“Güzel bir omlet kulağa hoş geliyor Ayla Hanım.”

     Küçük kızıma şaşkın gözlerle bakarken yaşına göre ne kadar olgun olduğu tekrar gözümün önüne serildi. Buzdolabından gerekli malzemeleri çıkarıyordum. O esnada odayı Güneş’in açtığı televizyonun sesi doldurdu. Bir haber kanalı açıktı. Haberde olası Covid-19 pandemisinden bahsediliyordu. Neyse ki şu anda ülkemizde bir vaka yoktu.

     Yaklaşık yarım saat sonra masayı kurmuştum. Güneş ise bana çaktırmamaya çalışarak masaya koyduğum şeylerden ağzına atıp duruyordu. Resmen babasının bir kopyasıydı. Tarık da sürekli hazır olmayan masadan bir şeyler alıp ağzına tıkıştırırdı. Masa hazır olduktan sonra oturarak kızımla güzel bir kahvaltı yapmıştık. Üzerimize birer mavi kot pantolon ve desenli beyaz tişört alırken saçlarımızı da at kuyruğu yapmıştık.

     Öyle şatafatlı şeyleri giymeyi pek sevmiyordum. En sevdiğim ikili anlaşılacağı üzere tişört ve pantolondu. Ne yapabilirdim ki? Bu kıyafetler çok rahattı ve açıkçası rahatıma düşkündüm. Gerçi ben ne kadar böyle desem de hayatımın çoğu evresinde annemin başıma zorla tuttuğu stilistler giydirirdi beni. Neymiş, giyinmeyi bilmiyormuşum. Rahatsız bir sürü kıyafet giyiyordum sürekli. Özellikle o topuklu ayakkabılar birer işkenceydi. Neyse ki bu durumdan üniversitede kurtulmuştum.

     Hazırlandıktan sonra Güneş'le birlikte dışarı çıkmış ve sahile gitmiştik. İzmir’in sahili ayrı bir güzeldi. Keşke hayatımı hep burada geçirmiş olsaydım. Ama ne yazık ki çocukluğum o sıkıcı ve boğucu binalar arasında İstanbul’da geçmişti. Elbette İstanbul’un güzelliği ayrıydı. Sadece bu güzelliği annemle babamın baskıları köreltiyordu. Bundandı benim İzmir’e olan sevgim. Belki sevdiğim adamı bana getirdiği için de seviyor olabilirdim. Aman! Sonuçta İzmir’i seviyordum. Galiba Tarık geveze olduğum konusunda haklıydı.

     Güneş elimden çekiştirip “Anne pamuk şekeri, lütfen!” diye ısrar ediyordu.

     Onu onayladıktan sonra birer pamuk şekeri almıştık. Köşede bir banka oturup elimizdekileri yemeye başladık. Gözüm kızımın komik görüntüsüne kaymıştı. Ağzının her tarafına yapışmış pamuk şekeri orada kalmakla yetinmemiş burnuna kadar çıkmıştı. Bu haline gülümserken aklıma ilk kez pamuk şekeri yediğim gün geldi.

     17 Temmuz 2011

     Yatağımda uzanırken tavana bakıyor ve bu boş günümü nasıl değerlendirebileceğimi düşünüyordum. Ders mi çalışsaydım? Ay, hayır! Zaten bu 1 hafta ödevi yetiştirme uğruna canım çıkmıştı. İki gün önce teslim etmiştim. Tarık her gün başımdan aşağıya durmuş ve başarıyla(!) motivasyon koçluğunu tamamladığını söylemişti. Ödevim sınıftaki en yüksek notu almıştı. Açıkçası buna sevinmiştim. Hala bugün ne yapacağımı düşünürken telefonum çaldı. Tarık arıyordu. Tükürükle beni boğmaya çalıştığı o akşam her ne kadar numaramı verme taraftarı olmasam da en sonunda vermiştim. Telefonu açtığımda aşina olduğum o neşeli ses kulaklarıma doldu.

     “Günaydın huysuzcum.”

     Ah! Hadi ama bütün hafta hep bu şekilde hitap etmişti bana. Gerçekten huysuz muydum? Değildim. Belki birazcık. Tamam, huysuzdum. Bu kabullenmişlikle derin bir nefes aldım ve alaycı sesimle yanıt verdim.

     “Sana da günaydın canım. Ne kadar da kibarsın bu sabah(!)”

     “Ah! Bildiğim şeyleri söylemekten ne zaman vazgeçeceksin? Elbette kibarım. Bu arada iltifatın için de teşekkürler.”

     “Düzgün konuşmaya başlayacak mısın? Aksi takdirde ‘dıt dıt’ sesiyle baş başa kalabilirsin.”

     “Tamam sakin ol! ‘Bugün ne yapıyorsun?’ diyecektim.”

Venüs'ün Afrazesi (Tamamlandı)Where stories live. Discover now