BEŞİNCİ ŞİŞE

431 210 0
                                    

/Şişelerin birinden “eylül “akıyordu, hangi mevsime doğru, kimse bilmeden./

Yatağın başucuna da konmaz ki süpürge! Jan gözünü açınca önce ona bakıyor. Sonra JE başında, ME başında; Baba ayak parmaklarını ovuyor. Bunda bir yanlışlık var, diye düşünüyorsa da gözleri uykuyla gerçeklik arasında gidip geliyor.  Bu ne mene bir şeydir, masaldan düştüğüm yer, daha bir akıl çelici, daha bir sinir uçlarımı yiyor, diyor. Bir de Baba oynayıp durmasa parmaklarımla, diyor ama böyle zamanlarda ne dense boştur. Ayak parmaklarından bile gıdıklanmayan bir adamın ruhu nasıl olur da böyle alıngan olabilir? 

Oysa geçmiş, dediğin şey nerede ne zaman saplanacağını bilmediğin bir oktu, illaki karşına çıkardı bir yerde. Jan’ın hikâyesi de öyleydi biraz.

Kısa süren haramilik, korsanlık ve bar hizmetkârı rollerinden çok önceydi. Terzi bir annenin ve sihirbaz bir babanın ilk ve son çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Bebekliğini, kumaş parçaları ve partallar içinde, kıçı yamalı pantolonlarda kaybolan incecik bir bedenle geçirmişti. Sihirbaz baba bir gider, aylarca süren ve hiç de sihre benzemeyen bir ayrılık bırakırdı kendi yerine. Büyüdükçe şöyle düşünür olmuştu Jan:

Madem sihirdi babasının elinden tek gelen –şu ana kadar onu da görmemişti gerçi-, neden şapkadan tavşan çıkarmak yerine masaya şöyle bir kocaman bir kızarmış tavşan koymazdı. E, sihirse bunun adı, ne işe yarardı? Uzaklığın köşelerinde sıcak tutar mıydı insanı, gitmeye sebep olan o şey nasıl olur da döndürmezdi gerisingeriye babasını? Annesi kumaşlara gömerdi yüzünü ve gitgide az gören gözlerini; işte o zamanlar Jan’ı bir hapşırık tutardı, hani az eğilip baksan “hıçkırık” diye de okunacak kadar yakındı gözyaşlarına; eğrilmemiş yünlere sinen tozlardan hapşırırdı da “sihir” olmazdı, sihir olsaydı babası mesafe ne olursa olsun, “çok yaşa… oğlum” derdi. Sihir yoktu.

Sihir falan yoktu. Ne o zamanlar ne yanlışlıkla bir masalın içine düştüğünde ne de şimdi barın kusmuk ve tükürükle sıvanmış yüzeyini dört ayağının üstünde silerken, silip silip başını ME’den yana kaldırıp bakarken sihir yoktu.

Yerde fazla oyalandığını gören tek gözlü Baba, tekmeyi bastı Jan’ın kıçına:

---Çalışsana deyyus!

Yüzyıllık masalın koca haramisinin elinde kala kala bu kalmıştı: son haramisinin kıçına tekmeyi yapıştırmak ve bunu yaparken ME izliyor mu, gördüyse benim bu sert erkek hallerimden etkilenir mi diye düşünmek.  “Açıl susam açıl”ın sihri de Jan’ın hayatındaki boş yere bekleyişlerden birine dönüşmüş; masalın içinde hepten kaypak olan “zaman”, ikisine de sadece iç çekerek hatırlanacak bir geçmiş bırakmıştı. Güzel olduğundan değil, sadece kendilerine ait bir köşeleri vardı o masalda / hayatta. 

--- Beceriksiz yer piresi!

Giderken her defasında yeni bir teşbihle canını yakardı. Elinden alınan masalın intikamı ona böyle bir yetenek vermişti ve oyun tahtası Jan idi. 

Jan masaları silmeye geçtiğinde JE, bardaki şişeleri düzeltiyordu. Oysa hep düzgündüler zaten. Jan onun, bu şişelerle meşguliyeti sayesinde etrafındaki dünyaya karşı bir duvar ördüğünü, umursamazlığının altında bunun yattığını düşünüyordu. Sadece düşünüyordu, çünkü kimse fikrini sormuyordu. Biraz annesinin sessizliğiydi bu.

Babasının aylar sonra gelip masada karşılarına oturduğu bir günü hatırladı Jan. Dışarıda hangi rüzgâr kol geziyordu? Hangi mevsimdi çatıda takırdayan? 

Baba, Jan’ın yıllardır beklediği o sihirli kelimeleri (oğlum, olurdu bu; nasılsınız, olurdu; çok yaşa, olurdu…) söyleyecek gibi ağzını açtı; dudaklarının arasından iki sözcük döküldü hepi topu. O iki sözcük öyle ağır geldi ki odaya, havaya; dışarıda mevsim şaşırmış, rüzgâr yön değiştirmişti. Jan ve annesi, bir selama razıydılar, “sen de gör” demek için beklemişlerdi ya bunca yıl boşuna hapşırmışlardı. 

Sihirbaz, yine de bir şekilde dünyalarını değiştirmişti o iki sözcükle:

---Ben gidiyorum.

Annesine korkarak bakan Jan, onun bu sözcükleri epeydir beklediğini anladı. “Daha yeni geldin” bile demedi annesi. Jan onun yerine demek istedi bunları ama sesi çıkmadı. Zaten önce sesi gitti gelmedi bir daha. İçinden çok şey dedi:

--Ulan, daha yeni gelmedin mi? Hiç olmadın ki? Hiç olmadan nasıl gidilir? Nereye? Niye? Ne?

Zaten bir şey demelerini beklemeyen “baba”, hatta demelerine vakit bırakmamak için belki de hızlıca masadan kalktı. Yerinden kıpırdayamayan karısına ve oğluna bakmadan kapıya yöneldi. Kapının açılma sesiyle içeri “eylül” girdi, arkasından “ekim” sıkıştı. Daha da geliyorlardı ki, baba kapıyı kapayıp geri döndü. 

Vazgeçti, diye düşünüp sevindi Jan. O da olmadı, saçımı okşar, diye bekledi. O da olmadı. Baba cebinden bir kalem çıkarıp Jan’ın önüne bıraktı. Sonra “ekim”i yanına alıp çıktı, “eylül”ü içeride bıraktı ardından bıraktığı boşluğun yerine. O günden sonradır ki “eylül”, sebebini bilmediğimiz boşlukların yerine gelir zamanın sarkacında. Bazı eylüller bir gelir de bir daha gitmez hiç. Jan’ınki böyle bir eylül idi. 

O sırada ME:

---Jan, dedi. 

Jan, sessizce bekledi aptalca bir hareket yapıp da gelen sesi ürkütmemek için.

--- Yaz geçer, demiş ozanın biri. Bak, sonbahar geldi.

Jan o anda silmekte olduğu masaya dirseklerini dayayarak dizlerinin üstüne düştü. ME’nin iki ay sonra ilk kez kendisine seslenmesinin şaşkınlığına verdi bunu. İçindeki eylülü sadece o gün, ömrünün o gününde unuttu. 

Kırkıncı HaramiWhere stories live. Discover now