→#It's in my blood←

866 64 3
                                    

Çalan sesiyle elimi cebime atıp kullan-at telefonumu çıkardım.

-"Dinliyorum."

-"Görev yerine varmana ne kadar kaldı?"

Arayan Sylvia'ydı.

-"Bir dakikalık mesafe. Karşı bloğu dönünce oradayım."

-"Güzel..." birkaç saniyelik duraksamasının ardından devam etti. "Adının hakkını ver Gabriel."

Konuşma sonlanınca telefonun kartını çıkarıp ikiye kırarak yanımdaki çöp kutusuna fırlattım.

Günlerden cumartesiydi. Tatil günü olduğundan sokaklar neredeyse tamamiyle boştu. İnsanlar haftanın bu gününde Venedik'te inançlarını tazeleyip bay papaz günahlarını kutsal elleriyle silsin diye genellikle kiliseye doluşurlardı. Benim gibi 'dinsiz' saydıkları birkaç kişi de ya ev ya da iş yerlerinde olurlar, bazıları zaman bulamadıklarından ötürü, bazılarıysa kilisenin saçmalıklarını anlayabilecek kadar zeki olduklarından bu işten geri dururlardı.

Önümdeki araba yolunu hızla geçip az ilerideki buluşma yerine baktım. İki aydır göreve çıkmamamdan ötürü içimde garip bir heyecan hissi dalgalanıp sakin kıyımdaki kum tanelerimi kapıp götürüyordu.

Beş yıldızlı Stars otelinin önüne vardığımda işbirlikçimi aradım. Aradım ve buldum da. Yirmi metre ötemde kırmızı sporuna dayanmış, poposu bana dönük elindeki telefonunu kurcalayan bir sarışın.

Nefesimle ciğerlerimi doldurup harekete geçtim. Yürürken kapüşonlumun fermuarını açıp göğüs ve karın kaslarımı meydana çıkardım. Sırada ikinci adım vardı. İyice yaklaştığım sarışına arkadan bir şaplak atıp mırıldandım.

-"Nice ass / güzel parça"

-"Get your hands of me / Çek elini üzerimden." Kızın bağırmasıyla birkaç baş bizden tarafa döndü. Fakat ben durmayıp kızı omuzlarından tutarak kendime çevirdim. "Take a seco- / Bir sani-" sarışın kızın yüzünü kendime çevirdiğimde cümlem yarıda kesildi. Sonrasında ağzımdan çıkan tek ses "Samara" olmuştu.

*
-"Help!"

-Çığlık çığlığa kollarımı itip yüzüme bir tokat geçirince kendime geldim. "Hey, hey, hey. Come here I just, I just wanna... Damn it babe, you are fucking hot, indeed" ağzım repliklerimi sıralarken kollarım uzanıp robot misali belini kavradı. Fakat sadece bu kadardı. Beynim hala yaşadığım şokun etkisiyle kendini tekrar ederken yanağıma yediğim yumrukla geri savruldum. "Stay away of my fienceé you son of the bitch."

Yediğim ikinci yumrukla yere düştüğümde hiçbirşey yapmadım. Fakat üçüncü yumrukta verilen talimatları boş verip kucağıma oturmuş, yüzümü yumruklayan adamı altıma aldım.

-"Seni orospu çocuğu yumruklamanın da bir usulü var değil mi?"

Ard arda yumruklarımı yüzüne geçirmeye başladım. Bunu polis gelip elektroşok cihazıyla bilincimi yitirtene kadar durduramadım. Nasıl durdurabilirdim ki? Kafam fena halde karışıktı. Samara, bir yıl önce Security'de benim için kendini feda eden Samara, şimdi karşımda dimdik duruyordu!

*
Herşey yaklaşık bir hafta önce gelen görev çağrımla başlamıştı. Dedektifi kurtardığım o gecenin ertesi Sylvia her şeyi anlamış, Nikita'nın bulunması için tüm güçlerini ülkenin dört bir yanına yollamıştı. Fakat bu işte ben sadece kandırılan aracı olarak aklanabilmiştim. Yani Nikita beni kandırmış, ve ben farkına varmadan beni kullanarak kaçışını sağlamıştım.

Bir buçuk ay süren boyunca aramalar boyunca gidebileceği her yer arandı fakat olay sonunda ondan hiçbir ize rastlanılamadı. Sonuçta Security'den çıkmaydı, eğitimini bizzat bunun üzerine almıştı. Gerektiğine hayalet olabilecek bir üst düzey saha ajanıydı.

Nihayetinde uzun bekleme sürecinin ardından umutlar tükenince yeni bir kararla Amerika'ya taşındık. Olayların aslından haberim yoktu tabii, fakat genel olarak bakıldığında dünyanın kalbi Amerika'ydı. Ve ajanlar test sürelerini tamamladıklarına göre artık ciddi işlere dalmaya hazırlardı.

