği o derin yalnızlığı ve dışlanmışlık duygusu, daha önce hiç yapmadıkları kadar şiddetli saldırıyorlardı kadına. Cezalandırılıyordu. Bunu hak ettiğini bilse bile sitem etmekten alı koyamıyordu kendini. Özellikle de Cecilia'nın eğlence gecesi dediği sözler aklına takılmış, evliliğinin acı gerçeklerini yüzüne tokat misali indirmiş ve kabul etmek istemese de bir yanı Anna'ya karşı üzülmüştü. Onu sevmiyordu elbette, araları da iyi değildi ve iyi olacak gibi de görünmüyordu. Ama kendi evliliğine şöyle bir baktığında, Anna'ya yapmaya çalıştığı şeyin kızı, böylesi bir evliliğin içine atmak olduğunu fark etmişti. Mutsuz, cansız, kahkahasız, sevgisiz... Anna gibi biri için dahi fazla acımasız olurdu.

Ne yapıyorum ben diye sordu kendi kendine. Gerçekten Anna'ya üzülüyor olamazdı. Mutsuzluğu için plan yaptığı birine üzülmesi normal miydi ki? Belki de nedeni, planının işe yaramaması ve geri tepmiş olmasıydı. Peki ya işe yarasaydı, ya geri tepmeseydi ve Anna şu an istemediği bir evliliğin hazırlıkları içinde olsaydı? O zaman da üzülür müydü?

Evdeki çalışanlardan biri salona girip, boş boş yer döşemelerini izleyen kadını dalıp gittiği bunalımdan çıkararak, Leydi Cranmer'ın geldiğinin haberini verdi. Leydi Cranmer... Doğru ya, Cecilia artık nezaketen değil, resmi olarak kocası unvan aldı diye leydi olarak anılıyordu. Bunu bile unutmuştu.

"Salona yönlendir lütfen." dedi kapıda bekleyen kıza, ve ayağa kalkarak dakikalarca oturmaktan dolayı kırışan elbisesini düzeltti. Cecilia neden gelmişti ki şimdi? Uzun bir aradan sonra ilk konuşmaları o gece eğlencede olmuştu. Yoksa aradan geçen sessiz ve uzun haftaları rafa kaldırıp, yeniden arkadaşının yanına dönmeye mi karar vermişti? İnkar edemezdi ki Stephanie de özlemişti güvenilir bir dostun varlığını. Ve büyük ihtimalle Cecilia'nın kıymetini anlaması da bu şekilde olmalıydı.

Cecilia, omuzlarından yeni alınan karlı kabanını kapıdaki kıza verdikten sonra o sıcacık tebessümüyle salonda bekleyen arkadaşının yanına gitti. Önce biraz durup ona baktı ve yüzündeki melankolik ifadeyi gördüğü an hızlı adımlarla kadına sarıldı. Yine dayanamamıştı işte. Yine Stephanie'nin kötü durumda olduğunu hissedip yanına gelmiş ve yaptığı şeylere rağmen ona destek olmak istemişti.

"Nasıl olduğunu merak etmiştim." dedi geri çekilip. Stephanie'yi kollarından tutup koltuğa geçirdi ve ellerini tutmaya devam ederek endişeli gözlerini üzgün ifadesine sabitledi. "Özellikle de eğlencede olanlardan sonra... İyi ki de gelmişim, hiç iyi görünmüyorsun."

Stephanie iç çekti ve alt dudağını ısırdı. "Nasılım bilmiyorum ki. Bir yanım bağırıp ağlamak istiyor, diğer yanım sadece uzanmak ve boş boş etrafı izlemek."

"Neden bana haber vermedin? Eğer iyi olmadığını yazsaydın, hiç beklemeden veya tahminlerde bulunmadan koşar yanına gelirdim."

"Zaten Mark ve senin son olanlardan sonra meşgul olabileceğinizi düşündüm... Kendi dertlerimle sıkmak istemedim."

Cecilia alınmış ve kızmış gibi kaşlarını çattı. "Biz arkadaş değil miyiz Steph, arkadaşlar bunun için vardır. Lütfen böyle düşünme." dedikten sonra kaşları aniden gevşedi. "Leydi Brunella evde yok mu, en azından onunla konuşup dertleşseydin?"

Stephanie elinde olmadan kısık bir şekilde güldü buna. Ama ne mutluluğun sebep olduğu bir gülüştü, ne de içinde sevinç tanecikleri vardı. "Üst katta dinleniyor. Hem benimle konuşmak istemez ki. Kimse benimle konuşmak istemiyor." diyerek başını öne eğdi. "Haklı da olabilirler. Yine de, ne bileyim..."

"Onlar senin ailen. Ve aileler tam da böyle günlerde kırgınlıkları rafa kaldırıp birbirlerine destek olur. Birinin acısı hepsinin acısı oluverir, asla onlarla konuşmaktan çekinme."

Stephanie biraz durduktan sonra akıl karışıklığıyla ona baktı. Tam olarak neyden bahsediyordu... "Acısı mı?"

"Aslında eğlenceden hemen sonra yanına gelmek istedim ama Mark malum durumdan dolayı evden çıkmamamı tembihledi. Haklı da sayılır, etraf hâlâ güvenli değil."

"Cecilia, neyden bahsediyorsun?"

Cecilia anlamayarak gözlerini kırpıştırdı. "Leydi Hamilton'dan bahsediyorum elbette."

Stephenie daha anlaşılır bir açıklama bekledi ama Cecilia da en az kendi kadar şaşkın görünüyordu. "Benimle ne alakası var ki?"

"...Çünkü Leydi Hamilton'ın arkadaşın olabileceğini düşündüm." dedi Cecilia, tereddütle. "Yanlış hatırlamıyorsam ikiniz de aynı anda Leydi Aceline'ın nedimeliğini yapmıştınız. Ah Tanrım, yoksa ben isimleri mi karıştırdım? İsmi Margaret değil miydi ki..."

Cecilia kendi kendine düşünürken, Stephanie ise hafızasını zorluyordu. Sahiden birlikte mi görev yapmışlardı-derken yüzü dondu aniden. Yapmıştık dedi iç sesi. Ve o da o gece oradaydı. "Leydi Hamilton'ın akıbeti hakkında yeni bir şeyler var mı?" diyerek döndü arkadaşına.

Cecilia dudak büzdü. "Mark'ın bu sabah dediğine göre hâlâ arıyorlarmış ama pek umutlu değil."

"Öylece kaybolmuş yani?"

"Sanırım. Bazıları kendi isteğiyle gitti diyor, bazıları başına bir iş geldiğine inanıyor. Ortalık fazla karmaşık anlayacağın." diyerek iç çekti. "Zavallı kadın, ona ne olmuş olursa olsun umarım iyidir ve bir an önce bulunur. Bir de bebeği varmış, inanabiliyor musun? Yeni doğmuş. O kadar üzülüyorum ki..."

Ama Stephanie onun dediklerini duymuyordu. Gözleri belli bir noktaya sabitlenmiş ve kulakları dışarıdan gelen bütün seslere kapanmıştı. Zihninde olup biten tek şey birbirine giren yapboz parçalarıydı. Olamazdı herhalde... Düşündüğü şey gerçek olamazdı. Fakat peki ya olma ihtimali? Göz ardı edilecek kadar düşük müydü?

"...onlar da öyle düşünüyormuş. Ama bilemiyorum, yani sence de kadının durduk yere ortadan kaybolması tuhaf değil mi?"

"Evet. Tuhaf." derken gözlerini bir saniye bile kırpmadı. Damarlarındaki bütün kan ısı değiştirip buz gibi akıyor hissi verirken, kendi kendine tekrar etti. Tuhaftı. Ama daha da tuhaf olanı kadının, Anna ile ettikleri o küçük sohbetten hemen sonra ortadan kaybolmasıydı. Bunun ne anlama geldiğini ise bilmek istediğini sanmıyordu.

...

"Francis Walterson."

Francis adını duyunca başını masasından kaldırıp içeri girene baktığında, yüzünde oluşan memnuniyetsizliği bütün gücüyle gizlemeye çalıştı. Hangi ara içeri girmişti, kapıyı çalmış mıydı veya çaldıysa Francis nasıl duymamıştı bilmiyordu. Fakat bildiği tek bir şey vardı ki, Felipe Fernández'in havadan sudan sohbet etmek için gelmediği adamın kişiliğini bilen herkes için aşikardı.

"Bay Fernández." diyerek masanın üstündeki kağıtları katladı ve ayağa kalktı. "Eğer majesteleri ile görüşmek istiyorsanız korkarım kendisiyle görüşme ayarlayamam. Son derece meşguller."

"Ah, aradığım kişi o değil." Felipe hiç izin dahi almadan masanın önündeki sandalyelerden birine rahatça kuruldu. "Aradığım sizsiniz. Hem zaten majesteleri benimle görüşmemek için sarayda yaşamadığı bahanesini bile üretebilir. Bu da beni şaşırtmaz."

"O halde size nasıl yardımcı olabilirim?"

"Benim için majestelerine iletmenizi istediğim bir şey var." dedi ve güzelce arkasına yaslanarak bir ayağını diğerinin üstüne attı. "Malum, majesteleri benden pek haz etmiyor, nedenini pek anlayamıyorum gerçi... Her neyse, düşündüm ki söyleyeceklerimi ona ilettiğinizde aklındaki bazı soru işaretleri kaybolacaktır. Sonuçta bildiğiniz gibi bize sözünü verdiğiniz düğün hâlâ gerçekleşmiş değil."

Demek bunun için gelmişti. Yine neler sıralayacaktı, hangi üstü kapalı sözcüklerle kendisini azarlayacaktı merak ediyordu doğrusu. İç çekerek yutkundu ve sandalyesine geri oturup dinlediğini belli eder gibi başını salladı.

Felipe sinir bozucu bir tebessümle devam etti sözlerine. "Lafı uzatmak istemiyorum, bu küçük ve boğucu odada uzun süre kalmaktansa majestelerine gidip yüz yüze konuşmayı tercih ederim." diyerek iç bunaltıcı odaya şöyle bir göz attı. "Son yaşananlardan sonra bütün gece düşündüm... Hepimiz farkındayız ki Kral Edward nişanına olması gerektiği özveriyi göstermiyor. Üzücü bir durum. Bunu yaparak kendine zarar verdiğini göremiyor üstelik."

Lafı uzatmama yolu bu muydu? Francis can sıkkınlığıyla derin bir nefes aldı. "Demek istediğiniz nedir Bay Fernández? Üzgünüm fakat ilgilenmem gereken işler var."

"Ah, elbette... Demem o ki, bu sabah İspanya'ya bir mektup gönderdim."

Francis kaşlarını çatıp dondu bir süre. "Neden, ne hakkında?"

Felipe ise onun ifadesine gülmeden edemedi. "Endişelenmeyin hemen. Başarısızlığınız hakkında tek kelime yazmadım." dedikten sonra düşünür gibi yaparak ciddiyetini takındı. Adamın korkularıyla alay etmek hoşuna gidiyordu. "Fark ettim ki majesteleri ve Señorita Deborah'nın evlenmeleri için eksik olan koca bir şey var."

"Nedir?"

"Çeyiz elbette. Başka ne olacak? Ve bunu daha önce akıl edemediğim için kendime kızdım."

Francis doğru duyup duymadığını tarttı aklında. "Çeyiz mi?"

"Her evlilikte olduğu gibi gelinin tarafından çeyiz verilmesi gerekir. Özellikle de kraliyet evliliklerinde çeyizin büyük bir yeri vardır. Kutsal Roma İmparatoru'nun evlenmeden önce İmparatoriçe'nin ailesinden kaç sandık altın aldığını biliyor muydunuz?" diye sorarken sözcüklerinin altını abartarak çizmeyi ihmal etmedi. "İki yüz. Evet, tam iki yüz sandık altın. Elbette İspanya'dan da aynısını beklemek olmaz, eğer Señorita İmparator ile evlenseydi belki." diyerek yüzünü ekşitti. "Fakat mektup yazarak rica ettiğim yüz sandık iş görür. Siz ne düşünüyorsunuz?"

Francis'in dili tutulmuştu. Hiçbir şey düşünemiyordu. Yüz sandık altın mı... İngiltere'nin neredeyse bir yıllık hazine gelirine eş değerdi bu. Düğünden sonra o para ellerine geçince İngiltere için rahat bir yıl cebe girerdi. Tek sorun, kralın da aynı şeyi düşünmesini sağlamaktı. "Ben...ne diyeceğimi bilemiyorum." dedi zar zor. "Biz daha düşük bir rakam bekliyorduk."

"Düşük mü? Kesinlikle olmaz. Düğünden sonra İspanya ve İngiltere evlilikle bağlanmış olacak. Sizlerin de bizim zenginliğimizi tatmanızı isteriz. İspanya'nın dostlarına olan tutumunu herkes görmeli." derken burnu havada bir tavırla kaşlarını kaldırdı. "Hep dediğim gibi, İspanya düşmandan çok dost olunması gereken bir krallık. Sizler bunun farkında olacak kadar zekisiniz. Umarım bu muhteşem fırsatı iyi değerlendirmeniz gerektiğini biliyorsunuzdur."

Francis boğazının kuruluğunu yutkunarak giderdi. Evet, bu adam nasıl oynaması gerektiğini öyle iyi biliyordu ki... Kral Edward'ın Deborah Angelova ile olan nişanını ayarlarken bu dostluğun sağlayacağı faydaları en ince ayrıntısına kadar düşünmüştü. Ama aynı zamanda birlikte gelecek olan zararları düşünmekten de kaçınmış ve işlerin o noktaya gelmemesini ummuştu. Şimdi hepsini daha net görebiliyordu. Her iki yüzü de görüyor ve endişeleri artarken sakin kalmaya çalışıyordu. "Son derece cömert bir yaklaşım." diyerek şaşkınlığını uzaklaştırmayı denedi. Boğazını temizledi ve dirseklerini masanın üstüne koydu. "En kısa sürede majestelerini bilgilendireceğime emin olabilirsiniz."

