DOKUZUNCU ŞİŞE

151 0 0
                                    

/Masaldaki “üç vakit” ya da “üç elma” yani “3”; 

iyi ile kötünün,

 gün ile gecenin,

 siyah ile beyazın, 

olmamış ile olmayacak olanın 

doğurduğu üvey-sayıydı./

Ali Baba, hikâyesini anlatmaya başlayınca JE, barın akasına gidip bir defterle geri döndü, ama masaya oturmadı. Meyhanenin depo kapısının hemen önündeki taburelerden birini çevirip oraya yerleşti ve yazmaya koyuldu. O artık kendi başına, buradaki konuşmalardan uzakta duracak, belki de kendi hikayesini kâğıda dökerken bir yandan onları dinleyecekti.

ME ve Jan sandalyelerini masaya doğru az çekip birbirlerine yaklaştılar. Bütün hikâyeler bunu gerektirir. En az iki sandalye ve her şeyin üstüne döküleceği bir masa. Bu kez fazladan bir masaları vardı. Bu bile o anki durumu daha tehlikeli yapmaya yetiyordu. Çünkü iki’nin olduğu yerde her şey daha bellidir ve tersinden de düzden aynı okunur ama üç olunca iş değişiyordu. 

Her bir noktanın birbiriyle ilişkisi mimari bir düzen gerektiriyordu ki, biri çıkıp o düzeni bozuyordu. Üstelik böyle bir durumda işler yoldan çıkınca kayıplar artıyordu: İki’nin olduğu yerde bir kaybeden bir kazanan, bir giden bir kalan oluyordu. Oysa üç’ün denkleminde, herkes bir başkasını etkileme gücüne sahipti. Diyalektik bir savaş başlıyordu, hem iç savaş hem de topyekûn silahlanma. Velhasıl kim kime kaybediyordu ya da kazanan kimdi? Ona yenildiysek diğerine karşı kazanmanın anlamı yok muydu falan filan? 

Bu yüzden Ali Baba’nın hikâyesini onun ağzından değil de üç’ten sonra gelenin ağzından yazdık. İstedik ki burada, adı sanı olmayan bu liman kasabasında, kim kendisiyle ilgili bir cümle kuracaksa onun hikâyesini bir başkası yazsın.

Ali Baba bir güç abidesiydi bir zamanlar masallarda. İnsanlar gerçeklerden kaçacaklarını sanıp ne zaman bir şey uydursalar onun gibiler doğardı. Ali Baba da bir bedevi çadırında, işte böyle doğmuştu. Çocukluğu kumlarla sarmaşıp rüzgârlarla dolaşıp geçmişti. Saymayı öğrenirken bir iki üç, her şey iyi gidiyordu. Abaküs olarak çöldeki kum tanelerini kullanıyordu. 

Yine böyle bir gün,  peşine düştüğü kum tanesi rüzgârla savruldu, elinden kayıp gitti. Ali, o aynı renk ve biçimleri yere göğe sığamayan kum cehennemi içinde o kum tanesini kırk gün kırk gece takip etti. Her defasında ona bir adım yaklaşıyordu, tam elini uzatıp tutacakken elinden kaçırıyor, ama vazgeçmeden, usanmadan onu kovalıyordu; kum tanesinin diğerlerine karışmasına izin vermemek için tüm varlığıyla onu hissediyordu. 

Şimdi sevişen iki kum tanesinin arasındaydı, o yüzden sessizce bekledi. Az sonra hapşıran çöl kaplanının dişlerindeydi, acelesi yoktu, orada bir süre kalabilirdi. İnadı inat idi, dünya bir süre bekleyebilirdi, hayat da öyle. Salı da bekleyebilirdi, bir sonraki salı da ve birazdan gelecek yüzyıl da bekleyebilirdi.  Ali bekledi. Beklerken kabilenin kadınlarının ona okuduğu ezgileri mırıldandı:

“Adımı yaz, hep çöldüm

Hayatı durmadan ikiye

Kendimi sonsuza böldüm

Toplasan hepsi 40 oysa

Yaz idim göz idim tez idim

Kimse gitmezken az idim

Söylenmemiş söz idim

Satırları 40 saymasan da 

Adımı yaz, seni yazdım

Adımı unut, seni üzdüm

Bak işte bir kere öldüm

Ardımdan okuna 40 dua”

Ali, ne yapsın bu geometrik koşturmanın ardından? Çöl ki kendi şeklini çok geçmeden unutup yine kendine benzeyen başka bir şekle bürünür, farkını sadece kendisinin bildiği. Ali uyur kalır. İşte o anda o kırkıncı kum tanesi ortada ne sebep ne rüzgâr ne de başka bir şey yokken olduğu yerden bir bilinç edinmiş gibi yükselip Ali’nin uykuya kapanan sol gözüne kaçar. Şimdi gözde bir masaldır o. Şimdi sözde kırk yol gibi, aslında yok gibi.