Bu yeni işin ilk kurbanı da ben olmuştum. Bana verilen bu görev bir nevi intihar görevini andırsa da sesimi çıkarmamıştım. Görevim, normal yollarla girilmesi imkansıza yakın, üst düzey venedik hapishanesine girip, arşivden bana verilen koda sahip dosyayı çalarak kaçmaktı. Görevin bana verilmesindeki ana sebep 'çalmak' değil 'kaçmak' kısmıydı aslında. İlk görevimizdeki başarımı saymazsak Securityde de testlerde en iyiler arasından çıkmayan tiptim. Yani onlara göre bu iş bir bakıma benim özel yeteneğimi ispatlama şansımdı. Yakalanırsam acemiliği yeni bitirmiş bir ajan olarak günlerce işkence çekip zindana kapatılacak, ya da kaçıp üst düzey saha ajanlığına yükselecektim.

Fakat beni ilgilendiren durum bu değildi. Geçte olsa büründüğüm saçma kahramanlıktan uyanabilmiş ve birbuçuk ay boyunca kendime bir kaçış yolu aramıştım. Belki yapmam gereken zamanında Nikita'yla beraber kaçmaktı, ya da ne bileyim ani bir çıkışla dedektifi kurtarmaya çalışmaktansa kendi hayatımı tercih edebilirdim. İşte bu pişmanlıklar bir buçuk ay boyunca aklımı kemirip durdu. Kaçmak, Nikita'nın aranmasıyla birlikte imkansız hale gelmişti. Sylvia her metroya, gemiye, uçağa ve trene birkaç adamını koğuşlandırmıştı ki aramızdan kaçmaya kalkışan biri dahi olsa yakalayabileydi. Üstüne merkezi kamera sistemini de hacklettirmişti. Kaçışım imkansızdı ve bana bu durumda kalan tek yol onlara faydamın dokunmasıydı.

Bunun yoluysa, yine security'den olan bir elemana kalabalığın ortasında tacizde bulunup kendimi polislere tutuklatmaktan geçiyordu. Durum buraya kadar iyiydi, tabii çıkan kız Samara oluncaya kadar.

İşte şimdi polis aracında ilerlerken tam da bunu düşünüyordum. Sylvia onu bilerek seçmiş olmalıydı. Ve bu gelişmeyi bana bildirmeyişinin sebebi de büyük ihtimalle olay karşısındaki tepkimi izlemek istemesinden kaynaklıydı.

Yan gözle yanımdaki tipsiz polise baktım. İçimden bir ses homurdandı 'sen sanki çok tiplisin ya!'

Kendi kendime küfredip bakışlarımı bileklerimi saran, serinliği bir nebze rahatlatan kelepçede dolaştırdım.

-"As a slavery, I'm askin' you. Are u gonna imprison me / Bir mahkum olarak soruyorum, beni hapsedecek misin?"

Adam ters bakışlarını üzerime yoğunlaştırınca cevap verir diye umutlandım fakat amacının saçma bir şekilde içime korku salmak olduğunun farkına vardığımda oflayarak arkama yaslanıp, bir yerime takmadığımı belirtircesine bacaklarımı iyice yaydım. Ardından bakışlarımı yeniden adama yönlendirdim. "So, if u want, tell it my dick."

İyice kızaran adam cebinden çıkardığı temassız şok cihazını gözüme sokarcasına elinde çevirip pis pis sırıttı.

-"Look man, i can't talk ur dick, but i think that" elindeki cihazı bana doğru salladı. "this can be benefical."

Aldığım tehditle bacaklarımı hızlıca toplayıp yerimde diklendim. "Calm down dude, i'am cool with it. And i assume that u understand, as the men, all of us need it. Don't u agree?"

Adamın yüzündeki sinsi sırıtış kahkahaya dönüşünce ben de benimkiyle ona eşlik ettim.

-"All right. Visible that u love it indeed. And u know, i love mine, too."

Ağlanılacak espirisine gülerken yerimde tekrar rahatça yayıldım. Polisle aramdaki buzlar erimişti. Buna yol açan muhteşem rol yeteneğimden başkası değildi tabii. Hangi polis serseri gençlerden hoşlanmazdı ki -yüzde seksenlik kısmı yok sayarsak tabii-?

**
On dakikalık yolculuğum boyunca duyduğum tek ses polis telsizinin sinir bozucu hışırtılarıydı. Fakat nihayetinde kulaklığımdan Sylvia'nın sesi konuştu. "Gabriel, durumunu bildir."

-"Complicated./ Karmaşık"

Yanımdaki polisin başı bana dönünce durumu toparladım.

-"I mean that ur job, is so complicated. Ain't it? / Demek istedim ki mesleğin çok karmaşık. Değil mi"

-"Very much. You can't know how difficult is. / Hemde nasıl. Ne kadar zor olduğunu bilemezsin."

Başımı sallayıp kulaklığıma sokulu cihazdan gelecek devam mesajını bekledim. Fakat gelmesi gecikmeyen mesajın gelmesiyle beraber tüm huzurum da uçup gitti.

-"Bu aşamadan itibaren kendi başınasın. Polis merkezinden bir kaçış yolu bulmak sana kalmış."

SAF KATLİAMWhere stories live. Discover now