Felipe bilmiş bilmiş güldü ve ayağa kalktı. "İnanın, ondan hiç şüphem yok."

...

"Şüphelerim var Dante." dedi Deborah. Son olanlardan sonra neşesi kadını tamamen terk etmiş ve huzuru kaçıp kaybolmuştu. Eğlenceden beri kimseyle konuşmuyor, kimseyi huzuruna almıyor, gülmüyor, ağzını açmıyor ve sadece pencerenin önünde oturarak pek de alışık olmadığı karı izliyordu. Ancak şimdi aralayabilmişti dudaklarını. Odada Dante ve kendisinden başkasının olmaması gerginliğini koruyan omuzlarını gevşetmek için ya iyi bir bahaneydi, ya da artık birileriyle konuşmaya ihtiyacı vardı. "Bu şüpheler uzun süredir benimle. Ve onları nasıl def edeceğimi bilemiyorum."

Öte yandan Dante ise eğlencede ve sonrasında olanları elçinin ellerine teslim etmeyi seçmişti. Zaten öbür türlüsü, yani ipleri kendi eline alması, hem elçinin izin vermeyeceği bir şeydi, hem de Dante'nin uğraşmak istemediği. "Ne hakkında?" diye sordu kadının koltuğunun arkasında ayakta dikilirken.

Deborah durdu sadece. "Birçok şey hakkında." dedi. "Nişanım hakkında. Akıbetim hakkında. Señor Fernández hakkında..." dedikten sonra başını ona çevirip yanındaki koltuğu işaret etti. Dante önce çekimser davranıp hareket etmese de, nihayetinde geçip oturdu koltuğa. Ve Deborah devam etti. "İnancımı yitirdim. Son damlasına kadar üstelik. Bütün yaşananları önüme serip bakınca, başlangıçta içi inançla dolup taşan kişi olmadığımı fark ettim."

"Tanrı'ya olan inancınızdan mı bahsediyorsunuz?"

"Hayır, kendime olan inancımdan bahsediyorum. Kaderime ve üstünde olduğum yolun beni götüreceği yere olan inancımdan." diyerek yüzünü yeniden pencereye döndü. "Nişanlandığım haberini aldığımda içimdeki bir ses bunun kaderimde olduğunu söylemişti. Kral ile evlenmek ve bana ihtiyacı olan insanlara yardım etmek kaderimde olmalı diye düşünmüştüm. Fakat aradan kaç hafta geçti Dante. Aradan kaç ay geçti... Hâlâ yerimde sayıyorum."

Dante ne diyebileceğini bilemeden kadını izledi. Yüzünün yandan görünen tarafında bile derin bir üzüntünün parçaları vardı. "Señor Fernández her şeyi yoluna koyacaktır. Bekleyişiniz uzun sürmeyecek."

Ama Deborah bakışlarına ona çevirdiğinde, gözlerinde gezinen buruk öfkeyi bastıramamıştı. "Ona gerçekten güveniyor musunuz? Yoksa siz de benim gibi bazı şeyleri sorgulamaya başladınız fakat dillendirmek için yeterince cesur hissetmiyor musunuz?"

"Elçi hazretlerine olan güvenimi mi soruyorsunuz, Señorita?"

"Elçi hazretlerinin davranışlarına olan güveninizi soruyorum. Verdiği sözlere olan güveniniz hâlâ ilk günkü gibi taze mi?"

Dante konuşmak için ağzını açtı ama açtığı saniye geri kapattı. Durdu bir süre. Düşündü. Gözlerini kaçırdı... Bazı şeylerin değiştiğini biliyordu. Mesela elçiye gelmesi için gizli gizli mektup yazdığında içinde alevlenen umut ışıklarının artık eskisi kadar parlak yanmadığının farkındaydı. Geçen her gün bu parıltı daha da sönüyor ve sönüyordu. Ama umutları tamamen yok olmuş değildi, olmamaları gerekiyordu. "O güveni taze tutmaktan başka bir çaremiz olduğunu sanmıyorum."

"Söz vermek kolaydır Dante. Tıpkı Bay Walterson'ın aileme verdiği söz gibi. Ya da majestelerinin benimle evleneceği sözünü vermesi, veya elçi hazretlerinin düğünün en kısa sürede olacağı sözünü vermesi... Bunlar son derece kolaydır. Önemli olan o sözü tutmak değil midir?"

"Elbette."

"Peki neredeler?" diye sordu sitem eder gibi. "Verilen sözlerin sonuçları nerede? Ben neden hâlâ evlenmeyi bekliyorum, üstelik aylardır birlikte yaşadığım fakat hakkında elle tutulur hiçbir şey bilmediğim biriyle. Neden başımda hâlâ bana söz verildiği gibi taç yok, neden insanlar yüzüme bakmıyor, neden benden bana iftira atacak kadar nefret ediyorlar?" diyerek başını yeniden pencereye çevirdi. Son cümlesini söylerken sesi titremiş ve yeşil gözlerini akamayan yaşlarla doldurmuştu. "Tanrı'nın beni bu görev için seçtiğini sanmıştım." dedi, burnunu çekerken. "Fakat belki de yanıldım. Ve belki de son yaşanan olay, Tanrı'nın gözlerimi açmam için planladığı bir olaydı."

"Señorita..."

"Evlenmek istemiyorum Dante." deyip dolan gözlerini ona döndürdü. "Benden nefret eden insanların kraliçesi olmak istemiyorum. Beni sevmeyen bir adamın karısı olmak istemiyorum. Yapabilirim sandım ama artık inancım yok. Piyon yerine konmak istemiyorum." dedi büyük bir kararlılıkla. "Oyunu kazanmak için oynatılan sıradan bir taş olmak istemiyorum. Beni değersiz hissettiriyor. Tanrı gerçekten böyle hissetmemi ister mi?"

Duyduğu şeyler karşısında beklemediği bir şekilde hüzünlenen Dante başını öne eğip cevap verdi. "İstemez." diye fısıldadı kendi kendine. Onun böyle hissettiğini bilmiyordu. Bu denli sıkıldığını, bu denli bunaldığını maalesef görememişti. Başını kaldırıp daha yüksek sesle tekrar etti aynı kelimeyi. "İstemez, Señorita." Fakat elinden gelen bir şey de yoktu işte. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. "Size söz veriyorum, taç giydiğiniz gün bütün dertleriniz silinecek-"

Deborah sinirden kahkaha attı elinde olmadan. "Beni dinlememişsiniz bile... Yine söz veriyorsunuz." dedikten sonra bir damla yaş kirpiklerine tutunamadan yanaklarına doğru süzüldü. "Asla da dinlemeyeceksiniz." Başını pencereye döndürüp akan yaşı zarifçe sildi yanağından. Burnunu çekti ve başını dikleştirdi.

Kimseye açmadığı şeyleri Dante'ye açmış ama yine aynı geri dönüşü almıştı. Yine aynı sözcükler, yine aynı cümleler... Hiçbir şey değişmiyordu. Kendi kaderini kendi elleriyle değiştiremiyordu. Oysa önceden kraliçe olma fikri öyle güzel, öyle tatlı geliyordu ki kulaklarına. Şimdi ise takacağı tacın ağırlığı altında, daha takmadan ezilmeye başlamıştı.

"Altın da olsa, kafes kafestir." diye söylendi kendi kendine. "Ve korkarım ben asla özgürlüğüme uçamayacağım..."

...

Londra'nın merkezinden uzak, pek de iç açıcı kesimlerin yaşamadığı caddelerin birinde kendi halinde ayakta durmaya çalışan Aziz Alexander Kilisesi'nin kapıları saniyelik açılmış ve sessizce geri kapanmıştı. İnançsız bir toplumun göbeğine oturtulmuş bu kilisenin başındaki kişi olan Rahip Willow, gelen kişiye bakmak için kürsüsünün tozunu aldığı bezi kenara koydu ve yaşlı gözlerini mihrabın ortasından kendisine doğru gelen, baştan aşağı siyah giyinimli kişiye dikti. Paltosunun kapşonu gözlerine kadar inerek kadının gizemli görünmesini sağlıyor, seçtiği renk hüzün yayarken, yürüyüşü ise güven saçıyordu.

Rahip Willow burnunun ucuna indirdiği yuvarlak, küçük gözlüklerini kaldırıp daha net görmeye çalıştı bu yabancıyı. Ama hiçbir şey anlamak mümkün değildi. "Yardımcı olabilir miyim?" diye sordu nazik bir sesle.

Genç kadın kapşonunu indirmeden rahibin önünde durdu ve sadece "Günah çıkarmak istiyorum." dedi.

Rahip Willow şaşkın şaşkın başını sallayarak kadını günah çıkarma kulübesine götürdü. Perdeyi araladı, girmesine izin verdi, perdeyi kapattı ve kendi bölümüne geçip oturdu. İki bölümü birbirinden ayıran aralıklı pencereyi açtıktan sonra üzerini düzelterek boğazını temizledi. "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına yemin ederim ki ağzından çıkan her günahı benimmiş gibi saklayacağım." diyerek kutsadı ayini önce. "Günahların için tövbe ederek Tanrı'nın huzurunda yücelmeni ve ruhunun huzura kavuşmasını sağlamak için bütün benliğimle sana yön vereceğime söz veriyorum. Sen de günahların için af diliyor musun?"

Kadın başını oynatmadan konuştu. "Günahlarım için af diliyorum, peder."

Rahip derince nefes alıp başlattı ayini. "Günahların nedir, kızım?"

Ve kadın ancak o zaman başını oynattı. "İçimde biriken öfkeye yön veremiyorum." dedi. "Etrafımı sarıp sarmalayan ve her geçen gün ruhuma dolanan öfkeyi söküp atamıyorum."

"Neden öfkelisin?"

"Canımdan çok sevdiğim birinin canını hiç acımadan aldıkları için öfkeliyim. Onu benden kopardıkları, onunla birlikte bir parçamı da öldürdükleri, kimsenin yaşamaması gereken bir acıyı kalbime bıçak gibi sapladıkları; en çok da yaptıklarının cezasını çekmeden yıllarca nefes aldıkları için öfkeliyim." Kadının yüzü görünmese dahi, bu sözcükleri söylerken yüzünün aldığı ifade belli oluyordu. Gerçekten öfkeli olduğu sesine yansıyor, insana huzursuzluk yayıyordu. "Beş yıl önce ablam öldürüldü." dedi. "Katilleri sanılan insanlar cezalarını çekti, fakat katil onlar değildi." diyerek devam etti. "Kim olduklarını biliyorum. Bilmediğim şey ise, tıpkı benim gibi bilenlerin neden sessiz kaldığı. Bu da bir günah değil midir, peder? Suça sessiz kalmak, başını çevirmek, görmemezlikten gelmek de en az birini öldürmek kadar iğrenç bir günah değil midir sizce? Dini, inancı, mezhebi veya kişiliği fark etmeksizin, kötülük kötülük değil midir? Yoksa onlar cehenneme gidecek kadar suç işlememiş mi sayılıyorlar?"

Siyah üniforması içinde aniden terleyen rahip eliyle yakasını gevşetmeye çalıştı. Oturağında biraz oyalandıktan sonra da kuruyan dudaklarını yalayarak başını eğdi. "Tanrı bağışlayıcıdır." dedi ve durup nefes aldı. "İnsanın günahlarının cezasını insan değil, ancak O verebilir. Tanrı bize merhametli, sabırlı, dirayetli olun ve tövbe edin der. Gerisi ise bizim kontrolümüzde değildir."

"O zaman yeryüzünde kaos ortamı olmaz mı?" diye sordu kadın, cesurca. Cevabını öğrenmek istediği bir soru olmadığı, soruş şeklinden belliydi. "Günahlarının bedelini ödemek için ahireti bekleyenlerle veya her türlü günahı işleyip, tövbe ederek huzur bulduğunu sananlarla dolup taşmaz mı? Tanrı'nın istediği merhamet, sabır ve dirayet bunlara göz yummak mı?"

Rahip Willow dayanamayarak aralıklı pencereye çevirdi yüzünü. "İtiraf etmek istediğin günahın var mı?"

Kadın da aynı şekilde baktı ona. Küçük aralıklardan göründüğü kadarıyla yüzü nefrete bulanmıştı. "Bir can aldım." dedi. "Ve gerekirse yine alırım."

"Kimsin sen?" Rahip Willow kaşlarını çattı panikle. "Çık kilisemden! Tanrı'nın evine böyle saygısızlık edemezsin-"

Ama o sırada rahibin olduğu bölmenin perdesi sertçe açıldı ve yaşlı adamı yerinde zıplattı. Baştan aşağı siyah giyinimli, uzun boylu bir adam yüzünde sinsi bir ifadeyle rahibe bakıyor ve korkutucu bir tebessümle ayakta dikiliyordu. "Affet bizi peder, fakat istediğimizi vermezsen korkarım günahlarımıza yenisini eklemek zorunda kalacağız."

Rahip korkudan dilini oynatamazken, uzun boylu adamın yanına oturağında olması gereken siyah giyinimli kadın da katıldı. Kapşonunu indirdi ve başını dikleştirdi. "Ben Anna Brunella." dedi, masmavi gözlerinin etrafı yakıp kavurmasına aldırmadan. "Ve sizinle halletmemiz gereken bir mesele var."

...