Ali Baba o gün bugündür hiç ağlamamıştı. Hatta oğlunun kaybolduğu gün bile. Kum tanesinin üstünden yıllar geçip aşiretin sayılı ailelerinden birinin kızıyla evlenmişti. Sevmiş miydi, çölün sonsuz sessizliği ile sevdiğini kendine söylemişti bir gece ve buna da inanmıştı kendisi de. İnandıktan sonra kim aksini iddia edebilirdi ki! Sevmek belki de başlı başına var olan bir duygu değil de inançla, çaresizlikle, umutla beslenen bir şeyi, böyle oluyordu, böyle dönüşüyordu olduğu şeye. 

Oğlu on beşine varıp masalla yağızlanmış, çölle parıldamıştı. Rüzgârın bile durup hayranlıkla bakacağı bir güzellikle ödüllendirilmişti ya da bunun bir ceza olacağın kim bilebilirdi. Atadan gelen boy bos bir yana, o da babası gibi hiç ağlamazdı. Tek bir damla yaş görülmemişti yüzünde. Sesi de bir şikâyete ev sahipliği yapmamıştı o yaşa kadar. 

Aşiretin büyük gündönümü eğlencelerinin olduğu hafta bir kumpanya gelmişti, hokkabazlar, yılan oynatıcılar, şahbazlar, alev üfleyicileri, vahşi hayvan terbiyecilerinin arasında yüzü gözü sarılı bir adam da vardı. Bir büyücüydü. 

Geceyi rahatsız edecek kadar büyük bir ateş yakılmıştı, aşiret ateşin etrafında dizilmiş, gençlerin ateşi kumla ve sihirle beslemesini izliyorlardı. Büyücü gösteri için bir gönüllü isteyince Ali Baba, oğlunun hemen öne atıldığını gördü, sebepsiz bir itiraz duygusu kabarmıştı içinde ama onun yaşında kendisi evlenmişti bile, o da kendi kararlarını verebilirdi.

Büyücü, yüzünü gözünü sarmalamaktan vazgeçmemişti, ama sakalları kızıl ışıklar gibi yüzünden sarkıyordu. Zahid (Ali Baba’nın oğlu) büyücünün işaretiyle kısmen yanmış bir odun parçasını elinde tuttu, havaya kaldırıp herkese gösterdi. Tutarken bir kıymık, avucunun içine batmıştı. Büyücünün zaten görünmeyen gözleri yüzünü sarmalayan örtülerin arasında bir parlayıp söndü, Zahid’in elindeki odun kuma dönüştü küçük çıtırtılarla ve her zerresi kumdan olunca da büyük bir çıtırtıyla yere döküldü. Zahid’in eli şimdi boşta öylece dururken herkes alkışlarla büyücüyü kutluyordu. 

Ali Baba, o sırada oğlunun yüzünde bir acı ifadesi gördü, acıdan daha başka bir şeydi de ne oğlu bunu daha önce yaşamıştı ne de Ali Baba’nın yaşam bilgeliğine dair bir iz taşıyordu. Dünya üzerinde ilk kez yaşanan bir duyguyu görüyordu Ali Baba oğlunun yüzünde. Sanki yüzü şekil değiştiriyor gibiydi. Kalabalık da bunu fark etmiş olacak ki, sesler kesildi, bakışlar oğlana çevrildi. Baktıkları noktada Zahid duruyordu durmasına ya, az önceki odunun kuma dönüşmesi gibi bir çıtırtı, daha yüksek bir çıtırtı kulaklarındaydı. 

Zahid’in parmakları yoktu, biraz sonra eli de bileği de dirseği de kuma dönüşmüştü. Oğlan, sesini çıkarmadan, yine de gitgide belirginleşen bir korkuyla eline -elinin yerinde duran kumdan heykele -bakıyordu. Çıtırtılar gök gürültüsüne dönüştüğünde Zahid bir kum adam biçimindeydi artık. 

Büyücünün gözlerindeki parıltı çoktan geriye çekilmişti, karanlık birer çukur gibi saklanıyorlardı. Varlık biçim değiştirirken hemen yok olmuyordu. Ali Baba oğluna doğru koştu. Ama hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkan çöl rüzgârı önce kalabalığın üstünde dolandı, sönmeye yüz tutan ateşin içinden geçip Zahid’e -ya da artık ondan oluşan şeye- çarptı. Kum taneleri rüzgârın önüne katılıp çölün sonsuz karanlığına doğru kayboldu.

Jan ve ME, kadehler ellerinde kalakaldılar. JE’nin kaleminin kâğıda değmeden bekleyişi de boşlukta duruyordu. Ali Baba, kimsenin bir şey soramayacağını biliyordu, yine de hikayesini bir an önce bitirmek ister gibi konuştu:

--- Odunu tutan avucuna bir kıymık parçası batmıştı.

Kırkıncı HaramiWaar verhalen tot leven komen. Ontdek het nu