Aziz Alexander Kilisesi'nin içine o öğleden sonra başka kimse girmedi. Kilisenin kapısı tuhaf bir şekilde içten kilitlenmiş ve zaten kimsenin adım atmadığı mekanı tamamen dış dünyaya kapatmıştı. Günah çıkarma kulübesinin perdeleri açık kalmış, zar zor yeten birkaç mum bitmeye yüz tutmuştu. Peki rahip neredeydi? Ya da içeri giren iki yabancı?

"Kim olduğunu biliyordum." dedi Rahip Willow. Zorla götürüldüğü rahip odasının içindeki ayakta zor duran sandalyeye oturmuş ve önünde duran iki figürü karşısına almıştı. "Konuşmaya başladığın an anladım neyden bahsettiğini. Fakat benden ne istediğini bilmiyorum."

"Bence onu da biliyorsun." dedi Anna.

Ardından ellerini tehditkar bir pozisyonda göğsünde birleştirmiş Mathis devam etti. "Uzun yıllar Kule'de görev yapmış bir rahibin, durduk yere böyle bir mahalleye zevki nedenlerden geldiğine inanmamızı mı bekliyorsun?"

Rahip Willow iç çekerek sessiz kaldı bir süre. Gözlüğünü çıkardı, kenara koydu ve oturduğu yerde öne eğilip gözlerini ovaladı. "Kule'de görev yapmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsunuz." derken sesini koca bir yorgunluk kaplamıştı. "Orada insan gördüğü ve duyduğu şeyler yüzünden inancını sorguluyor. Aklını yitirmemek için her gece dua ediyor. Kaç kişinin ağlayarak ettiği itiraflarını dinleyip, hemen sonrasında başlarının bedenlerinden kesilerek öldürüldüğünü gördüm biliyor musunuz? Veya kaç kişinin itiraflarında canice işlediği suçlarını en ince ayrıntısına kadar anlatıp, küçük bir umut kırıntısıyla tövbe ettiğini..."

"Rahip olarak deneyimlerini dinlemeye gelmedik." Anna adama üstten bakarak lafını kesti. "İlgilendiğimiz tek bir itiraf var ve o da Kule'den ayrılıp buraya yerleşme nedenin olan itiraf."

"Anlamıyorsunuz." Rahip Willow başını kaldırıp belini doğrulttu. Sesi öyle kısık çıkıyordu ki, yılların yorgunluğu aynı anda üstüne çökmüş gibiydi. "Oradan, bahsettiğiniz itiraf yüzünden ayrılmadım. Kaçmadım veya şu an saklanmıyorum. Orası insanı delirtiyor. Ayrılma nedenim buydu."

"Beklenmedik fakat alakasız." dedi Mathis.

Anna da ona katılıyor olmalıydı ki direk lafa girdi. "Norfolk Dükü'nün itirafından bahset."

Rahip, adeta bu anın bir gün gelip yakasına yapışacağını bekliyormuş gibi gözlerini kapattı. Bekledi, bekledi ve bekledi. Ya kendini hazırlıyordu, ya da boynunu kurtarmak için son bir çözüm yolu arıyordu. Belki birincisiydi, belki ikincisi, belki de hiçbiri. "Kule Rahibi olarak aldığım son itiraf oydu." diyerek gözlerini geri açtı. "Haberi duyduğumuzda hepimiz şoka uğramıştık."

"Hepiniz?"

"Ben ve diğer Kule Rahipleri." dedi. "Majestelerinin saltanatının ilk idamı buydu. Öylesine bir idam da değildi üstelik, yüksek suçtan idama mahkum edilmiş bir asildi. Kimsenin bir gün Kule Meydanı'nda can vereceğini düşünmediği biri... Campbell Baronu ve Lord Vicroy'un itiraflarını başka rahipler aldı. Wessex Dükü ve Norfolk Dükü'nün itiraflarını ise ben. Baron ile Lord daha erken idam edildiler, son sözleri neydi bilmiyorum. Kule'de gerçekleşen itiraflara kralın atadığı saray çalışanı ile bir rahip katılabilir ancak. Duydukları yazılır, imzalanır ve sadece kral ile paylaşılır." dedikten sonra durup soluklandı. Oturmasına ve yavaş konuşup hiç hareket etmemesine rağmen kalbi deli gibi hızlı atıyordu. "Wessex Dükü itirafında herkesin bildiği şeyleri söyledi. Planı öne atanın Norfolk olduğunu, kısa sürede diğerlerinin katıldığını, krala ihanet ettiklerini ve bunun gibi birçok itiraf. Norfolk Dükü'nün itirafı ise... Tanrım." Adamın boğazı her geçen saniyede daha çok kururken, yıllar sonra bunlar hakkında konuşmak da o kadar zorlaşıyordu. "Benimle birlikte o odada olan ve saray tarafından gönderilen yetkili kişi Francis Walterson'dı." dedi ve pişmanlıkla hıçkırıp kendini toplamaya çalıştı. "İşlerin o noktaya geleceğini tahmin edememiştim. Duymak için kendimi hazırladığım şeyler onlar değildi."

Anna bir adım yaklaşıp sert bakan gözlerini nefretle rahibe dikti. "Norfolk itirafında ne dedi?"

Ağlamaklı adam bir kez daha hıçkırdı. "Her şeyi." dedi kısaca. "Her şeyi itiraf etti." dedikten sonra da demek istediğini anlatır gibi baktı kıza. İkisinin de aklından geçen şeyin aynı olduğunu biliyordu. "Ablanı öldürenin kendisi değil, Maria Eva Clout olduğunu söyledi."

Anna'nın da kalp atışı hızlanıyordu. Avuç içleri terliyor ve nefes alıp verişi artıyordu. "Francis Walterson bunu duydu mu?"

Rahip başını aşağı yukarı sallarken ağlamaya başladı. "Her saniyesinde oradaydı." deyip sessiz sessiz döktüğü göz yaşlarını sildi. "Norfolk Dükü, kendisine doğrultulan ihanet suçlamalarının doğru olduğunu ama Aceline Brunella'yı öldürmediğini söyledi. Ölüme yürürken, Maria Eva'yı da yanında götüreceğini söylüyordu. Onun yaptığını, zehri onun ayarladığını, saraya onun soktuğunu... Bütün planını bildiğini ama sakladığını, en az kendisi kadar suçlu olduğunu söyledi."

Mathis'in gözleri Anna'nın üstündeydi. Hatta kızın üstünden neredeyse hiç ayrılmadıkları bile dile getirilebilir bir gerçekti. Tepkisini merak ediyor; bedenini ele geçiren öfkeyle birlikte, derinlerde bir yerlerde gizli tutmaya çalıştığı acısını görebiliyordu.

"Ne yaptı?" diye sordu Anna, rahibe. "Francis bunları duyunca ne yaptı?"

"İkimiz de birbirimize baktık." diyerek cevap verdi rahip. "Ben Norfolk'un zincirlerle bağlı olduğu oturağın hemen önünde oturuyordum. O ise ayaktaydı. Bana baktı ve hiçbir şey demeden dinlemeye devam etti."

"Ondan sonra ne oldu?"

Rahip Willow burnunu çekti. "İtirafı yazılı hale getirdik. İmzaladık ve mühürledik." dedi. "Norfolk idama gönderildi. İdamdan sonra yazılı itiraf majestelerine gönderilecekti. Odama geçtim. Dua ettim..."

"Rahip Willow." diyerek adamın tam burnunun dibine çöktü Anna. Keskin, mavi gözlerinde beliren yaş kümelerini geride tutmak için ellerini sıkıyordu. Ama ondan da öte, sabrı tükenmek üzereydi. "Saraya gönderilen itirafın gerçek itiraf olmadığını ikimiz de biliyoruz." derken küçük bir çocuğu azarlamamak için kendini zor tutan birine benziyordu. "Gerçek itirafa ne oldu?"

"Biliyorum." deyip gözlerini acıyla kapattı rahip. "Biliyorum..." diye de fısıldayarak tekrar etti. Yeniden burnunu çekti ve gözlerini açtı. "Gözümün önünde yaktı." dedi nihayet. "İtirafı aldı, yırttı ve yaktı. Ona bunun büyük günah olduğunu söyledim-bunu yapamazsınız dedim! Ama dinlemedi... Beni yakamdan kavradı, duvara dayadı ve birkaç saate getireceği itirafı imzalamamı, sesimi çıkarmamamı, yoksa pişman olacağımı söyledi." Kendini bırakıp ağlarken başını yavaşça iki yana salladı. "Geldiğinde önüme koyduğu itirafı imzaladım. İmzalamadan önce baktığımda, Maria Eva Clout ile ilgili bütün kısımlar silinmişti." dedikten sonra durup, derince nefesler alıp bıraktı. Neydi onu bu kadar ezen şey? Omuzlarına baskı yapan yük hayatının en büyük günahlarından birini işlediği anı yeniden hatırlamak mıydı, yoksa hiç unutmamıştı da, gün gelip yeniden yakasına yapıştığı için mi utanıyordu? "Bunu neden yaptığını anlamadım. Anlamak da istemedim ilk başta. Fakat başımı pencereden uzatıp baktığımda, Francis Walterson'ı katlanmış itirafla Kule'den çıkarken gördüm. Charles Clout'un arabasına biniyordu... O an anladım. Yine anlamamış olmayı diledim. Yapamadım. Onu durduramadım..."

Mathis bunalmışlıkla başını çevirip fısıldadı kendi kendine. "İtirafı onlar için yok etti."

Ama Anna buna inanmıyordu. "Onlar için değil, kendi için yok etti." dedi ve Mathis'e döndü. "Francis Walterson'ın sarayda nasıl bu kadar çabuk yükseldiğini hiç merak etmemiş miydin?"

"Charles Clout ona nasıl yardımcı olabilirdi ki? Kendisi hâlâ düklük alamamış bir lord."

"Ailesi uzun süredir sarayın ve kraliyetin bir parçasıydı. Gerçekten tanıdıklarının olmadığını mı sanıyorsun?" diye sordu Anna, alaycı bir sesle. Ama alaycılığının yanı sıra, odadaki her şeyi parçalamak ister gibi bir ifadesi vardı. "Kral, kız kardeşine olanlardan sonra neden Charles Clout'u yanında tutmaya devam etti? Çünkü ona güveniyordu. Ağzından çıkacak tek bir iyi söz Francis Walterson'ı kralın gözünde diğerlerinden daha yüksek bir yere koymak için yeterli. Ve o da tam olarak bunu yaptı."

Mathis söyleyecek sözü kalmadan başını Anna'dan rahibe çevirdi. "Peki sen niye saklamaya devam ettin? Neden gidip krala anlatmadın?"

Rahip Willow adama bakmıyordu. Ancak "Korktum." dedikten sonra büktüğü başı kalktı yerden. "Kule'de bu ve bunun gibi olayların hep olduğunu duymuştum. Kimlerin kimleri koruduğunu bilseniz, neden korktuğumu sorgulamazdınız."

"Sen korktun diye ablamın katilleri hayatlarına devam etti." dedi Anna. Tiksintiyle izliyordu rahibi. "Sen korktun diye ablam ve doğamamış bebeği mezarlarında hiç huzur bulamadı. Bu mu senin Tanrı inancın? Nasıl utanmadan kendine din adamı dersin, nasıl utanmadan dua edersin?"

"Tövbe ettim-"

Anna bağırarak üstüne yürüdü. "Yeterli mi sanıyorsun?!"

Ama Mathis son anda tuttu kızı kolundan. "Brunella..."

"Değil." Rahip Willow fısıldadı. "Asla da yeterli olmayacak." Yutkundu ve başını dikleştirip kararlı gözlerle ikisine baktı. "Nihayet Kule'den ayrılıp buraya geldiğimde yeni bir sayfa diledim Tanrı'dan. Her gün, her gece. Ama yeterli olmadığını biliyorum. Öyle ya da böyle, sakladığım sırrın bedelini ödemem gerekiyor. Ben çoktan cezama hazırladım kendimi. Yapmaya geldiğiniz şeyi yapın; canımı alın ve gidin."

Mathis şimdi ne olacağını soran gözlerle Anna'ya, Anna ise titreyen dudaklarla yere bakıyordu. Sahiden, şimdi ne olacaktı? Sonu nereye gidecekti bütün bu gerçeklerin? Aradaki siyah, kalın perde tamamen kalkmış ve olanların gerçek yüzlerini apaçık görünür yapmıştı. Sırrı saklayanlar, zehri atanlar, sorumlular, suçlular... Her şey ortadaydı. Yoğrulmayı bekleyen bir hamur gibi neyin şeklini alacaklarını bekliyorlardı.

"Canını almayacağız." diyerek sessizliği param parça etti Anna. Bakışlarını kaldırarak titreyen dudaklarını dişlerini sıkarak durdurmayı denedi. "Eğer şu an canını alırsak, sana beklediğin şeyi vermiş oluruz. Hayır, Rahip Willow... Nefes aldığın her günü bu ızdırapla geçireceksin. Cehenneme gideceğin günleri sayıp, cennete gitme umuduyla her gece dua edeceksin. Ve seni asla affetmeyerek, ruhunun huzur bulamadığından emin olacağım."

Rahip Willow o saniye utanmadan ağlamaya başladı. Daha çok ağladı, daha çok hıçkırdı. Sandalyesinden yere çöküp başını kaldırdı ve adeta bunu yapmamasını, canını şimdi almasını, artık yorulduğunu ve bununla yaşamak istemediğini haykırırcasına kıza baktı. Kendi yapamayacak kadar korkuyordu belki de. Kendi yapmak istemiyordu. "Lütfen..." diye inledi son kez.

Ama Anna umursamadı. Arkasını dönerek odanın kapısına yöneldiği saniye, rahibin kurmaya çalıştığı cümleler kızın adımlarını yarıda kesti.

"Anna Brunella!" diye seslendi Rahip Willow. Bakışları birleşmişti. "Bana bahsettiğin öfken... Bu sırlarla ve öfkeyle nereye kadar yaşayacaksın, kimlerin cezasını kendin verip, kimlere acımayacaksın bilmiyorum fakat öfken..." dedikten sonra inlemelerini durdurmaya çalışıp, cümlelerini ağzından çıkarmaya uğraştı. "Öfken birçoğunun sonunu getirecek. Ama bil ki, sen bu öfkeyi taşıdıkça, kendi sonunu da yazmış olacaksın. Ben günahlarımı affettiremem. Fakat sen günahlarına yenisini ekleme..."

Anna kapının eşiğinde dinlemiş, gözlerini bir an olsun ayırmamıştı. Kalbi dahi sızlamamıştı bu cümlelerin karşısında. Sızlaması gerekir miydi, bilmiyordu.

Çenesini yukarı kaldırarak iç çekti. Zarif elleri paltosunun kapşonunu kavradı ve gitmeden hemen önce rahibin acınası bedenine bakıp, söylediği son cümle "Onun için artık çok geç." oldu.

...

Aziz Alexander Kilisesi, yüksek tepesindeki demir haç bile görünmeyecek kadar geride kalmıştı. Akşamın yüz tuttuğu sokaklar boşalıyor, insanlar evlerine dönmek için yavaş yavaş dükkanlarını kapatıyor, el arabalarındaki sebzeleri paketliyor, kasaları kaldırıyor ve normal bir telaşla ilerliyorlardı. Önlerinden, yanlarından ya da arkalarından geçen iki atlı figüre dönüp bakmamışlardı. Ne kiliseden çıktıklarını görmüş, ne de baştan aşağı siyah giyinmiş olmalarını sorgulamış gibi görünüyorlardı. Eğer ikinci kez dönüp baksalardı, belki önden giden atı süren genç kızın hızla inip kalkan göğsüne dikkat edebilirlerdi. Veya kapşonunun altındaki gözlerinin dolduğunu, birkaç damlasının yanaklarını ıslattığını ve yüzüne vuran kar soğuğu sebebiyle tenini dondurduğunu görebilirlerdi. Ama yapmamışlardı işte. Ve böylesi daha iyiydi.

Anna hızla sürdüğü atına nefes alma hakkı bile tanımıyordu adeta. Kendisini arkadan takip eden Mathis'in ne kadar geri kaldığını bilmiyor ve yavaşlaması gerektiğinin farkına varamıyordu. İşlek yollardan uzaklaşıp, orman yoluna saptıklarında dayanamayarak ani bir kararla atını ormanın içine yönlendirdi. Mathis ise bu ani kararın etkisiyle sıkı sıkı tuttuğu kemeri hızla geriye çekmiş, atını durdurmuş ve iç geçirip kızın arkasından ormana girmişti.

"Brunella!" diye seslendi arkasından. Ona yetişmeye çalıştı ve yine bağırdı. "Brunella!"

Anna hiç düşünmeden daldığı ormanın sık ağaçlı bir noktasında atını durdurup ortada öylece bıraktı ve öfkeyle yürümeye başladı. Nihayet atını yavaşlatan Mathis de yetiştiğinde, atından indiği gibi ortada kalan atla birlikte ikisini ağaçların birine bağladı ve peşinden koşmaya başladı. Ne yapıyordu, nereye gidiyordu? Ya fark etmeden bir taşa çarpıp düşseydi? Ya kara batıp Mathis yetişemeden bir yerini kırsaydı...

"Brunella?" Ağzından çıkan buhara veya el değmemiş yüksek karın içinde ayaklarının donmasına aldırmadan, adımları yavaşlayan Anna'nın birkaç metre uzağında durdu. Dudaklarını aralayıp sorması gereken soruları çıkarmak istedi ama bir nedenden ötürü yapamadı. Sadece soluklanmaya çalışırken, etrafına öfkeden delirmiş gibi bakan Anna'yı izledi.

"Hepsi biliyordu..." dedi Anna. "Hepsi her şeyi biliyordu. Rahip, Maria, Charles, Francis, Margaret... Hepsi!"

"Sakinleşmen gerek-"

"Daha kaç kişiyi bulmam gerekiyor?" Anna hızla arkasına dönüp Mathis'e baktı. "Kaç kişinin peşinden gidip, kaç kişinin sırlarını duymalıyım?"

"Hiçbirinin." dedi Mathis ve birkaç adımla ona yaklaştı. Ancak Anna yüzünü ona döndüğünde fark edebilmişti; yol boyunca ağlamıştı. Yanakları ve burnu soğuktan pembeleşmiş, göz altları şişmiş ve mavi gözlerinin beyaz olması gereken çevresi kıpkırmızı olmuştu. "Bulman gerekenleri buldun. Öğrenmen gerekenlerin hepsini öğrendin, artık aramana gerek yok-"

Anna başını aşağı yukarı sallayıp onayladı bunu. Alt dudağı sertçe gerilirken kaşlarını çattıktan sonra da "Ve hepsinin ölmesini istiyorum." dedi. "Acı çekmelerini istiyorum. Sürünmelerini istiyorum! Yaşattıkları, neden oldukları acıların bin mislini yaşamlarını sağlamadan durmayacağım..." Göğsü inip çıkmaya devam ederken yüzünü geri çevirip önündeki ormanın uçsuz bucaksız derinliğine baktı. Durdu, durdu ve öyle şiddetli bağırıp çığlık atmaya başladı ki, arkalarda duran atlar bile korkup şahlandı.

Mathis yüzünde acı dolu bir ifadeyle izledi hepsini. Kızın bağırmasını, hıçkırmasını, içinde tuttuğu her şeyi salıp rahatlamasını sadece birkaç adım gerisinden izledi. Onu hiç böyle gördüğünü sanmıyordu. Ya sessizce ağladığına şahit olmuştu, ya da gözlerinde biriken öfkeyi kelimeleriyle anlatmaya çalışmasına. Ama hayır, böylesine değil. Başını eğdi ve çenesini sıkıp bekledi. Anna'nın sesi kısılıp, titreyen bedeni karın üstünde durmak için çabalarken, Mathis öne atılıp tuttu onu. Ve Anna nihayet rahatlayarak gergin omuzlarını indirdi.

"Öfkeli olmakta haklısın." diye fısıldadı Anna'nın kulağına. Zayıflamış bedenini kendine dayadı ve devam etti. "Öfkeni hafife alma, sakın hafife alma."

Anna bir fısıltı gibi inledi acıdan. "Çok yorucu."

"Baş edebilecek kadar güçlüsün..."

"Değilim-"

"Güçlüsün Brunella. Bana bak," diyerek Anna'nın yüzünü kendi yüzüne çevirdi. "Güçlü olduğunu biliyorum çünkü ben de aynı acıyı yaşadım." dedikten sonra kararlı gözlerle baktı. "Ben de benim için önemli olanları kaybettim. Gözümün önünde."

"...Nasıl dayandın?" diye sordu. Hıçkırıkları azalıyor ve kısılmış sesi normal haline dönüyordu. "Nasıl devam ettin?"

"Kendime inandım. Hayatta kalacağıma inandım." deyip ciddi ifadesini bozmadan içtenlikle devam etti. "Sen de inanmalısın Brunella. Kendinden başka kimseye ihtiyacın yok."

Bu konuşmanın sonrasında uzunca bir süre ikisi de ormandan çıkmak için kıpırdamadı. Anna sakinleşse de gözlerindeki hırçınlık sönmüyordu. Mathis ise gördüğü, duyduğu ve söylediği şeylerden utanmadan, çekinmeden, korkmadan yanında dikiliyordu onun. Sadece önlerindeki, gövdeleri ve dalları beyazlaşmış sık ağaçları izlediler. Soğuk kemiklerine işliyor gibi görünseler de, içlerini soğutan şey kar değildi. Yaşadıkları olabilirdi. Çocukluklarından beri yaşamak zorunda kaldıkları şeyler olabilirdi belki. Canlarını acıtan, kuruyan, kabuk bağlayan ama gitmeyen yaraları veya dillendirmedikleri, büyüklü küçüklü acı verici anları olabilir düşüncesi muhtemeldi. Anna'nın nefretle büyüdüğü, Mathis'in ölümle yüzleştiği hayatları göründüğünden daha çok şekil vermişti ruhlarına. Hâlâ da vermeye devam ediyordu.

"Sevdiklerini gözünün önünde kaybettiğini söylediğinde," diyerek sessizliği bozdu genç kız. Burnunu çekti ve yanında duran adama çevirdi başını. "Ne demek istedin?"

"Duymak isteyeceğin bir hikaye değil Brunella."

"Duymak isterim. Ama eğer anlatmak istemediğin bir hikaye ise..."

Mathis iç çekip gözlerini kıstı. Daha önce kimseye anlatamadığı şeylerini şimdi ona anlatmaya hazır mıydı, emin değildi. Fakat denemeye karar vermesine neden olan şey, yüzünü ona çevirdiği saniye kalbine işleyen sıcaklıktı. "Ailemi kaybettim." dedi, yutkunup. "Bunu zaten biliyorsun gerçi ama... Bilmediğin şey nasıl olduğu." dedikten sonra ise başını büktü. "Savaş başladığında küçük bir çocuktum, bazı şeyleri hatırlamıyorum. Tek hatırladığım annemle babamın nasıl korktuğuydu. Eğer savaş evimizin olduğu köye de gelirse, ablamla beni nasıl saklayacaklarından korkuyorlardı... Babamın köyün papazı olduğunu hatırlıyorum. Yakın köylerden gelenleri İngiliz askerlerden saklamak için kilisenin bodrumuna aldığını da. Ama bütün detayları değil."

Anna inanamayarak gözlerini açtı iyice. "Baban din adamı mıydı?"

Mathis de güldü kızın ifadesine. "İnsan inanamıyor, değil mi?"

"Demek istediğim, kötü bir anlamda değil ama..."

"Sorun değil." diyerek omuz silkti. "Hiçbir zaman inançlı biri olmadım zaten. Tanrı'ya ihtiyacım yoktu. Sonuçta babamı bile Tanrı kurtaramadıysa, ben neden ondan medet umayım ki." Bir süre hiçbir şey demedi bunun ardından. Sadece yere ve kara baktı. "İngilizler köye geldiğinde babamdan, sakladıkları kişileri vermesini istediler. Babam da vermeyince, hepsini öldürdüler. Ablam askerlerin gelmesiyle kötü bir şey olacağını fark ettiğinden beni çıkarmış oradan. Görmemem için gözlerimi kapatmış ama ben yine de gördüm. Duydum. Hissettim. Bıçağın deriye saplanıp, kestiği anın sesini duymak ve kesilen derinin annenle babana ait olduğunu bilmek tarif edebileceğim bir şey değil."

Anna iç burukluğuyla yüzünü ekşitti. Keşke hiç anlatmasını istemeseydi ondan. Yaşadığı o iğrenç anları yeniden hatırlamasına neden olmasaydı.

Mathis sanki bunu hissetmiş gibi rahat bir ifadeyle gülümsedi. "Uzun zaman önceydi Brunella."

"Yine de konuyu açmamam gerekirdi."

"Belki de açman gerekiyordu. Bunları kimseyle paylaşmamıştım."

"Gerisini de paylaşmak istediğine emin misin peki?"

"Gerisinde fazla bir şey olmadı. Ablam beni oradan götürdü. Günlerce askerlere görünmeden yürüdük. Sonra han gibi bir yere geldik. Neden geldiğimizi bilmesem de ablam beni bir arabaya bindirdi ve güçlü olmamı söyledi." dedikten sonra sesli bir şekilde nefes aldı. "Meğerse beni saraya satmış. Bunu ancak saraya vardığımda fark ettim. Savaşta yetim kalan çocukları alıp, türlü işlere atıyorlardı. Bazıları cepheye gönderiliyor, bazıları mutfağa, bazıları asillerin yanına... Beni kraliçenin emrine verdiler. Kraliyete hizmet etmem için eğitmeye başladılar. Gerisi de malum. Savaş bitti, kral öldü, prens tahta çıktı ve böylece Kraliçe Joan'ın hizmetine girdim. Hikayenin sonu."

"Ablana ne oldu?"

"Onu son görüşüm, beni saraya sattığı gündü. Büyüdüğümde peşine düştüm ama tek öğrenebildiğim şey beni sattıktan birkaç hafta sonra ölmüş olduğuydu. Belki açlıktan öldü, belki soğuktan, belki hastalıktan. Belki de öldürüldü, bilmiyorum."

Anna'nın yüzü hüzünle düşmüştü. Mathis'in hayatı ve yaşadıkları ile ilgili hiçbir şey bilmediğini tam da o an anlamış ve derin bir pişmanlık hissetmişti. "Senin acıların böyle iken, benim acılarım hakkında ağlamam..."

"Öyle düşünme."

"Yaşadıklarını hayal dahi edemiyorum."

"Brunella, acı acıdır." dedi. "Ölüm ölümdür. Bunun azı ya da fazlası yok. Önemli olan sevdiklerimizi nasıl kaybettiğimiz değil, onları kaybetmiş olmamız. Ve sen de, ben de bunu deneyimledik." diyerek beklenmedik bir hareketle elini tuttu. İlk başta Anna'nın elini tutmak adama tuhaf hissettirmiş olsa da, şu an istediği tek şey onun acısını biraz da olsa azaltmak veya en azından bedenini ele geçiren duygu karmaşasını ortadan kaldırmaktı. "Acının ve öfkenin normal olduğunu bilmelisin. Birini kaybetmenin acısı ölmelerinden kaynaklanmaz, onları bir daha göremeyecek olmamızdan ve bunu bildiğimizden kaynaklanır. Yaşanamamış onca anıyı düşünüp, ölmeselerdi nasıl olurdu düşüncesi can acıtır, ölümün kendisi değil. Ben bunu çocukken deneyimledim ve zaman zaman hâlâ canımı acıtıyor. Sen ise birkaç yıl önce. Acın taze ve öfkeli olmakta haklısın."

"Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?" diye sordu Anna, elini tutan eli sıkıca tutarak karşılık verip.

Mathis başını aşağı yukarı salladı. "Bazen öfkeli olmak iyidir. Sana şekil verir, hayatta kalmanı ve güçlü olmanı sağlar. Tam da bu yüzden kendinden başka kimseye güvenemezsin Brunella. Çünkü herkes bir gün gider. İsteyerek veya değil, onlar gittiğinde kendine yetebilmeyi öğrenmelisin." diyerek elini onun elinden çekti ve giysilerinin üstüne bulaşmış karları çırptı. "Güneş batmak üzere, yola devam etsek iyi olur." dedi. "Hem atlar da senden, benden daha çok üşümüştür."

Anna bir şey demeden paltosunu düzeltti ve daha önce başından düşmüş kapşonunu geri kaldırdı. Atların bağlandığı ağaca yürürken gözlerini önden giden Mathis'in üstünden ayıramıyordu. Dediklerini düşünüyor, yaşadıklarını tartıyor ve adamı, daha önce hiç görmediği bir noktadan görüyordu. İçini görüyordu artık. Kimseye açmadığı şeyleri ve hakkında konuşmadığı olayları. Oysa daha önce tanıdığını sanmıştı onu. Asabi, suratsız, ciddi ve biraz burnu havada... Ama şimdi güçlü olduğunu fark etmişti. Güçlü, sabırlı ve cesur. Acaba düşüncelerinin değişmesi gerçekten duyduklarından sonra mı olmuştu, yoksa istese daha önce de fark edebilir miydi bunları? Belki edebilirdi, belki edemezdi. Belki etmemesi gerekiyordu, belki de etmesi. Cevabı her ne olursa olsun, kalın katmanların altında yatan Mathis Durand ile tanışmış olduğu için memnundu.

"Mathis?" Atına binmeden önce adama dönüp durdurdu ve içten bir sesle "Teşekkür ederim." dedi.

"Ne için?"

Anna bilmediğini anlatır gibi omuz silkti. "Sadece teşekkür ederim."

Mathis ise gülümsedi. "Atına bin Brunella. Yoksa şurada donup öleceğiz."

...

"Anna, yemeğinle oynama." Simone Brunella masanın başındaki yerinden istifini bozmadan bu cümleyle kızını uyarmış ve fark etmeden de olsa genç kızı içine saplandığı düşünce bataklığından çekip çıkarmıştı.

Anna ise ne mutluydu, ne rahattı, ne de sakindi. Güneş battığı vakit saraya geri döndüğünde Natalie ona öğleden sonra abisinin sekreterinin odaya geldiğini ve ailesinin akşam yemeği için kızı eve çağırdığını söylemişti. "Daha sonra güneş batarken de abiniz ve babanız saraydan ayrıldıklarının ve sizi de beklediklerinin haberini yolladılar. At sürmeye çıktığınızı ve kumaş bakmaktan geldiğinizde haberi size iletmeyi unuttuğumu söyledim." diye de eklemişti. Hemen ardından da Anna'nın eline evden gelen üç haber mektubunu vermişti. Sanki günü yeterince gergin değilmiş gibi, bir de bu sık boğaz edildiği aile yemeğine katılma fikri Anna'yı sinirlendiriyordu. Gelmeyi istemediği apaçık ortadaydı. Ama eğer iki ulak, üç mektuba rağmen yine de gelmemiş olsaydı, emindi ki ilerideki günlerde annesinin dilinden kurtulamayacak veya yine babasının pirpiriklenmesine neden olacaktı.

Sonuç olarak gelmişti işte. Masaya oturmuş ve sessizce kendi içine gömülmüştü. Fakat görünen o ki, gelmiş olmak bile yeterli değildi bu aile için. "Aç değilim." diyerek kulak arkası etmeye çalıştı annesinin sözünü.

"Tuhaf." dedi Simone, bakışlarını tabağından ayırmadan. "Bütün günü kumaş bakmakla ve at sürmekle geçirmene rağmen aç olmamana şaşırdım."

Annesinin bu iğneleyici yorumuna cevap vermemeyi seçti. Uğraşacak gücü olduğunu bile sanmıyordu. Onun yerine çatalını kenara bırakıp, kucağındaki mendili ile dudaklarını zarifçe sildi. "İzin verirseniz kar şiddetlenmeden saraya geçmek istiyorum."

Normalde bu tür şeyleri sorun ediyor gibi görünmeyen Simone'da bu akşam bambaşka bir tavır vardı. Gözlerini kaldırıp kızına baktı ve hiç de nazik olmayan bir sesle "Geceyi burada geçir." dedi. "Seveceğini düşündüğüm bir şişe elma şarabı sipariş etmiştim. Yemekten sonra ailecek salona geçip deneyelim."

"Neden?"

"Neden olmasın?"

Anna dayanamayarak sinirden güldü. Sakin kalmayı denemişti, inkar edemezdi. Ama böyle baskıcı tavırlardan bıkıp usandığını söylemek de yalan olmazdı. "Sabrın takdirde şayan." dedi annesine dönüp. "Gerçekten ailecek iyi vakit geçirebileceğimizi mi sanıyorsun?"

Kızının aksine Simone gerçekten sakin kalmaya çalışıyordu. "Bence bu bizim elimizde." diyerek derince bir nefes çekti içine. "Aile olmamıza rağmen ne yüzümüzü doğru düzgün görebiliyoruz, ne de kavga etmeden bir gün geçirebiliyoruz. Denemezsek iyi vakit geçiremeyiz."

"Peki bu yemekte ne olmasını bekliyorsun?" diye sordu Anna. "Ya da yemekten sonra şarap tatmak için salona geçtiğimizde?"

Masadaki diğer gözler ikisinin üstündeydi. Ve pek de memnun oldukları söylenemezdi.

"Sohbet etmemizi." diyerek cevap verdi kadın. "Gülmemizi. Günlerimiz hakkında konuşmamızı."

O an Anna'nın kafasındaki sinsi, sinirli ses bütün gücüyle fısıldadı. Ben günlerimi ablamın katillerini araştırarak geçiriyorum dedi. Siz boş boş dolanmaktan başka ne yapıyorsunuz? diye de sormak istedi ama ellerini sıkarak yuttu hepsini. "Sabah erken kalkmak istiyorum. Üzgünüm ama gerçekten saraya geçip uyumam gerek."

"Anna." Simone durdurdu kalkmak üzere olan kızını. Anlaşılan sabrı taşmak üzereydi. "Lütfen otur ve yemeğini ye-"

"Neden bu yemeğe bu kadar takıntılısın?!"

"Ses tonuna dikkat et." Simone'un son derece soğuk çıkan kelimeleri sadece Anna'nın çok da düzgün olmayan sinirlerini bozmaya yaramıştı. "Aile olarak normal bir akşam geçirmemizi isteyerek fazla bir şey rica ettiğimi sanmıyorum."

"Gerçekten buna aile mi diyorsun?"

"Ne demeye çalışıyorsan hiç sırası değil-"

"Bizim normal bir aile olmadığımızı biliyorsun." diyerek annesinin lafını kesti. "Öyleymiş gibi davranıyoruz ama bize bak! Çocuklarının hayatlarına sanki yıllarca dahil olmuş gibi, şimdi de dahil olmaya devam ettiğini sanan bir anne, her şey için kendini suçlayıp ağlayan ama bir türlü sorumluluk alacak kadar cesur olmayan bir baba. Gülmeyen, konuşmayan, hiçbir duygu göstermeyen bir abi ve onun şeytanın ta kendisi olan, yalancı, kontrolcü karısı!" Mavi gözlerini her an dışarı fırlayacakmış gibi kocaman açmıştı bunları derken. "Hepimiz olmadığımız biri gibi davranıyoruz, hepimiz rol yapıyoruz-ben de dahil! Ve bundan o kadar sıkıldım ki! En çok da hepinizin bunu inkar etmesinden sıkıldım. Şu masanın etrafına geçip sohbet edebileceğimizi sanmanızdan bıktım!" Herkese tek tek bakıp gözlerini yeniden annesine sabitlemişti. "Olmasını istediğin bu muydu, etmemizi istediğin sohbet bu mu?"

Simone dişlerini sıkarken hiçbir yorum yapmadı. Öte yandan Leo ise tam karşısında oturan kız kardeşine kaşlarını çatarak bakıyordu. "Nedensizce olay yaratan sensin." dedi. "Belki de hiç geri dönmesen daha iyi olurdu."

Anna beklenmedik bir öfkeyle elindeki mendili masaya fırlattı ve ellerini göğsünde birleştirdi. "Ah, demek şimdi konuşmaya karar verdin."

"Memnun değilsen Fransa'ya ve o çok övdüğün hayata geri dön-"

"Leo, Anna!"

Anna bağıran annesini umursamıyordu. "Hayır hayır, konuşmaya devam et. Ağzından laf almanın tek yolu bu olsa gerek, öbür türlü yüzüme dahi bakmıyorsun!"

"Seninle neyi konuşmamı bekliyorsun ki?" diye karşılık verdi Leo, çatalını ve bıçağını sertçe masaya koyarken. "Seninle konuşacak ne kaldı aramızda?"

"Bana neden öfkeli olduğunu bile bilmiyorum!"

"Çünkü çekip gittin Anna!" Leo yıllardan beri ilk defa bu kadar yüksek bir sesle bağırmıştı. "Defolup gittin-gerçekten geri dönüp bize olduğumuz ya da olmadığımız kişiler için bağırabileceğini mi sanıyorsun?!"

Simone bütün çabasıyla araya girdi. "Bu kadar yeterli, ikiniz de kalkın!" Fakat onu ne kızı, ne de oğlu duydu.

"Onca yıldan sonra bana olan öfken sevginden daha ağır basıyorsa bana değil kendine kızmalısın!" diyerek arkasına yaslandı Anna.

"Kızıyorum! Ama böyle hissetmeme neden olduğun için sana daha çok kızıyorum!"

"Gittiysem ne olmuş, büyü artık Leo-"

"Büyümekten bahseden sen misin?" Leonardo hızla kalkıp sandalyesinin gürültülü bir şekilde yere devrilmesine ve masadaki herkesin irkilmesine sebep oldu. "Neler yaşadığımı biliyor musun? Sen yokken neler çektiğimi, gittiğin gece Aceline'ın cesedini o odada bırakıp yine de senin peşinden koştuğumu, her gün şu evin kapısına çöküp senden mektup beklediğimi, uyumadan geçirdiğim her gece sana mektup yazdığımı biliyor musun?!" dedikten sonra eliyle kendini gösterdi. "Büyümek zorunda kalan benim!" dedi. "Daima çocuk gibi davranan ise sensin!"

Anna nefretle başını iki yana salladı. "Gittiğim için beni suçlayacak kadar bencil olduğuna inanamıyorum."

"Bencillik, aylarca yüzüne bakmadığın ablanın ölümü için babanı suçlamaktır Anna!" diye bağırdı. "Ablanın cenazesine bile katılmamaktır! Abin evlendiğinde ya da çocuk sahibi olduğunda mektup yazmamak, baban acısından ölmek üzere yatağa düştüğünde gelmemektir! Bencil olan sensin-hep sendin! Baş edemeyeceğin bir sorun olduğunda korkup giden sendin, ben değil! Kalıp savaşmaktansa kaçmayı tercih ettin ve senin yüzünden tek başıma savaşmak zorunda kaldım!"

"Kendi zayıflığın için beni suçlamaktan vazgeç!" Anna da en az onun kadar yüksek bir sesle gürledi. "Korktuğum için gitmedim, kalsaydım delirecek olduğumu bildiğim için gittim. Herkesin hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam etmesini, bizden nefret edenlerin yüzümüze bakıp acımızla alay etmesini izlemek istemediğim için gittim! Ve eğer sen aynısını yapacak kadar cesur değilsen bu senin sorunun."

"Benim de kaçmak istemediğimi mi düşünüyordun? Bunca zaman elimde olsa arkamı dönüp gitmek istemediğimi, kalmayı istediğim için kaldığımı mı sanıyordun?!"

"Seni ne durdurdu o zaman-"

"Mecburdum!" Leo titreyen sesine, yanan boğazına veya sızlayan ciğerlerine aldırmadan devam etti. "Bu lanet yerde kalmak zorundaydım! Babama bakmak, ismimizi korumak, sarayda çalışmak; seçme şansım olsa asla seçmeyeceğim bir hayatı devam ettirmek zorundaydım! Babam saraya bile gidemiyordu, yürüyemiyordu, yemek yiyemiyordu... Siz yas tutasınız diye ben yas tutamadım!"

"Ben gittiğim için değil, sen gidemediğin için öfkelisin Leo! Bunun benimle hiçbir ilgisi yok."

"Sen benim tek dostumdun!" dedi sonunda, sanki yıllardır bunu haykırmak istemiş gibi. "Sana ihtiyacım vardı Anna... Yanımda olmana ihtiyacım vardı-Tanrı biliyor yanımda sen olsan başka kimseye ihtiyacım kalmazdı! Ama sen yoktun!" Göğsü hızla inip kalkarken sesi de şiddetini kaybetti. Derin derin nefes aldı ve hayal kırıklığıyla başını salladı. "Sen yoktun. Beni bıraktın. Gittin." dedikten sonra ellerini sıktı. "Şimdi de geri dönüp her şeyin eskisi gibi olmasını bekleyemezsin. Rol yaptığımız için bize kızamazsın. Yüzüne dahi bakamadığım için beni suçlayamazsın... Çünkü ben hayatım boyunca seni daima ilk sıraya koyup, senin için Aceline'ın ölümünün acısını bile yutarken; sen yüzüme bakıp bana veda etmeden gittin." Son kez masaya eğilip, yüzü sinirden kıpkırmızı olmuş kardeşine bakarken; karşısında kendi kanından biri değil de, nefret ettiği tek kişi varmış gibi tiksintiyle kaşlarını çattı. "Hayatımda gördüğüm en bencil insan sensin."

Ve başka bir şey söylemeden ayrıldı salondan. Arkasında öyle çok şey bırakmıştı ki; kimseden ses çıkmıyordu. Eric ve Stephanie savaş alanının ortasında kalmış gibi sessizce yere bakarken, Anna bir süre oturduğu yerde bekledikten sonra hızla ayağa kalkmaya yeltendi. Ama Simone sertçe durdurdu onu. "Derhal otur oraya. Seninle işim bitmedi." dedi kızına. Ardından gelinine dönüp ayağa kalktı. "Steph, yukarı çık ve çocuklar bu saçmalığın herhangi birini duymuş mu diye kontrol et. Ben de Leo'ya bakacağım. Sen ise," deyip yeniden kızına döndü. "Otur ve beni bekle."

Stephanie doğruca fırlayarak kendini o ortamdan kurtardı. Simone daha önce hiç olmadığı kadar öfkeli bir şekilde salondan çıktı. Eric ve Anna ise tek başlarına masada kaldılar.

Şimdi ne olacaktı? Bu tartışma nelere sebep olacaktı ya da olmuştu, bilmiyordu yaşlı adam. Yanında ses çıkarmadan oturan fakat her an patlayacak bir fırtına gibi görünen Anna'ya bakarken, Eric'in yüzünde gezinen tarifsiz bir acı vardı. Çocuklarının böyle kavga ettiğini hiç görmemişti. Özellikle Leo ve Anna... Çekilse bile ayrılmayan etle tırnak gibiydiler. Nasıl olmuştu bu, nasıl koparılmışlardı birbirlerinden? Cevabı biliyor olmak üzüyordu onu. Cevabın ta kendisi olmak ise daha çok paramparça ediyordu ruhunu.

"Sen neyi bekliyorsun?" diye sordu Anna, kendisini izleyen babasının suratına bakmadan. "Sen de bağırıp çağırsana. Yıllarca içinde tuttuğun her şeyi üstüme kus. Söyleyecek sözlerinin olduğunu biliyorum." der demez de başını sertçe kaldırıp babasına döndü. "Tıpkı Leo gibi senin de bana kızgın olduğunu biliyorum."

"Sana kızgın değilim." dedi Eric, ince bir fısıltıyla.

"Elbette, kendine kızgınsın, her zamanki gibi." diyerek başını çevirdi. "Her zaman kendine kızgınsın zaten... Daima kurban gibi davranıp kendine acıyorsun. Yaptığın başka hiçbir şey yok."

Eric başını büküp yutkundu. Kızının şu an canının acıdığını biliyordu, adı gibi emin olacak kadar iyi tanıyordu onu. Her şeyde olduğu gibi, bunda da Anna'nın bu özelliğini kendinden aldığının maalesef farkındaydı. "Gittiğinde sana kızmadım. Kızamadım." dedi, başını kaldırmadan. "Çünkü ben de senin gibiydim... Senin daima bana fazla benzediğini biliyordum Anna. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu hâlâ kestiremediğim zamanlar oluyor fakat gerçekten emin olduğum an, gittiğini öğrendiğim andı." diyerek gözlerini yumdu. "Tıpkı senin gittiğin gibi, ben de zamanında her şeyi bırakıp gitmiştim."

Anna duymayı beklemediği şeyler yüzünden başını yavaşça babasına çevirmişti. Yan gözle izliyor, kaşlarını çatık tutuyor ama yine de devamını bekler gibi bakıyordu. "Ne zaman gitmiştin?"

"Gençken." deyip gözlerini açtı ve iç çekti. "On yedi yaşındayken."

"Neden?"

"Çünkü babam da benim gibi biriydi. Benim için bütün hayatımı planlamış ve önüme sermişti. İsteyip istemediğimi sormadan üstelik, kısacası benim size hayatlarınız boyunca yaptığım gibi." Yine yutkundu ama daha sert bir şekilde. Pişmanlığı ve kederini yutmaya çalışıyordu belki. Ya da geç kalınmış onca şeyi... "Ona bu hayatı istemediğimi söylediğimde, bana tokat attı. Dışarıda beni bekleyen hiçbir şey olmadığını söyledi. Dönüp yine onun yanına geleceğimi, pişman olacağımı ve benim için hazırladığı hayatı yaşayacağımı." Gözleri nihayet kızınınkiler ile buluşmuştu. "Ona aksini kanıtlayacağımı söyledim ben de. Yanıldığını, onun hayatını değil; kendi hayatımı yaşamak istediğimi. O da bana eğer böyle düşünüyorsam gitmemi ve dönmememi söyledi. Zayıf bir oğlum olacağına, hiç olmasın dedi. Ben de gittim."

Anna'nın çatık kaşları gevşemiş ama inadı yakasını bırakmamıştı. Bedeni hâlâ gergindi. Dudakları ve çenesi de öyle. Babasının bunu neden şimdi anlattığını bilmiyordu ama bir yanı devamını da dinlemek istiyordu. "Öylece gittin mi?" diye sordu, inanmamış gibi. Gittiyse neden geri dönmüştü, veya nasıl o hayatın aynısına sahip olmuştu ki?

"Öylece gittim." dedi Eric. "Dünyayı gezdim. Yeni çağı tatmak, yeni dünyayı görmek istedim. Yeni insanlar, yeni yerler, yeni bir yaşam biçimi... Hayatımı geçirmek istediğim bir yer arıyordum. Kendim olmak, hayatın zorluklarıyla kendim baş etmek, gücümü babama kanıtlamak için. Ve İngiltere'ye geldim." dedikten sonra istemsizce gülümsedi. "Annenle tanıştım. Nasıl biri olmak istediğimi bana annen öğretti. Hak ettiği biri olmak istediğime karar verdim. Babama hiçbir şeyi kanıtlamak zorunda olmadığımı, zaten güçlü olduğumu, beni ne olursa olsun seveceğini söyledi. Ev arayışındaydım ama, evim meğerse annenmiş. Aramama gerek yokmuş, evim zaten onu bulmamı bekliyormuş. Bunları öğrendim." Önündeki kadehten bir yudum alırken, tebessümü de yavaşça terk etti yüzünü. "Ne olursa olsun bir daha asla babamın yanına dönmeyeceğimi söyledim kendime. O hayatı seçmeyeceğimi, daha iyisini bulduğumu.... Babam gibi olmayacaktım. Onun gibi çocuklarımı istemedikleri yaşamlara zorlamayacak, sevgimi hissettirecek, yüzlerini güldürecektim. Belli ki onda da yanıldım."

"Fransa'ya neden geri döndün o halde? Büyükbabam gibi olmamak için bu kadar kararlıysan neden geri dönüp onun istediği hayatı seçtin?"

"Seçmedim." dedi Eric. "O zamanlar seçmediğimi sanıyordum daha doğrusu. Babamın vefat haberi geldiğinde, eğer geri dönmezsem aile varlığımızın hepsinin saraya verileceği söylendi. Geri dönmek zorunda kaldığımı düşündüm. Ama şimdi dönüp bakıyorum da, aslında zorunda değildim. Annenle yaşadığımız ve geçinmeye çalıştığımız o küçük evde, az para kazandığım o küçük işte kalabilirdim. Belki çiftlik satın alır ve geçinip giderdik. Ya da ticaret ile uğraşırdım. Ama yine de o hayata dönmezdim. Belki bir yanım geri dönmek istedi. Görkemli bir hayat ve güçlü bir meslek istedim. İçimde olduğunu bildiğim azmin, zekanın, potansiyelin küçük bir çiftlik evinde, önemsiz bir işte harcanmasını istememiş olabilirim. Tabii o zamanlar bunu kabul etmeyecek kadar gururluydum. İnatçıydım. İstemeyerek babamın yerini aldığımı hatırlattım kendime. Onun gibi olmadığımı söyledim. Fakat ondan da beteri oldum."

Anna'nın yüzü artık tamamen babasına dönmüştü. Aklı karışmış gibi bakıyor ve bu hikayeden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. "Bana bunları neden anlattın?"

"Çünkü her şeyi bırakıp gittiğim zaman bunun, babamı son kez göreceğim an olduğunu bilmiyordum." derken omuzları düştü. "Sen gittiğinde, babamın benim gidişimle hissetmiş olabileceği acıyı hissettim. Böyle bir duygu olduğunu bilmiyordum. Ve kendime şunu sormadığım tek bir an bile geçmedi; acaba o gece de mi benim seni göreceğim son an olacaktı? Acaba yıllar sonra benim ölüm haberimi mi alacaktın? Senden asla özür dileyemeyecek miydim, yüzüne bakıp üzgünüm diyemeyecek miydim? Babamın demesini çok istedim. En azından özrü hak ettiğimi düşünüyordum. Daha iyi bir ilişkimiz olmadığı için pişmanlık duyduğunu söylemesini, ne olmuş olursa olsun beni yine de sevdiğini ve hataları için; iyi bir baba olmayı başaramadığı için özür dilemesini..." dedikten sonra kızının masada duran elini tuttu. "Aynısı bizim için olsun istemedim Anna. Devamlı özür dilediğimi ama hiçbir şeyi değiştirmediğimi biliyorum. Ama denediğimi de bilmeni istiyorum. Hayatımı babam gibi sonlandırmak istemediğimi; yalnız ve öfkeli ölmek, onun gibi olmaya devam etmek istemediğimi bilmelisin. En çok da seni ve kardeşlerini sevdiğimi bilmelisin. Bu güne kadar bunu gösterememiş olsam dahi, sizi hiçbir güce veya hiçbir unvana değişmem."

Şüphesiz Anna, bu konuşmanın böyle sonlanacağını beklemiyordu. Hayatında babasından duyduğu en içten, hatta tek içten özür bu olabilirdi. Diğerlerine benzemiyordu. Boşlukları doldurmak için söylenmiş, yapmacık ve ezber sözler değildi. Haliyle de nasıl tepki vermesi gerektiği hakkında tek bir fikri yoktu. Gözünden gelişigüzel akan iki damla yaşı çabucak sildi ve inmek için ısrarcı davranan kaşlarını sert tutmaya çalıştı. Tam ağzını açıp aklına gelen ilk birkaç kelimeyi söyleyecekti ki, annesinin salona girmesiyle vazgeçti bunu yapmaktan.

Elini babasının elinin altından çekti ve ayağa kalktı. Her şeyin üstüne bir de annesinden azar işitmeye ihtiyacı yoktu. "Ben odama geçiyorum." derken inatla havada tuttuğu başını döndürüp annesine bakmadı bile. Sadece burnunu çekip, ıslanmış yanaklarını kuruladı ve merdivenlerin ilk basamağında ortadan kayboldu.

Simone ise yan gözlerle izlemişti kızının gidişini. Bütün sesler kesilince büyük bir yorgunlukla oğlunun devrilmiş sandalyesini kaldırdı ve üstüne oturup kocasına baktı. "Çocuk gibi davranıyorlar." dedi, kendi kendine. "Küçükken de masada kavga ederlerdi. Ve Anna sinirlenip Leo'ya yemek atana kadar da sonlanmazdı."

Eric hafifçe gülümsedi o anıları hatırlayınca. "Leo nasıl?"

"Sakinleşti. Anna nasıldı?"

"Sanırım o da sakinleşti."

Memnun olmuş gibi başını salladı kadın. "Sakinleşmeselerdi iyice tepem atacaktı."

Eric ise sessiz kalmayı tercih etti. En azından bir süreliğine. "Simone?"

"Lütfen yine özür dileme Eric."

"Sana yalan söyledim."

Simone soru soran gözlerle kaşlarını kaldırdı. "Ne zaman?"

"Fransa'dan gideceğimiz zaman." dedi. "Kraldan görev haberini alıp sana söylediğimde ve çocukları da almaya karar verdiğimde, sana bunun onların geleceği için olduğunu söylemiştim. İngiltere'de daha iyi bir yaşamları olacağını, onlar için almamız gereken bir risk olduğunu... Ama amacım bu değildi."

Simone'un şaşkın bakışları yavaşça kızgın bir ifadeye döndü. Dişlerini sıktı ve derin bir nefes aldı. "Ne içindi peki?"

Eric de kaçırdığı gözlerinin ürkek ürkek karısına çeviriyordu. "Anna'yı Edward ile evlendirmek istiyordum."

"Tanrım, Eric..."

"Onu yanıma alıp, prens ile yakınlaştığımda ve Edward kral olduğunda aralarını yapmaya karar vermiştim. Anna'nın kraliçe olması hem ailemize güç getirecekti, hem de İngiltere ile Fransa'nın dost olmasını sağlayacaktı."

"Delirdin mi sen... Bunu nasıl yaparsın?" diyerek öfkeyle arkasına yaslandı. Sesi kısık ama ifadesi öldürücüydü. Çalışanların herhangi biri duydu mu diye dönüp kapıya baktığında, orada kimsenin olmaması dahi sakinleştirememişti kadını. Bunca yıl saklamış mıydı, bütün amacı gerçekten bu muydu? Peki en çok neye şaşırmıştı; Eric'in böyle bir şeyi planlamış olmasına mı, yoksa kendisinden saklamasına mı? "Aceline ve Leo'yu neden aldın?" diye sordu ellerini sertçe sıkarken. Oysa sormak istediği soru bu değildi. Cevabı da önemli değildi üstelik. Yine de sormuştu. Ve belki de merak ettiği içindi.

"Bilmiyorum." dedi Eric. Pişmanlıkla omuz silkti ve başını utançla eğdi. "Anna'ya arkadaşlık etmelerini istedim. Birlikte olmalarını. Üçü daima yakındı. Zor bir hayatları olacağını ve benim neden olacağım boşluğu birbirleri ile doldurmalarını istedim. Veya korktum, bilmiyorum. Hepsini tek başıma üstlenmekten korktum..." diyerek masanın örtüsüyle oynamaya başladı. "Hayatlarını mahvettim. Hepimizin hayatını mahvettim. Seni onlardan, onları senden ayırdım. Ablalarından, evlerinden, sevgiyle büyüyebilecekleri bir ortamdan ayırıp nefretle dolup taşan, bomboş bir hayata sürükledim. Ailemizi paramparça ettim, fazla azimliydim."

"Ah Eric..."

"Anna'ya planımı söylediğimde kabul etti." derken sesi kısıldı. "Burada, bu masada bir yemek düzenledim ve kralı davet ettim. Ama Anna bana oyun oynayarak kendi gelmek yerine Aceline'ı gönderdi. Böylece Aceline ve Edward tanıştı, aşık oldular. Gerisini de biliyorsun." Bunu karısına daha önce hiç söylememişti. Bu kadar açık ve bu kadar dürüst bir şekilde değil. Olanların kendi suçu olduğunu, hepsinin ama hepsinin, yaşanmış her şeyin kendi suçu olduğunu söylediğinde abartmamış veya kelimelerini süslememişti. Gerçekti. Hepsi, gerçekten de, kendi suçuydu. "En büyük pişmanlığım Aceline ile Edward'ın aşık olmasını sağlamak değil. Veya Aceline'ı kralın aşkını taze tutması için kandırmak, onunla oyun oynamak, cesaretlendirmek... En büyük pişmanlığım, yaptığım şeyin farkına kızımız öldüğü an varmış olmaktı." Başını kaldırıp ağlamaklı gözlerle, sinirden deliye dönmek üzere olan karısına baktı. "O gece öleceğinin farkındaydı, biliyor musun?" diye sordu. "Aceline, o gece öleceğini biliyordu. Anlamıştı. Ama son nefesinde bile beni yanında istemedi. Birkaç adım ötemdeydi, aynı odanın içindeydik ama bir kere bile bana seslenip, beni yanında istemedi. Ondan özür dileyemedim Simone. Son anlarında kızımızın elini tutup öpemedim. Saçlarını okşayıp acısını hafifletemedim ve bunun için kendimi asla affetmeyeceğim."

Simone ne diyeceğini bilmiyordu. Hayır, hiçbir kelime gelmiyordu dudaklarına. Aklında dönüp duran çok şey vardı ama, diyeceği hiçbir şey hissettiklerini ifade edemezdi. Önündeki masayı devirse, sandalyeleri parçalasa, bütün tabakları, bardakları teker teker kırsa yine de göğsünde kabaran öfkeyi sakinleştiremez ve kontrol altına alamazdı. Tıpkı Eric'in ne derse desin, ne kadar ağlarsa ağlasın içindeki pişmanlığı ve ezilmişliği söküp atamayacağı gibi. Hal böyle olunca, geriye kalan tek şey ikisinin de hissettikleri şeylerle bambaşka bir yolla baş etmeleriydi. Kimilerine fazla ağır, kimilerine ise fazla hafif gelen bir yoldu bu. Adına ise kısaca bağışlamak deniyordu. "Aceline kin tutan biri değildi." dedi, derin derin nefes alıp verirken. "Olaylara senin baktığın gibi bakmıyordu. Kin tutmuyor ve öfke beslemiyordu, bunu ikimiz de biliyoruz." dedikten sonra da gözlerini yumdu, bekledi ve geri açtı. "Seni seviyordu."

"Hayır, sevdiğini sanmıyorum..."

"Seviyordu."

"Kim benim gibi bir babayı sevebilir ki?"

"Bana bak," diyerek elini kocasının yanağına koydu ve yüzünü kendine çevirdi. "Seni seviyordu."

Eric'in gözünden çoktan yaşlar akmaya başlamıştı. "Nasıl emin olabiliyorsun?"

"Gittiğiniz günden beri her yıl bana mektup yazdı. Ve mektuplarında daima sizlerden bahsetti. Senden, Anna'dan, Leo'dan... Sizi ne kadar çok sevdiğinden. Hepimizi seviyordu, ailesini canından bile çok seviyordu." diyerek kocasının beyazlamış saçlarını okşadı şefkatle. Kırışık yanaklarındaki yaşları sildi ve kararlılığının ona da damla damla işlemesini umarak kaşlarını çattı. "Devamlı hepimizden, her şey için özür diliyorsun. Ama kendini affetmeden, diğerlerinin affını bekleyemezsin. Ben seni affediyorum Eric. Olan her şey için affediyorum çünkü seni seviyorum. Fakat senin de kendini affetmen gerek." dedi. "Uzun bir süredir geçmişte yaşıyorsun. Kocamı geri istiyorum. İnadıyla, azmiyle, cesaretiyle, neşesiyle, yaşama sevinciyle, kapanmak bilmez çenesiyle... Her şeyiyle geri istiyorum. Bana o Eric'i yeniden ver."

Eric hıçkırıp karısının elini aldı ve kokusunu içine çeke çeke öptü. Nasıl bu kadar şanslıydı, nasıl olmuştu da karısı gibi biri kendi gibi birini seçmişti, sevmişti, kabul etmişti bilmiyordu. Yıllarının onsuz nasıl geçtiğini kesinlikle bilmiyor, geri dönmeseydi ilerideki yılların nasıl geçeceğini tahmin dahi edemiyordu. Acıyla, ızdırapla, hüzünle... "Kendimi nasıl affedeceğimi bilmiyorum Simone." diye inledi, dudaklarının üstündeki eli bir daha öperken. "Geçmişten nasıl çıkacağımı bilmiyorum."

"Ben yanındayım." deyip sandalyesinden kalktı Simone. Kocasına sarıldı ve titreyen bedenini kendine bastırdı. "Her adımda yanında olacağım. Bu acıyı tek başına üstlenmek zorunda değilsin. Birlikte savaşacağız." dedikten sonra da adamın başını kaldırıp yüzünü elleri arasına aldı. "Yarın Aceline'ın mezarına git. Son kez af dile. Konuş onunla. Seni dinleyeceğini, duyacağını biliyorsun. Ve kendini affet. Bırak artık geçmiş geçmişte kalsın."

"Peki beni affettiğini nereden bileceğim?"

"Hissedeceksin. Aceline sana bunu hissettirecek. O mutlaka bir yolunu bulur."

Eric başını sallayarak yüzünü karısının göğsüne gömdü ve beline sıkıca sarıldı. Huzur buydu. Aşk, sevgi, güven buydu. Haklı olmasını öyle içtenlikle umuyordu ki, eğer Simone olmasa kesinlikle bu büyük adımı atacak cesareti bulamazdı. "Seni seviyorum." diye fısıldadı hiç kıpırdamadan.

Simone gülümsedi ve kocasının başına şefkatli bir öpücük kondurdu. "Seni seviyorum." dedi. O iki kelimenin kuvveti ikisinin de ruhunu sarıp sarmalıyordu. Her zorluğu aşıyor, her mesafeyi kapatıyor ve her gürültüyü bastırıyordu. "Seni seviyorum Eric Brunella. Her zaman da seveceğim."

...

Eric ve Simone Brunella'nın, kimsenin duymadığını sandıkları konuşmanın hepsini aslında duyan biri vardı. Stephanie belini aralıklı kapının tam yanındaki duvara yaslamış bir halde konuşulan her kelimeyi dinlemiş ve ifadesizce durup, hiçbir şekilde kıpırdamamıştı. Öyle çok şey olmuştu ki bu akşam, hangisine odaklanması gerektiğine karar veremiyordu. Anna'nın günlerdir kayıp bir kadının kayboluşunda parmağı olmasına mı odaklanmalıydı, Leo'nun yıllardır sevmediği bir hayata hapsolduğunu kabul etmesine mi, Eric'in geçmişte yaptığı acımasız planlarına mı, yoksa Simone'un hepsini öğrenip yine de ses çıkarmamasına mı... Dahil olmak adına kendini parçaladığı bu aile, tıpkı Leo'nun eğlence gecesi dediği gibi göründüğünden çok farklı bir aileydi. Sırlar, yalanlar, oyunlar ve daha nicesi gerçekten de ailenin köklerinin en derinlerine saplanmıştı. Bunlardan haberi yoktu. Hiçbirini tahmin etmemişti. Sonuç olarak ise aniden öğrenilen gerçeklerle nasıl baş edeceğini kestiremiyordu.

Belini duvardan kaldırıp sessiz adımlarla yukarı çıkmaya başladı. Brunella ailesinin ismi altında yatanlar, şüphesiz kimsenin görmek istemeyeceği şeylerdi. Simone'un ilk geldiği zamanlarda kurduğu cümleler yavaş yavaş anlam kazanmaya başlamıştı kadının zihninde. Şu da ayrı bir gerçekti ki, bir Brunella olmak; bütün bu saklı kalmış ve bastırılmış şeyleri, yaydığı duygular ne olursa olsun, büyük bir cesaretle kabullenmek demekti. Bir anne ve çocuklarının yıllarını ayrı geçirmesinin, bir babanın devamlı çocuklarının üstünden güç oyunları oynamasının, iki kardeşin birbirine olan öfkelerinin, kırgınlıklarının, yaşanmış acıların farkında olmak ama dışarıdan kimseye göstermemek, iradeyle yola devam etmek, aileyi korumak, kollamak...

İçinde büyüdüğü ailenin böyle bir aile olmadığını o an fark etmişti. Sırların olmadığı, oyunların oynanmadığı, büyük kırgınlıkların yaşanmadığı, kimsenin rol yapmak zorunda kalmadığı bir aileden geliyordu. Sıkıcı bile denebilirdi. Evlenip bir parçası olduğu bu aile ise, en az bir kraliyet ailesi kadar doluydu. Her yönden dolu olup, yavaşça taşmaya başlıyordu. Maskeler yavaşça iniyor, söylenen sözcükler arkalarında pişmanlık bırakıyor, atılan adımların sonuçları kendini gösteriyordu. Peki Stephanie bu kırık aile tablosunda neredeydi? Tam olarak nerede duruyordu, hatta içinde bile olmayabilirdi. Asıl soru, içinde olmak isteyip istemediğiydi. Ve cevap ise, birazdan yapacağı şeyle belli olacaktı.

Anna'nın yatak odasının önünde durup hafifçe kapıyı tıklattı. Komut alamamış olsa da kapıyı açtı ve içeri girip geri kapattı. Anna arkası kapıya dönük bir vaziyette pencerenin dibine dayanmış ve şöminesi soğuk havayla boğuşurken, kendi o soğuk havayı ciğerlerine çekmek istemişti. Gelene bakmak için yüzünü döndüğünde gözlerinin aldığı hâl Stephanie'nin bakışlarını kaçırmasına neden oldu. Harap olmuş gibi kızarmış ve kim bilir ne kadar süredir tuttukları yaşların akıp gitmesiyle şişmişlerdi.

"Ne istiyorsun?" diye sordu Anna, açık açık hissettiği memnuniyetsizliği yüz ifadesi ile gösterirken. Ardından cevabı umursamadığını belli eden bir tavırla da geri pencereye döndü.

Stephanie sessiz kaldı bir süre. Dudaklarını yaladı ve sadece Anna'ya baktı. Kendini bu ailenin bir parçası gibi görüyor musun Stephanie?... O halde öyle davran. "Margaret Hamilton'ın kayboluşunda senin parmağın olduğunu biliyorum." dedi, kendinden bile beklemediği bir cesaretle. "O gün bana ablanın ölümüyle ilgili onca soruyu neden sorduğunu da biliyorum. Margaret'ı arıyordun. Ve bulunca da ondan kurtuldun."

Anna daha yeni pencereye döndüğü yüzünü ağır hareketlerle kaldırdı. Burnunu çekti, göz yaşlarını sildi ve aynı ağır hareketlerle yüzünü yeniden kadına doğru çevirdi. Daha önce kimsenin görmediği bir tehlike gizliydi bakışlarında. Sanki oracıkta kadından kurtulacakmış gibiydiler. "Peki bunun hakkında ne yapacaksın?" derken dillendirmeden tehdit ediyordu onu. Bir diğer deyişle bunun hakkında herhangi bir şey yapmaya cesaretin var mı diye sormuştu sanki.

Ve Stephanie, ailenin bir parçası olup olmama kararını o an verdi. "Sana teşekkür edeceğim." deyip yutkunarak, Anna'nın şaşkınlığa dönen ifadesine odaklandı. "Eğer Margaret Hamilton'ın, ablanın ölümüyle bir ilgisi varsa ve sen de yıllar önce verilmesi gereken cezayı kendi ellerinle verdiysen, sana bunun için teşekkür ederim Anna. O geceyle ilgisi olan kimse yaşamayı hak etmiyor. Tek dileğim cezasını en ağır şekilde vermiş olman." dedikten sonra gitmek için kapıya yöneldi. "Ama dikkatli ol." demeyi de ihmal etmedi. "İnsanlar hâlâ onun hakkında konuşuyor. Kimseye tek kelime etmeyeceğime de emin olabilirsin."

Anna donup kaldı orada. Az önce işittikleri ve gördükleri, gerçekten yaşanmış mıydı yoksa ağlarken uyuya kalmış olma ihtimali var mıydı? "Stephanie?" diye seslenip durdurdu onu. "Neden yapıyorsun bunu?"

Stephanie kapının kolunu tutup hiç düşünmeden cevap verdi. "Çünkü senin yerinde olsam, ben de aynısını yapardım." dedi, dürüstçe. "Ablan ölmeyi hak etmeyen biriydi. Özellikle o şekilde ölmeyi. Ve sebep olanların ismi elime geçseydi, sanırım ben de senin yaptığını yapardım."

İkisi arasından uzun bir sessizlik akıp geçmişti. O sessizliğin sonunda ise Stephanie kapıyı açıp odadan çıktı, Anna da aralanan ağzını kapatıp boşalan odaya baktı. Kırk yıl düşünse Stephanie'den ne o tepkiyi beklerdi, ne de o cevabı. Aksine, farkına vardığı şeyi söylediği ilk an cümlelerini tehditlerin takip edeceğine emindi. Her olasılığı göze alıp ona dönmüş ama aklından geçirmediği bir olasılıkla karşılaşmıştı. Ne demek oluyordu ki bu? Veya herhangi bir anlamı var mıydı?

Dünya üstünde sırlarını paylaşabileceği onlarca insan olabilirdi. Ama o insanlardan birinin Stephanie olabileceğini, onunla sır paylaşabileceğini tahmin etmemişti. Hazırlıksız yakalandığı her halinden belli oluyordu. Yavaşça pencereyi kapattı, yatağının ucuna oturdu ve boş boş yere baktı. Yine de güvenmiyordu ona. Ne derse desin bu sözlerine güvenemiyordu. Şimdi böyle yapıp, yarın sırtından vurmayacağı ne malumdu? Sonuçta Stephanie'nin bütün kişiliği, insanın yüzüne gülüp, arkasından iş çevirmek değil miydi? En azından şimdiye kadar yaptığı tek şey bu olmuştu. Aksini ise galiba zaman gösterecekti.

...

Brunella evinin her bireyinin gecesi böyle geçmişti işte. Kavgalar, bağırışlar, derinlerde kalmış sözcükler, geçmiş pişmanlıklar ve daha neler neler toprağın altından çıkmayı bekleyen bir haşere gibi zaman kollayıp, en beklenmedik vakitte yüzünü göstermişti. Ailenin incelmiş bağlarını sarsmıştı. Fakat daha güçlü büyümelerini mi sağlayacaktı bu, yoksa inceldiği yerden kopmalarını mı, belirsizdi.

Doğru düzgün yenmememiş yemeklerin durduğu masa çoktan toplanmış, saat çoktan geç olmuş ve mumlar çoktan sönmüştü. Bütün bunlar olurken ise Leonardo Brunella bahçede dolanmaktan vazgeçmemiş, ancak evin sessizleştiğine emin olduğunda içeri girmişti. Başındaki ağrı en keskin haliyle devam ederken merdivenlere yöneldi ve annesinin malum kavga sonrası yanına gelip söylediği sözleri hatırladı. Kendin baş edemeyeceğini bildiğin bir acı için başkasını suçlamak daima daha kolaydır demişti oğlunun elini tutarken. Tam da bu yüzden canımız yandığında çevremizde kim varsa onu suçlarız diye de eklemişti. Kendi acın için kardeşini suçlama Leo, onun da en az senin kadar acı çektiğini biliyorsun...

Biliyordu. Maalesef biliyordu. Anna'ya karşı söndüremediği öfkesinin ateşini sofrada olanlar körüklemişti. Fakat tuhaf bir şekilde, körüklenmiş bu ateşin sakinleşmesi ve hafiflemesi de ancak sofrada olanlardan sonra imkan kazanmıştı. Anna'nın gitme nedeninin acısıyla yüzleşemediği için olduğunu gittiği günden beri biliyor, ama yine de kendi kalbinde açılan yarayı kapatmak için bunu yeterli kılmayı başaramıyordu. Savaşmayı denemişti oysa. Kardeşine hissettiği kırgınlığı ve öfkeyi sevgisinden öne koymamayı denemiş; yine de yıllar geçtikçe uyuşan duygularının önüne tamamen geçememişti.

Yalnızlığı, üzüntüsü, siniri ve pişmanlığı zamanla genç adamı hiçbir şey hissedememeye itmişti. Alıştırmıştı, daha doğrusu. Beş yıl boyunca gizli tutmayı tercih ettiği bütün duygu ve düşüncelerini bir süreden sonra hiç ifade edememeye zorla alıştırmıştı. Yalnızlığı yüzünden tanımadığı ve sevgi beslemediği biriyle evlenmiş, üzüntüsü yüzünden gülmeyi ve ağlamayı bile unutmuş, siniri yüzünden hayatta incitmek istemediği kardeşinin kalbini kırmış ve pişmanlıkları yüzünden de mutsuzlaşmıştı. Sonu nereye getirmişti onu peki? Hiçbir yere. Bu şekilde daha fazla devam edebileceğini sanmıyordu.

Merdivenlerin en üst basamağına geldiğinde gözleri koridor boyunca uzanan kapılar arasında dolandı. Kendi odasına geçip karısının yanına uzanabilirdi. Uyuyabileceğini sanmıyordu fakat denemekten zarar gelmezdi herhalde. Ya da geri aşağı inip sessizliğin içinde durabilirdi. Boş boş etrafa bakar, belki bir veya iki kadeh şarap içer, ardından eve getirdiği dosyaları incelemeye gömülürdü. Veya Anna'nın odasına da girebilirdi. Uykuya dalmış olsa bile en azından başına öpücük kondurur ve söylediği şeyler için sessizce özür dilerdi. Sesli özür dilemeye cesareti var mıydı, emin değildi çünkü.

Kararsızlıkla iç geçirirken gözleri başka bir kapıya düştü. Yıllardır kapısını açık görmediği odanın aralık bırakılmış kapısına yaklaşıp, eliyle yavaşça itti ve içeri göz gezdirdi. Aceline'ın eşyaları örtülmüş odasının ortasında, yatağın pencereye bakan yüzünde oturan gölge kapının açılmasıyla başını çevirip gelene bakmıştı. O saniye ise Anna'yla Leo'nun gözlerinin birleştiği saniyeydi.

Anna hemen göz yaşlarını silip yüzünü geri döndürdü. Öte yandan Leo, başını eğip odaya tamamen girmiş ve kapısını yine aralık bırakıp yavaşça yatağa yürümüştü. Her an odadan çıkıp bu anı göz ardı edebilirdi. Tek sorun bunu yapmayı istememesiydi. Anna ile konuşmak istiyordu. Evet, özür dilemek için yeterince cesur olduğunu sanmıyordu fakat özür dilemezse ve söylediği onca ağır sözden sonra ona bakıp arkasını dönerse, kendini asla affetmezdi. Bu soğuk, kalın duvardan gerçekten sıkıldığını inkar edemiyordu. Eritmek ise, ne kadar zor olursa olsun, kendi elindeydi.

Sonuç olarak, Anna'nın tam yanına oturdu. Gözlerini yere dikti ve içten içe hâlâ ağlayan kardeşine baktı. Söylenecek onlarca cümlenin arasından hangi birini seçip söylemeliydi? "Aceline burada olsaydı ikimizi de akşamki kavganın sonunda yatağa oturtup hikaye anlatırdı." dedi, acı dolu bir sesle. "Sırf sen bana sarıl diye de korku hikayesi seçerdi."

Anna alttan beliren tebessümünü yaşlar kaplarken başını Leo'dan tarafa çevirmeden başını salladı. "Keşke her şey o kadar kolay olsa yine."

"İstediğin buysa sana orman cadıları ve kaybolmuş ruhlar hikayesini anlatabilirim."

"Alınma ama kimse o hikayeyi Aceline'dan daha iyi anlatamaz."

Leo elinde olmadan gülmüş, bu sayede Anna'yı da güldürmüştü. Fakat yüzlerindeki gülücüklerin, buruk gülücükler olduğu gerçeğini hiçbir şey değiştiremiyordu. "Özür dilerim." dedi kısa bir sessizliğin sonunda. "Sana bencil dediğim ve elbette söylediğim diğer şeyler için."

"Özür dilemesi gereken kişi benim." Anna nihayet yüzünü abisine dönmüştü. Düz tutmaya çalıştığı kaşları iki yana büküldü ve çenesini titretti. "Bencilim Leo, hep bencildim." dedi. "Seni bırakıp gittim. Aceline'ın cenazesine bile katılmadım. Hem onun için, hem de senin için orada olmam gerekiyordu."

"Sinirle söyledim onları, ciddi değildim..."

"Ciddiydin. Ve haklıydın."

"Anna, sırf benim için kalsaydın ve kendine işkence etseydin... Senden istediğim tam olarak buydu ve kesinlikle doğru değildi."

Anna dudaklarını ısırıp başını büktü, ve "Korktum." diyerek kendine bile itiraf etmediği gerçeği sonunda itiraf etti. "Korktum, Leo."

"Neyden korktun?"

"Hiçbir fikrim yok." dedikten sonra yatağın yıllarca boş kalmış yastıklarına baktı. "Onsuz yaşamaktan korktum sanırım. Onsuzluğa alışmaktan korktum, bilmiyorum."

Leonardo da dönüp yastıklara bakmıştı. Aceline'ın sarı saçlarının o yastıkları en son ne zaman kapattığını hatırlamıyordu. En son ne zaman kahkahasının odayı canlandırdığını, sesinin bu duvarlar arasında dans ettiğini, varlığının yaydığı sıcaklığın en son ne zaman soğuk gecelere meydan okuduğunu hatırlamıyordu. Bu gerçekler daha önce hiç bu kadar sert inmemişti yüzüne.

Aynı şeyleri Anna da hissediyor olmalıydı. Öyle ki eliyle yatağın üstündeki kullanılmamış battaniyeyi okşadı ve dayanamayarak hıçkırdı. "Onu özledim." demesiyle biriktirdiği bütün yaşlar hızla akmaya başlamıştı. Sadece şu son birkaç ayda değil, yıllar boyunca biriktirdikleri çıkıyordu. "Onu çok özledim."

Leonardo hemen kardeşini tuttu ve sıkıca kendine çekip sarıldı. Yüreği fazla derin sızlamıştı. Gözleri çok çabuk dolmuş, siniri ve kırgınlıkları çok hızlı silinmişti. "Ben de özledim." dedi, siyah saçlarını okşarken. Anna'nın gözünden akan her damla yaşla acısı büyüdü, büyüdü ve büyüdü... Gözlerini kapatıp sabit durdu ve sadece kardeşine sarılmaya devam etti. Ona sarılmayı ne kadar özlediğini ise şimdi fark ediyordu. Acısını birlikte hissetmeyi, birlikte hafifletmeyi, birlikte üstesinden gelmeyi özlemişti. Tıpkı eskiden yaptıkları gibi. Başını eğdi, okşadığı saçları öptü, yaşlarını sildi ve fısıldadı. "Ben de çok özledim, hem de çok..."

"Onsuz yapamıyorum Leo." diye inledi Anna, nefesi kesilinceye dek ağlamaya devam ederken. Hıçkırıklarının gürültüsü umurunda bile değildi. "Canım çok acıyor! Artık yapamıyorum, çok zor..."

Leo ağlamamak için zor dayanıyor fakat çabalarına yenik düşüp gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Her kelimesinden sonra daha sıkı tuttu onu, daha sıkı sarıldı, daha sıkı kendine yasladı titreyen bedenini. "Ben buradayım, yanındayım. Tek değilsin." diyerek burnunu çekti. "Artık tek değilsin Anna, tek değiliz."

Ablasının öldüğü gece bile böyle ağlamamıştı Anna. Böyle hıçkırmamış, böyle yıpranmamıştı. Paramparça hissediyordu. Yere itilmiş ve kırılmış, bin küçük parçaya ayrılmış hissediyordu. Buzun üstünde kayıp düşmek gibiydi. Düştüğün an acıyı hissetmiyor, sonradan ise acıdan duramıyordun. Sızı bedeninin her karışını kaplarken elinden hiçbir şey gelmiyordu. Ya dişini sıkıp sabretmeliydin, ya da sızıyı görmezden gelmeli ve seni bağırtana kadar orada olduğunu inkar etmeliydin.

Ölümle baş etmek de böyle bir şeydi işte. Geçen zamanın yaraları kapatması beklenirken, o yaraları kanatan zamanın ta kendisi oluyordu. Acıya alışman gerekirken de, direncinin her geçen saniye daha çok kırılmasına şahit oluyordun. Dayanılmaz bir işkenceydi. Ve Anna artık dayanmaya çalışmıyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

107K 8.6K 190
''Boşanmayı kabul ediyorum.'' Sovieshu yarı rahatlamış, yarı pişman bir ifadeyle bana baktı. Maskaralık mı yapıyordu, yoksa samimi miydi? Şu ana kada...
3.7M 145K 60
Bizim aşkımız sarılmayla başlamıştı, sarılmayla devam edecekti ve sonumuz, ikimiz sarılıyorken bitecekti. Bizimki aşk hikayesi değil, bizimki bir...
5.2K 1.5K 42
Kendi yazdığım kısa kurgu hikayeler. Gerisini kendiniz hayal etmeniz gerekebilir. Kelimelerde kendinizi bulacağınız, satırların arasında dalıp gidece...
5.1K 1K 47
Her hikaye bir intikam yolcuğuyla başlardı. Karakter zarar görürdü, gururu ezilirdi ve bazen de kaçardı. Dünya'nın hikayesi ise intikam almasıyla baş...